Sayfa Yükleniyor...
Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez
Sokratın bu ünlü sözüyle kendimizi sorgulayalım bakalım
-Bir şeye sahip olma güdüsüyle savaş arasında bir bağlantı var mı?
-Bilindiği gibi, bireyin bir şeye sahip olma güdüsü; artı değerin sonucunda oluşan sınıflı toplumların bir hastalığı olarak yeryüzüne yayıldığından beri insanoğlu ve doğa iflah olmamıştır. Yeryüzünde savaşların ilk nedeni de bu olmuştur. Ölen ve öldüren aynı alana sürülürken hep varsıllık, ayrıcalıklı yaşam, şan, şöhret ve dinlerin karışmasıyla cennet ve cehennem ritüelleri uğruna hep savaşlar yaşanmıştır. İnsanlık tarihi hep savaşlar tarihinden ibarettir yargısı hiç de yanlış değildir. Bireyin bir şeye sahip olma güdüsü, hakim güçler tarafından kışkırtıldıkça, insanoğlunun acıları tarih boyunca azalmadan devam etmiştir. Öyle ki, sanatın, keşif ve icatların temelini de yengilerle elde edilen servetler oluşturmuştur. Emeğe dayalı üretimler dışında gasp, talan ve öldürerek elde edilen servetlerin yarattığı ışıltı hep zavallı insanoğlunun savaşmasını, hunharca öldürme yetisini geliştirdiği gibi, bilim ve sanatın da gelişimine altyapı oluşturmuştur. Hakim sınıfa hizmet, sanatta mesenlik, savaş sanatına özgü buluşlar, zavallı insanoğlunun sonuna doğru gidişini de hızlandırmıştır.
-Peki, kapitalizme rağmen, sahip olma güdüsünü dizginlemek olanaklı mıdır? Nasıl?
Hayır Özgürleşmeyen ve özgür düşünmeyen bireyin egolarını yok etmesi mümkün değildir. Kapitalizmin insan ilişkilerinde kullandığı farklı ve daha fazla edimlerin kendi kuralları içinde oluşturduğu tuzaklar, kışkırtılmış egoların yarattığı hastalıklı ruh halinin acımasızlığını da beslemektedir. Metaya-güce tapınçlığın ve değer olarak insandan önce kapitalin olması karşısında zayıf düşen insansal duyarlılıkların da deformasyonunu getirmektedir.
Çağımızda kanaatkar olmayı, eşit koşullarda paylaşmayı ve yarışa girmeden üretime katılıp yaşamayı seçen olgun benlik, metanın ışıltısına ve farklı hakim olma güdüsüne yenilmiştir. Bertrant Russel'in dediği gibi, farklılıklar dünyasına yenilen insan, bilerek veya bilmeyerek kendi mutsuzluğunun da mimarı olmuştur.
Bilindiği gibi, kapitalizm kendi geleceğini, kendi normlarına uygun geliştirdiği hukuksal dizge ile yönetirken, sistemi koruyan silahlı güçlerini de beslemektedir. İlkel insandan beri gelen güce tapınma veya çözemediğine biat etmenin en modern yansıması bu sistemle gerçekleştirilmiştir.
Emeğin en yüce değer olduğu, egoların bilinçle aşıldığı, eşit paylaşım ve kardeşçe yaşamın mücadelesi verilirken, yaşanan ideolojik ayrışmalar kapitalizmin işine yaradıysa da, mutsuz, aç, çıplak, kendini ifade edemeyen, ezilen, insan yığınlarının, yani, mazlum halkların aydınlanmasını da yaşayarak ve ağır bedellerle öğretmiştir.
Kapitalizm, ekonomik çıkmazlarını hep yapay sorunlara dayandırarak açtığı savaşlardaki rantla dengelemeye çalışırken, görsel medya gücünü de devreye sokup olayları kendi lehine çevirmeye çalışmıştır. Bu aşamada örgütsüz bireyin hakim sınıfa biat etmesinin dışında seçeneği de bulunmamaktadır.
Elbette bütün bu gelişen sürecin öznesi; hamalı, kahramanı, katili ve öleni yine insan.. Ancak bütün bunları yok edecek, savaşı durduracak, eşit ve kardeşçe barış içinde yaşamı savunacak ve kuracak olan da yine insan. İşte hedefimiz bu olmalı Bilinçli insan; egolarını yenmiş, kazanımlarının kurbanı olmayan ve insanlık düşmanı kapitalizme karşı örgütlü mücadelesini verebilen insan.. Bu mümkün mü? Evet bence mümkün..
-Sahip olma güdüsünü dizginleyebilen bir varlık, ötekiyle barışa yönelebilir mi?
Elbette... Sorunun yanıtı kendi içinde. Kapitalizmin yarattığı sanal renkli dünyanın içinde can çekişen insanı görebilen ve o insanla empati kurabilecek düşünsel algıya ulaşmış bir insanın savaşması, sömürmesi, kendi ırkına-sınıfına ihanet etmesi mümkün değildir.
Bilincin ve bilinç açılımının yaygınlaştığı çağımızda artık kenarda durmanın ve yılanın bir gün kendisini de yutacağını bilerek tepkisiz kalmanın mümkün olmadığı görülecektir.
Bütün ideolojilerin bunalıma girdiği ve bilinçli insanla yüzleştiği bir dönemde yaşanan felsefi tıkanıklığı yine her zaman olduğu gibi insan çözecektir. Savaşta kimler ölüyor! ve kime yarıyor! sorusu ikinci dünya savaşından beri sorgulanıyorsa, günümüzde artık ayrışmaların netleşmeye doğru gitmesini sağlayacaktır. Milyonlarca insan, bir ideal uğruna ölüyorsa, barış içinde kardeşçe yaşanacak o idealler bir gün gerçek olacaktır. Gerçek olmayan hiçbir şey düşüncede bile tezahür edemez.
-Hızlı yaşam bireyi fırlatıp attı. Bu boşluğun yol açtığı; yalnızlık, değersizlik duyguları insana 'ait olma' gereksinimini mi dayatıyor? Irka gruba, inanç söylemine, kültüre aidiyet
Hızlı yaşam, yalnızlık, değersizlik ve çalışan müthiş bir makinenin yalnızca bir parçası olmak duygusuyla insanın hiçliğini körüklüyorsa da, o çarkların kendi aralarındaki iletişimi ve birbirine olan gereksinimlerini de öğretmektedir.
Kapitalizmin yarattığı aidiyetsizlik duygusu, yalnızlık ve korkunun bilinçalındaki derinliği sorgulayarak, bireyi olgunlaştırmıştır. "Sen yoksan, hiç biri yok" Bir parçanın eksikliği, makinanın, yani, sistemin durmasına, iflasına yolaçar. Donanımlı bir bireyin bilinci örgütlü sınıf mücadelesine yönelmesi halinde, toplumsal kazanımların barışa yönelmesini sağlar. Bu aşamada Irksal ve dinsel kültürlerin ortak noktası insanda birleşeceği için, toplumsal çıkarların barışta saklı olduğu kolayca anlaşılır. İnsana özgü gelişen aidiyet duygularının bilinçli ortak noktası, karşılıklı kültürel haklara duyulan saygıyla orantılı pekişir. Bana saygı duymayana saygı duymam" söylemi, halkları kışkırtmak adına provakasyona uygun ve burjuvazinin kullandığı argumanlardır. Halkların, hele yüzyıllardır birlikte yaşamış ve kültürel kaynaşmanın yüceliğini- güzelliğini yaşayan halkların ötekileştirmek gibi sorunu ve talebi yoktur. Hakim sınıfın, mazlum halklar üzerinde egemenliğini sürdürebilmesinin en basit yolu, ben, biz tekelleşmesinin ayrıcalığını-üstünlüğünü sık sık kullanması ve buna uygun zayıf kişilikli aktörleri bulmasına -kullanmasına bağlıdır. ki, aydınlanmış toplumlar böyle söylemlerde oyuna gelmez. Geliyorsa, patolojik sorunları da var demektir!
Peki, barışın penceresi nereye bakar?
Barışın penceresi, bilince bakar.
Sınıfsal örgütlenmelerle pekişir. Çünkü, mazlum ulusların kaderi; ırk, din, dil ayırımı yapılmaksızın yine kendi gibi mazlum uluslarla ortak paydada barışı savunarak, yerli burjuvaziye, kapitalizmin uluslararası çıkarlarına karşı birlikte hareket etmesiyle olumlu şekillenir. İnsani değerleri, özgürlükleri, demokrasiyi, insan-çevre-hayvan haklarının çağın normlarına uygun yaşama dönüştürülmesiyle özlenen hayat şekillenebilecektir.
Yoksa size ve bize el Fatiha