2

Yarım Kalan Şiir - Halis Altındağ


  • Oluşturulma Tarihi : 05.03.2016 07:53
  • Güncelleme Tarihi :

Uzun bir rüzgarın peşinden yuvarlanan çalı çırpının bıraktığı izleri yıldızlara armağan eden bir coğrafyanın esmer şiiriydi Altındağ. Gece yarıları uğuldayan yoklukların asılı kaldığı dallardan sözcükleri toplayarak uykularına ve uzun bir serüvenin yelkenine umut toplardı. Çocuktu o her zaman. Çocuk gözlerini hep siyahın ufuk çizgisinde tanrıya uzanan bir merdivenin ilk basamağında bekletirdi. Savur, ilk hayallerin ve masalların renklere girdiği tarihin ayağa takılan taşlarındaki ninnileri hep kuşlara armağan ederek uyurdu kendi saatine. Şarkılar, kuşların aniden yüreğinden kalkışıyla bırakılan dizelerin yine dallardan düşerken çıkardığı seslerin kendisine ulaşan ilahisiydi. Her şey şiirden ve rüzgardan ibaret bir hayatın en sırtında kendi çocukluğunu saklardı. Oyundu hayat. Ölümler de, ara verilen bir gezintinin içindeki acı kahveden düşerdi. Uykularını bölen direniş saatlerinde yüzyıllara at sürer gibi pencereden bakardı sıcak bir yorganın sırdaşlığına. Ve gece bir Şahmeran kollarında uyanan şiirin kendisiydi… “sürekli işlenen bir gece / dağ bölünmüş ortasından / bin yılım gömülü” sevgili Halis,  sık sık terleyen avuçlarında ekmek kadar kutsal saydığı dizelerin peşinden koşarken ayağına takılan taşların mermi ağrısını tepesinden geçen sığırcık kuşlarının kanatlarındaki uzun bir çizgiye bakarak geçirirdi. Bu salt taşın yorgunluğu değildi.

Geçen kuşların arkasından kendi şarkısını söylerken aldığı yanıtların melodisini akan suların gölgeliğindeki kavaklara yelpaze atardı. Suskun hayatın içinde değildi bakışları. Yanı başında akan hayatın en ince damlasında bile kendi ellerinin ve ekmeğin ağrısını duyardı. Bir adım ötede mayın tarlası, bir adım ötede aşk, bir adım ötede ağıtların kuyusundaki yankılarla yolunu Mardin’e çevirdiğinde çocuktu aslında. Halis, aşkın karanlık sayfasından geçmiş bütün atlıların izlerinde hayata ve okula yürümenin ağırlığıyla bulutların renginden düşen sözcükleri toplayıp yürüdü. “Kent bilmecesi çözülmez dağı yarmadan / şimdi / buluttur sallanan …”   kent, kendi ipini koparmış rüzgarın en tepesinde dağın yamacında oturmanın uzaklığıydı, ürkekliğinde. Savur… Savur… Savrulan bir hayat sayfasındaki uzun kavakların kendine ve şaire uzattığı seslerin içindeki büyülü tınıyı kulaklarına taşıyan Sur’un kendisiydi. Kıyamet burada kopardı… Bab-ı Sur ‘un sarı topraklarından kaçmış bir beton yığını içindeki okulun binasında ekmek ve aşkların en hırçını olan ayrılıkların adını yazardı. Mardin… Mezopotamya’nın asi ve hırçın penceresinden gece yıldızlara uzanmanın serinliği ve uzun süre ağlayan bir türkünün ağıtlara düşen bir tüy hafifliğindeki sızısıydı. Taşlardan ve aşklardan sonra acıların dilini dar sokaklardan geçen eşkıyaların poşulu bakışlarını Mezopotamya’ya dökmenin ve ardından ekmeğe tuzak mayınların çukurlaşmış gözlerinde sustu. Halis Altındağ, çocukluktan uyanan ellerini derin bir yara gibi sararmış ovanın derinliklerine uzatarak karşı köylerden, kentlerden gelen sesi okşadı… “avcılarla yatardı kardeşim / bunlar su avcıları / uyandırılmamış kaya parçaları…”

Ses sesi, ayrılık ayrılığı, ekmek ekmeği böldüğü ve ölümün bir yılan soğukluğunda dolandığı hayatın en tepesinden, kalenin göğsünde kendi ellerini buldu Halis. İçi yeni kanatlanmış kuşların ürkekliğinde kente bakıyordu. Jandarma cemselerinin sirenlerinden kalan tekerleklerin izinde uysal ve ruhani bir sessizliğin kavalı çalıyordu. Kent, umutlara yolculuğun kanatlarını büyüten rüzgarın kendisiydi. Şiirler, daracık sokakların daracık ve dövülmüş demirlerin arasından bakan çocukların gözlerindeki anlamı taşıyacak kadar çocuktu. “İçimi yazılmamış şiirlerin ağırlığı böldü / çatlak eller / ey zap, ey çatlak eller / bir düş bu kızgın toprakta…” Sonra sevdanın gökkuşağı renklerinde gözlerini ve kanatlarını bırakan çocukların ardından gitti. O bir konuktu bu kentte. O bir yolcuydu Mezopotamya’nın acılı rüyalarından uyanmış ceylanların ürkekliğindeki namaz saatinde. Aynı an da çan çalıyordu, aynı an da ezan düşerdi minareden dizelerine. Ve hep birlikte çıkıp sarhoş oluyordu taşların özel ninnisini söyleyen rüzgarın dar sokak aralarında. O sesi yalnızca şiir ve kuşlar duyardı. İlahi bir sesin ayak seslerini yüreğinde taşıdı. Bu kent gençliğiydi Halis’in, ablasıydı, ilk aşkının bakışıydı… İlk taşa dokunmanın serinliği ve dağların en tepesinden aşağıya düşen açlıkların kardeşiydi.

Ölüm, bu coğrafyanın en uzun türküsüydü. Ölüm bu coğrafyanın Şahmerandan kalan izlerin sürülmesiydi. Ölüm, ayrılıktı, gitmekti; sonsuza kadar kaçmaktı, atların nal seslerinden düşen tanımsız melodilerin masallarda dinlenmesiydi. Rüzgar bütün mevsimlerde serin eserdi. Okuldu, ekmekti, meydanlarda bağırmaktı, haykırmaktı kurulu düzene başkaldırmaktı… Ve belki de bütün yaşadıklarına ve tanık olduklarına sessizce ortak olmaktı. Acıydı hayat. Zulümdü yoksulluk, çocuktu gurbette insanların elleri. Yollar kendi çıkmazlarından çıkıyordu caddelere. Kentler büyüyordu, insanlar çoğalıyordu, kediler, köpekler ve atlar yoktu. Bağ bozumundan sonra gölgesini şaraba veren bağlar, bahçeler, kavaklar ve Mardin’in eşkıyalara yol gösteren sessizliği yoktu… Ankara… Büyük kent, büyük araba. Büyük zulüm ve büyük işkenceler ve ardından gelen aşkların penceresindeki ayrılık… Bir yabancıdır, bir çocuk, kimsesiz ve parasız bir hayatın konuğudur, ihanet kokan bulvarlarda... “Konuğu olsam dağın / belleğimdeki dağların /doğu dağlarının, batı dağlarının / sarılsam yeşiline /dur güzel /dur zap suyu / annemin ikiye böldüğü nar gibi …”

Hayat kendi salıncağında akıyor, karanlıktan umuda. Sallanan çocuklar artık büyümüştür kendi iplerinin boynuna. Şarkı söylemenin ve kardeş olmanın zamanında unutulmuş şiirleri armağan etmek ister sevdiğine. Yola çıkar aşk… yola çıkar açlıkların çocuk yüreğinden yüzyıllardır kendine sakladığı sözcükleri… “ak cümlelerin söylevi /  yıldızlar konuştu / ay haber saldı on dördünde / aşka yolculuk var…”

Zaman, uçarı atların peşinden kendi yelesinde çocukları toplar.  Çocukları, ekmeğe doymamış çocukları, oyunlardan arta kalan açlıkları ve aşkın en hırçın saatlerindeki umutları… Zaman, Savur’dan dere yatağına gölge olan kavakların ince uzun dalından düşen kuşların şarkılarına; Mardin’e, Mezopotamya’nın eşkıya taş şiirindeki çığlığa uzandı. Halis Altındağ bir çocuktu aslında, genç bir aşık, kavgada kardeş, inançta bir havariydi Ankara’da… “ ay tutsak kuyuda /ümmühanım parmakları yolcu /pencere kızına ve sana / ilk hece düşünce sana /belleğini sarıp sarmalayıp /sere serpe ardından gelene /o içine sığdırdığımız zamanı içerek /ikinci parmağın söyleviyle…” son şiirini Sur’a üfledi Halis Altındağ. Gençliğinin ilk basamağında. Aşkın ilk dizesinde, şiirin ilk serinliğinde. 26 yaşında öldürdüler Halis’i… Bir tank ağırlığıyla geçen zamanın modern arabasıyla. Çarptılar dağa, Savur’a, Mardin’e, aşka, çocuklara, kuşlara, şiire ve zamana… Bir çocuk öldürüldü, bir genç bir şair… Sesiz, sedasız, ağrısız, kimsesiz taşları kara bir kentin uğultusuna düştü son dizeleri. Dağ kokuluydu… Mardin’in çan ve ezan kokulu, büyüdüğü Savur’un kavak serinliğinde, ekmeğini paylaştığı kuşların kanat seslerinde, sessizce ve kendi halinde, bütün yalnız şairler gibi, erken ölen kuşlar gibi kendi şarkısında… Güle güle Halis Altındağ… Biliyorsun ki, yaşarken de en yalnız şairlerdir aslında. 

Yarım Kalan Şiir - Halis Altındağ
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan