Sayfa Yükleniyor...
Bir rüyaya başlar gibi karanlığın ardındaki ırmağın sürekli değişen yansımaları içinde renklerle aydınlığa koşarken, zaman saatlerin hiçbir diliminde bu kadar hızlı değildi.
Bu aydınlık; hayatın akışı içinde tarihin en yaşlı çocukları olan kentlerin ruhuyla buluşması ve içsel hesaplaşmasıydı..
Binlerce yıldır insanoğluna beşiklik etmiş ve beslediği insanoğlu tarafından bir iğne oyası titizliğinde işlenerek günümüze kadar gelmiş kentlerin öyküsü bin yıllardır, rüzgara yüklenmiş incir ve zeytin kokuyordu.
Kentler mi insanın gelişiminde başat, yoksa insan mı yaşadığı kenti kalıcı kılmaktadır sorusunu esrikleşmiş atların kanatlarında sorgulayarak rüya içinde ilerlerken durdum.
Didim'in Apollon tapınağından rüzgara yüklenmiş yorgun seslerin içinde ben vardım. Kendi suretimi okşayan eski bir melodinin en hüzünlü ve coşkun sayfasında ruhani bir çağrı vardı.Ses... Çocukluğumun Mardin zangoçlarından kalan ve ilk gençliğimden ayaklanarak gelen bu seslerin ağaç dallarından düşen yaprakların uçarken havada birbirlerine anlattıkları masalların kendisiydi.
Aslında duyduğumuz rüzgarın bize anlattığı, büyülü kentlerin bize ulaşan ruhundan başkası değildi. Ben ordaydım.
Hititler, iyon ve lidyalı kardeşlerimden kalan antik yontuları içinde bana saklanan birkaç dizenin şarap tadını saklayan rüzgar, ovadan Priene'ye, oradan Milet'e anaforlar çizerek kanatlanmış bir hayatın içinde saklanıyordu..
Tarihin de rüyaya durduğu büyük Menderes nehrinin bulanık yüzünü döktüğü Bafa kıyılarında bütün dillerde ve dinlerde gülümseyen kent Herakliea.. Beşparmak dağlarında sonsuz huzurun simgesi kaya mezarlarından inerken, taş oyuklarda birikmiş yağmur sularından içtim. O taşlar da aynı sularda yıkanıyordu. Taşların atalarından oluşan bir ezginin rüzgarla bana ulaşan ninnisini avuçlarımda sakladım. Gözyaşlarını saklayan bir tarihin unutulmaz bakışları arasındaydım. Her taşın yüreğini kanatarak figüre dönüştüğü bu kalın duvarlar arkasındaki avluda çocukluğumun benzer ağaçlarıyla aynı meyveye durmuştuk. Ben bu kentin duvarına konan taşların sarhoş oymacısı, harçları taşıyan Müslümanın komşusu ve Ermeni fırıncının, her taşın her harcın ve kutsanmış ekmeğin kardeş ellerinde mırıldandığı öyküydüm..
Zamana ihanet eden, atları bir metal yığınında saklanmış, nalları plastikten, dizginleri yuvarlak bir yılana dönüşmüş ucube otobüs durdu.
Rüyanın ardında kalan sis perdesi içinde şaşkın bakışlarımla kentin sabahlığını öptüm. Kent asi bir duruşun sesiz akışı içinde dağlara çekiliyordu. Didim yönünden dört nala gelen bulutların işgaline karşı direnen ve çığlık çığlığa kenti uyandıran martılar çoğalıyordu.
İlk soluğu aldım..
Yüzyıllardır tanıdığım yağmur kokusunda dostlarımın da elleri vardı. Biraz daha yürürken gül yüzlü sevdamızın Kocagöz ve Özturanlı kardeşlerim geldi.
İşte Söke..
Bu kentin uyuyan ruhunu uyandıran ve her taşın içindeki figürü, bir ney eşliğinde insanoğlunun en güzel yaratısı olan sanatla buluşturan eski zamanların gölgeleri duvarların içinde saklıydı.
Bir kenti içinde yaşayan insanlar mı değerli kılıyor, yoksa kentin bin yıllardır sakladığı kültürel kalıt mı, o kendine özgü ruhu mu içinde yaşayan insanları emziriyor..?
Kent mi içinde yaşayan insanları yoksa insanlar mı yaşadıkları kentleri etkiliyor.. Kimin ruhsal atmosferi daha baskın.. Susup, Samim Ağabeyin, İskender Amcanın fotoğrafında, gümüş ipek saçları arasından havalanan sabah kuşlarını selamlıyorum..
Yürüyüşün bir durağında, çiçeklerin suya indiği, sevgililerin kaçamak bakıştığı daracık sokakların arasından buğday kokulu bir hayat yeniden şekilleniyordu. Söke, aşkını yüreğinde saklayan, bakışlarındaki hüzünle daracık sokaklara dağılan çocuktu.
Tarihin ve sanatın insana bıraktığı en büyük mirasın sevdasında özgürlük kuşları vardı. O yaralı kuşlardan, İskender Özturanlı, Samim ve Halil Kocagöz yalnız değildi.. Biz de oradaydık. Meşe oyunundan kalan tozlu ellerimizle bu kez kazılan toprağın çiçek yüzlü, güvercin kanatlı çocuklarıydık. Murat ve Mustafa Özturanlı kardeşlerimle tekrar saklambaç oynayacağımız İzmir sokaklarında ıslık çalarak kızlara şiir attık..
Yeryüzü, ülkem, tarihin hırçın çocuklarından bize kalan ve içinde binlerce anının söylencenin somutlaşarak oluşturduğu taşlardan bize bakan, değişen mevsimlerin hırçın yağmurlarına direnen kentler.
Takıntılarımla ayrışmanın kıyısındayım.
Bir insanı içinde yaşadığı kent mi güzelleştirir.. Yoksa orada yaşayan insanlar mı yaşadıkları kenti... İnsanı doğuran annesiyse, onu besleyen ve kimlik veren yaşadığı kenttir demek kolaycılığına takılmadan. Tarihsel gelişim süreci içindeki birikim, kalıtsal değerlerin yaşam içinde bireyle bütünleşmesi midir kentleri tarihe mal eden..?
Moskova hüzünlü bir kent miydi yoksa Sergey Yesenin mi hüzünlüydü.. Mayakovski mi sokaklarından, sokaklar mı o dev şairden etkilendi, hangi sokaktan beslendi şiir.. Prag Kafka'dan ötürü mü Prag oldu, yoksa, Kafka mı Prag'dan ötürü Kafka oldu.. Yeditepeli şehir mi Nazımı yarattı, Nazım mı yaşadığı kentlere anlam kattı.. Sinop, Sabahattin Ali'den önce var mıydı.. Kim kimi besledi..? Söke mi Samim ve Halil Kocagöz'ü, İskender, Murat ve Mustafa Özturanlı'yı, Orhan Çubukçu, S.Salim Pülten'i doğurdu, yoksa onlar mı kendi sevdalarına uygun kentlerini doğurdu..
Yeryüzü insanlığına kalan kültürel mirasın yaratıcıları mı beslendi yaşadıkları kentten, yoksa o kentler mi bu değerler sayesinde kent oldu.. O sanatçılara ilham veren o kentler mi, yoksa o yaratıcı dehaların bıraktıkları eserlerle o toplu yaşam alanları kent kimliğine büründü..?
Zaman, uçarı bir çocuğun uçurtmasında bizi de götürürken, suçlu kim ?