Sayfa Yükleniyor...
Kalibresi yüksek bordo bir aşk vardı / Aramızda / Rüzgarın sesi koşuyordu / Gözlerinden karayele.. Ben çok küçüktüm / Sular da arınırdı kendi renginden / Ben çok küçüktüm o zamanlar..
Hepimiz o büyülü süreci geçtik. Bir çırpıda geçen çocukluğun, arkasında kalan tanımsız ifadenin büyülü sözcüklere dönüşmesi, ancak şairlerin anaforuyla ruhun özgürleşmesiyle mümkündür.
Şair çocuk gibidir. Veya hiç büyümeyen çocuktur söyleminin yaygınlık kazandığı günümüzde, naif yelpazede dolaşırken; şairin imgeye sığınarak kendini, yüreğini, düşüncesini ifade etmeye çalışması yaşanılan çağa olan tepkisini de içermektedir.. Özgür ve rahat ortamda yaşayan insanların, farklı anlamlara gelebilecek imgesel söyleme gereksinmesi yoktur. Bu içsel sığınağın yarattığı yeni sanat algısında; yazarın değil, eser-yapıt psikolojisinin sentezlenmesi; yapıtı yaratan sanatçıya değil, psikolojik sonuç olarak görülen eserin sentezlenmesiyle geriye dönüşler yapılarak sanatçıya ulaşılıyor olması,eleştiri veya yapıtı değerlendirmedeki geleneksel kuralların dışına çıkılmasını gerekli kılmaktadır. .Artık sanatçının duygu düşünce ve hayatından yola çıkarak değil, üretilmiş yapıtların psikolojik ayrışmasıyla yazara ulaşılması hedeflenmektedir.
Yapıtın değerlendirildiği laboratuvarlar hızla artarken; ülkemizdeki ahbap çavuş ilişkileriyle kurulan ödül ve tanıtım pazarlarını ve gerçek okuyucuyu salak yerine koyan karşılıklı gettoların birbirini tanıtarak taltif etmesini;haklı olarak protesto eden,hem tanıtımı hem de mevcut ödül anlayış ve pazarlarını ret eden sevgili dostum şair Mutlucan Güvendirin ilk yapıtı olan ŞEY ile tanışmanın heyecanını yaşadım.
Evet; nihayet fuarda yeni ve gerçek bir şiir tadı yakaladım. Fil mezarlığının şiir dünyasını işgal eden şovmenleri arasında böyle pırıltıların olması, yeşermesi; özlediğimiz tanımsız tatların her dizede kendine özgü rengiyle bir sonraki dizeyle kucaklaşması ve sizi mavi kanatlı bir kelebeğin kozasından dışarıya atma sürecindeki heyecanı, şiirin nesnel özdeği ile ruhunuzu kucaklaması müthişti.
Yıllardır şiirlerini severek okuduğum, güdümlü gettolara karşı tavrıyla kendine münhasır bir kurallar dizgesinde hayatını ve şiirini sabırla ören, bir derviş edasıyla yaşam biçimini de anlamlandırmış bir şair olarak şiiri ve hayatı yorumlayışını hep daha samimi ve doğru bulmuşumdur.
Tek kelimeyle, ilginç bir şiir yapıtı ŞEY..Ve sanırım bu yıl 19. Tüyap Kitap Fuarının en sürpriz yapıtı. Daha ilk kitabıyla mevcut şiir algısını değiştirecek olan bir demet şiirin bıraktığı yarım olmak, yarım kalmak duygusunun tümevarım maratonu sonunda varılan hiçlik birden bire çocukluğun pembe sisleri arasında; kavgaya, aşka, ayrılığa, kavuşmaya, denize, güverteye ve kör kaptana uzanması ve örgü; usta bir şiirin ayakizleri olarak aramızda dolaşmaya başladı.. Zaman, kör ve topal perdenin izdüşümü olarak yere düşerken bıraktığı anısal izleri şiirlerinde çığlığa ve sonra boğulan adamın gözlerine bırakması rastlantı değildir.
Hayatın küllerinden doğan bir felsefenin içinde kalan közleri, imgelere dönüştürerek yolumuza sermesi, sevgili Mutlunun oyuncaklarından en çok sessiz çocukları sevmediğini anlamak kolay gibi görünüyorsa da, bakışlarında yarım kalan uykunun siyah pelerinini bir kahramanın en mahrem gizemi olarak şiirlerde saklaması alışılmış değildir.
Akşamsız kalma, yüzünü indir şuraya / bin tabut kokusuyla taşındın tenhadan.. dizelerinin içsel derinliğinde dolaşan şairin suskun kalması pek uzun sürmez. Sevgili Mutlucan, sessizce oturduğu kitap standında yarasını taşıdığı aşkları ve hayatı bir dervişin tütsülenmiş kaleminden buhurlarla kaplanmış bir kitaba saklaması, zor bir söylemin bile taşıyamayacağı bir derinliğe uçmayı ve ölmeyi gerekli kılar.
Her ŞEY, aslında bir ŞEYdir. Karın erittiği lodos rüzgarıydı belki.. Hayatın en anlamlı sayfasında; kendini bile eleştiren, kendini bile denize atan ve kör bir kaptanın rüzgara sarılarak ufuklara uçmasını,gözden kaybolacak kadar uzaklaşmasını, aşkın kutsallığı sayan bakire kızları hayat izleklerinin kenarında bırakan bir şair sevgili Mutlucan.
Kimi kime bırakmalı.. Hangi aşkı hangi cellada.. Zamanı, zamansızlığın hangi kuyusuna ve çöl kumunun tuzlu tanesindeki fosforlu öyküyü, gün batımında deniz kenarına taşıyan ellerini aşktan kaçırmanın utancıyla içine dönüyor şair.. Çocuğun en güvenilir sığınağı, ekmeğin arttığı sofralardan sonraki ucuz uygunun rüyasına sığınan perilerin şarkılarıdır. Sesin şiire sığındığı mevsimlerde aslında anlatılmayan bir aşkın taş duvarlarında kalan tırnak izleriyle islerin amentusunu okumak gibi, dağınık saçlarını lambaya asan gecenin kendisi de şiirdi.
Ulusal ve uluslararası şiirin varyantlarında yaşayan, son yıllarda şiirdeki tıkanıklığı veya seviyesizliği veya basit ve kapalı devre körlüğü yakından izleyen bir şair olarak tam umudumu yitirmek üzereyken, Tüyap İzmir Kitap Fuarında ilk yapıtını okuyucuyla buluşturan Mutlucan Güvendirin, ŞEY isimli yaptındaki şiirlerin yarattığı anafordan kurtulan deniz kızlarının, güvertede güneşlendiği bir saatte karşılaşmayı kendime armağan verilmiş bir denizci kimliği olarak sakladım. Bence gerçek şiir biraz da bu travmanın içinden boğulmadan geçen ve şairini de kurtaran şiirdir.
Aşk korsanı; sevgili Mutlucan Güvendirin ilk kitabı olan ŞEY, galiba yalnızca bu yılın değil, sözcüklerin yeni anlamlarla hayatımıza gireceği bütün yıllarda hep yeni ve aşılmaz olarak görüleceğini biliyorum. Aşkın ve hayatın imgesel anaforunda; insanı titreten dalgaları, geminin güvertesini aşacak şekilde, yelkenlerde saklayan ilginç ve müthiş şairi tanıştırdığı için Tüyapa ve sevgili Yaşar Aksoya teşekkür ediyorum.. ŞEY, yılın en önemli şiir kitabı .. Yere düşen damlaları topluyor gözlerim / boğulan tarih buz tutuyor ayazda / Arhaviden Trabzona demleniyor Rize / Kara bir çaya / Kapı çalınıyor / aç Misafirdir ateş ve su / pusulası yitik her bolşevik kuzeye / miras bırakmış mahlasını / azınlıklar prensi size.. / beni merak etme / uslu bir sınıf sessizliği gibi / dip bir cinayetin / cesediyim şimdi...
Hoş geldin sevgili Mutlucan Şiirin ve mercan kokulu rüzgarın yeni kaptanı..