Sayfa Yükleniyor...
Smyrna, kaderini değiştirecek, geçmişin o renkli günlerine götürecek beyaz atlı kahramanını beklemekten bıktı. Pagos tepesine doğru yükselen binlerce aracın bıraktığı hava kirliliğini taşıyan bulutlar birbirine yaslanıp kentin üstünden geçtikçe, yorgun sokaklardan geçen seyyar satıcı sütçülerin de ayak izleri azaldı.
Artık kentin adı değişti... Yeşil İzmir öldü. Yarışırcasına sokaklarını, caddelerini tıkayan beton yığını arasında unutulan birkaç çalı çırpının rengi değişti... Çin seddinin torunu, sahil boyu uzandıkça yükselen bacalardan yağan kurum, soylu bütün atların fotoğraflarındaki faytonları çürüttü.
Smyrnanın çocukları öldü. Özgürce uzanabileceği, çember çevirip oynayabileceği, koşturup saklanabileceği toprak ve çiçek kokan, oyuncaklarına bağrını açmış parklar bitti. Mahalle aralarında dolaşan buhur kokulu şarkıların yazıldığı gül bahçeleri ve kuşların konakları kalmadı. Komşularımız da kentin dışına sürüldüler. Kuşlar giderken masallara konan kanatlarını da götürdüler Çocukların olmadığı, oynayıp koşturmadığı sokakların ölü tabutlarını beton mikserlerine yükleyip demir yığını dağlara taşırken rüzgar sustu... Artık kar da yağmıyor bu kente... On yılda bir beyaza sulanan bu sokakların içindeki ayak izlerimizi saklayacak çizmelerimiz de kalmadı.
Her şey hızla değişiyor Her şey...
Kent; yollar, sokaklar, çarşılar, eğlence yerleri ve doğal olarak bu değişimin değirmenini taşıyan insanlar... Her gün farklı kılıklarda dolaşıyor. Eskimiş ruhlarını soyunmadan kirli gözleriyle gökyüzünü parselliyor İklimini de değiştirdiler... Artık imbatın serüvenine katılan evlerin duvarları yok. Gökyüzünü işgal eden demir ve beton yığınını taşıyan mantarların kulu kölesi ve seyircisi olduk... Her gün bir çıban çıkıyor bu kentin bedeninde... Araçlar çoğalıyor... Parklar asfaltlanıyor... Sokaklar otoparka teslim olmuş... Yer altında koşturan atların kopardığı zincirler bulvardan bulvara nallarını bırakıyor...
İnsanlar peşinden koşuyor zamanın... Zaman, para Zaman ölüme doğru zehirli kokusunu beyaz bir mendile sarıp ceplerimizde dolaşıyor... Bakkallar, manavlar, kasaplar, gevrekçiler öldü Sokak sütçüleri moda dışı kaldı... Evde yapılan yoğurtları yiyecek kimse kalmadı. Annelerimiz ve büyük teyzelerimiz son dantelli peçeteyi de kolalayıp radyolarının saklandığı sandıklara koydular... Odun kokusu da kalmadı, yeni kesilmiş çam kokusu... Kuzine sobalarda pişen tepsi böreklerin kokusu kendi intiharlarına yaslanarak son mandıradaki peynirciyi de vurdular.
Artık süt veren inek, süt sağacak teyze, koku veren gül, sesi yaralı yalı çapkını, rıhtımı kucaklayan dalgalar, gevreğin yanık susamları, sokaklarda, toprak ayaklarında topaç çeviren çocuklar, bebeklerini son beşikten alan kızlar, Kemeraltının boyoz kokusu, Havradaki renkler ve hayatın gizemi, şaşkınlığı ve aşkları yok
Gökyüzüne yükselen, imbatın ılık yüzünü terk eden, iklimimizi ve hayatımızı değiştiren bu kent nereye gidiyor! Bu insanların sırtı dönük yürümesi ne zaman bitecek. Gözlerindeki siyah maskeyi ne zaman çıkaracak. Ellerindeki kalın eldiveni ne zaman atacak... Kulaklarındaki tıkaçları kim ve ne zaman çıkaracak Dudaklarındaki ninninin son dizesini sürekli tekrarlayan mırıltı ne zaman umutlu bir geleceğe şarkı olacak
Smyrna can çekişiyor Son fısıltılarını kendi kulağında saklayan soylu prenses Sevgilim... Tiyatroları, sinemaları, galerileri, tavernaları, kütüphaneleri, eğlence yerlerindeki son treni kendi buharında boğan kim... Yoksa yalnızca bir fotoğraf mıydı bu kent... Bu prenses bir hayal miydi, çocukluğumuzdan kalan bir masal, bir şiirin son dizesi miydi !
Ne oldu, aile evlerindeki sinemalara Her odası ayrı bir iklimin sayfasından kopup gelen çiçeklerin demeti... Açlık, soylu direniş ve insan sıcaklığındaki ekmek... Ne oldu, renklerin kokusuna... Fuarın aynaları ve minyatür trenine... Sokaklardan geçen çöpçü karakaçanlara Yoğurtçunun para almadan yüreğini tepsiye bırakıp gitmesine. Sütçünün omuzundaki tahterevallinin bidonuna... Komşu kızının her koşulda yan bakan gamzesine. Saçların sarısına, gerçek renklerin uykusuna.
Yaşlanıyorum galiba...
Yüreğimin çan sesinde uzanıp, körfeze bakan bulutların beyazlığına sarılıp düşüyorum, Pagostan Puntanın uyuşturucu kokan fahişe yollarına...
Kent yaralı... Yaralıyım...
Kent öldü, anılarımı ve çocukluğumu da
Yeşilliğini son karganın gagasıyla gökdelenlere verdi, ben de suskunluğa kendimi...
Sokakları koşturan kokuların son elçisi de öldü Altın damla kolonyasında... Bebekler artık ağlamıyor Susmuş bütün şehir Susmuş Pasaporttaki Numune pavyonunun neonları
Pazar yerinde ucuz ekmek kalmadı akşam saatlerinde, bütün insanlar sıraya girdi, kılık değiştirmeden, kasalara. Yumurta ve rokanın kızıl kardeşi en güzel yemekti akşamüstünde menemen... Yağmurda kokunun göç ettiğini duydu Rakım El Kutlu son güftesinde. Sonra Rüştü Şardağ intihar etti, son şiirinde Hasan Tahsini tekrar öldürdüler yıllar sonra... Gemiler bayraklarıyla akşamın son mevlidini okudu kampanalarıyla... Fahişeler çoğaldı, ellerinde fal defterlerindeki alacaklarını saklayarak. Umut denize düştü. Balıklar boğuldular... Kuşlar düştü uykularından bu kente. Ve ben çocuktum. Sonra büyük bir adam... Sonra bir şair ve intihar.
Bu kent yakışır aslında kendine. Körfeze sığınan bütün korsanların maskesini rıhtıma bırakarak uzanmalıyım bu yollara. Çocuklar gelecek biliyorum... İmbatın şarabıyla
Smyranın kutsal rahibeleri, kahinleri, şairleri ve bizi bekleyen çocukları Ellerinde son kalan fesleğen demetiyle. Gün batımında Smyrnanın gözyaşlarını saklayan ufuklardaki şarabın denizinden. Kirlenmemiş yeni doğmuş bulutlardan... Dostluğun ve bu kenti sevmenin ülkesinden...