2

Ve Geçti Zaman


  • Oluşturulma Tarihi : 16.07.2016 06:58
  • Güncelleme Tarihi :

Yaşlandıkça zamanın yetmezliğinden şikâyet etmeye başlıyoruz.

Gençken veya bir zamanlar gençken zamanın geçmediği, saniyelerin kaplumbağa sırtında gezdiği günlerin sonuna, yılların sonuna nerden geldik, ne kadar çabuk geldik…

Daha dün ilkokul, daha dün ilk sevdalanmamız, daha dün ilk kavga ve kızlara şiirler yazmamız… Bir rüya gibi. Hiç yaşanmamış gibi…

Sahi yaşadık mı? Bu kentin fayton sefasından, Konak’taki Osmanoğulları’na, Atıf’ın yerine  takılan biz miydik.  Parasızlıktan bir çayı üç kişi paylaşırken oturduğumuz masanın dibinde denize giren çocuklar mıydı…

De gidi de… Zaman işte…

İnciraltı’nda plaja parayla giriş… Urla’da ESHOT kampı, DDY yaz kampı, bataklık ve sazlıklardan oluşan o sahilin kıyısında çaktırmadan denizden çıkacak kızları bekleyen biz miydik… Dostlukların ekmek kokusunda pişen kızartmaların biberini ve dilberini  aç ve sefil bekleyen biz miydik…

Tramvayı salla, daha dün Mezarlıkbaşı yokuşunu ceylan gibi süzülerek çıkan boynuzlu troleybüslere asılıp bedavadan yolculuk yapan fırlamalar, pazar yerinde can çekişen  bağırışlarıyla genç kızlar geçtiğinde sesinin akordunu değiştiren, öğlen akşam gevrek peynir ve haşlanmış yumurta ile bayram yapan ,üstü başı kir içinde ve esmen kolonyası  kokan biz miydik…

Kaç paramız vardı sinemaya gittiğimizde

İlk sevgilimiz kimdi!

İlk fuar heyecanı, ilk dev aynalar ve denizkızlarını delik çadırlardan izlemek… Akasyalar çay bahçesinde  semaver satmak, minder satmak ve çaktırmadan güzel kızların masasına ücretsiz  gazoz bırakmak, otobüs biletlerine aşk mesajları yazmak ve uçarı bir hayatın içinde atsız prens olmak rüya mıydı…

Sokağın başından gelen, yağda pişmiş yumurtanın kokusu… Camları silerken tutturduğu şarkının peşinden giden evde kalmış ablaların çapkın bakışları, çiyan ağabeyler, Çingeneler, Afrolar, Göçmenler, Doğulular, Batılılar ve bilumum yoksul beyaz zencilerin buluştuğu sokak muhabbetlerinde paylaşılan hayatın tadı…

De gidi de… Geçti zaman. Ne günlere kaldık şimdi…

Ne sokak kaldı, ne pencereden el sallayan, arkamızda bildiği duaları okuyan mahallenin yaşlı anaları. Ne poğaça yapan ne de sokakta oturan komşularına taze çay ikram eden. Ne de akşamları buluştuğumuz yazlık sinemalarında aşklarımızla paylaştığımız Cincibir gazozu…

Önce sokakları bozdular. Anahtar teslimi aşklar…

Ensesi kalın, fötr şapkalı müteahhitler girdi mahalleye. Kediler kaçtı, köpekler, sonra biz ve arkasından bahçelerin son narı, son incir kokusu, son ninniler ve son kızartma kokusu…

Yükseldi vatan. Yükseldi duvarlar, yükseldi beton soğukluğu. Ayrılıklar başladı. Sınıflar ve birbirimize bakışlarımız. Kızların kaderi değişti, bizim de. Sokakların da… Herkes konforlu odasında ve tek kişilik televizyon hücresinde. Komşularımız gitti. Sevdiğimiz kokular, çocukluk arkadaşlarımız, bahçemiz, tavuklar, çapkın horozlar ve pencereden bakışarak büyüttüğümüz aşklarımız.

Herkes gidiyordu ve gittikçe azalıyorduk. Ruhunu ve beslendiği insan sıcaklığını geri gelmeyecek mevsimlere sattık. Herkes mutluydu ve herkes yalan söylüyordu. Kalabalığın içinde kendini arayan amcalarımızın öldüğünü başkası söyledi. Sokaktaki çeşmeleri tıkadık, taşlarını kırıp yeni binaların temelinde tarihi sakladık.

Biz bu kadar pis çocuklar değildik. Biz bu kadar vefasız da değildik.

Her şey aniden ve bir çırpıda değişti. Değiştirdiler. Yaşanmamış günlerin çocukluğunda kalan salçalı, sana yağlı ekmeğimizin son lokmasını verdiğimiz karıncaların duasını pencereye asıp birbirimizi sattık. Ağlayacak bir şey yoktu ki… Ne de olsa çocuktuk. Ve zamanın nar tanesindeydik… Bilmediğimiz bir şey değil artık yaşlanmak. Ve ilk aşkımızdan sonraki kayıplarımız.

Ama yine de, yıllar sonra da olsa bir sızı kalıyor. Bir yara kanıyor, geçtiğimiz bu sessizce konuşan sokaklardan... Biliyorum… Beni arıyor asfaltın altında taş parkelerin üzerinde kalan ayak izlerim ve ellerimin sevgiliye sakladığı sıcaklığı.

Ne çabuk geçti zaman… Ne çabuk büyüdüm ilk aşklarıma…

Yüzlerce kelimelerin arasında, hangi sözcüğün, hangi cümlenin hatta hangi ünlemin, çocukluğumuza dair zamanlardan kanayarak süzülüp geldiğini anlayabiliyorum şimdi, sokakların derin hüznünden.

Özenle sakladığımız masalların bir köşesinde bize ait çocuk gölgelerinin fısıltısını ve kokusunu hissediyorum. Bunu bir tek ben biliyorum. Ve bildiğim için de mutsuzum… Çünkü, eski fotoğraflardaki, bir tek kuşların bildiği gizli alfabeyi görmek ve bilmek yetmiyor artık gözyaşlarıyla yaşlanan bana ve bu kente.

Söylenecek son şarkılarımızla geçmeliyiz artık bu sokaklardan ve bu kentten…

Sakladığımız sözlerin kuş kanatlarında kanaması ve uzak coğrafyaların bulutunda serin bir kucaklaşmaya dönüşmesi ve belki de hiç kimsenin bilmediği kokularla yarım kalan bir çayı paylaşmasının son ırmaklarındayız. Bu kent yarım kaldı aslında. Aşklarım, Çocukluğum da böyle. Sokaklardayım ve yarım kalan her şeyde kendimi görüyorum. Nedenini de bildiğim halde yine de burukluğun şarkısına yaslanmak ve yaşlanmak zor geliyor bana. Bunun da adı, acılara alışmak ve bir uzvunmuş gibi bunu sürekli bakışlarında taşımak gibi...

Ne diyelim, sağlık olsun.  İşte hayat böyle… Veya bizimkisi böyle. Ne de olsa biz, acıların dilini öğrenen çocukların arasından geldik. Ama yine de sevgide kör bir dilenci gibi kalmak zor…Ey Smyrna.. Hoşça kal.. Ağlamaklıyım şimdi... Gözyaşlarımın sesi sen ol... Senden uzakta yaşlandığım için…

Ve Geçti Zaman
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan