Sayfa Yükleniyor...
Bilgelerin sabır tespihinden kopan inci tanelerinin renk değiştirdiği kıyılarda saklambaç oynayan zeytin ağaçları da kıvırcıktı. Ve tarih çocukların anılarında uçurtma olmadan önce zamanla içine kapanan bu kıvırcık sayfalarla başlardı. Pencere açıldı, maviye boyalı kepenklerin arasından küçük bir kız baktı..
Yağmur gözlerinde ve kıvırcık saçlı, bebek yüzlü bu kız, uzunca süren bir masalın ardından giden kuşların hüzünlü bakışlarına takıldı. Kuşlar tepelerden aşağı düşerken birbirlerine ve küçük kıza baktılar. Kız hüzünlüydü, belki de ağlıyordu.. Kuşlar bilgeydi ve dökülen gözyaşlarının yere varmadan sözcüklere dönüşeceğini ve yere yalnızca kutsal bir esinti olarak dağılacaklarını biliyorlardı.. Zamanın kendi pelerinine sığınıp dolaştığı koyların hepsinde binlerce yıllık iğne oyacıların kendilerine sakladıkları aşkların sıralandığı dağlar, tepeler ve kıyılar sonsuza kadar anlatılacak ve anlatıldıkça hüzünlenen toprak ananın iç geçirmesiyle sarsılarak kendine gelme sancısında yeniden şekillenecekti. Hayatın şekillendiği bu coğrafya deprem bölgesiydi.. Her kıvrıma dalan denizin arkasında yuva yapan balıkların bıraktığı izler, yeni kurulacak bir kentin kıvırcık saçlarını oluşturuyordu.. Çocuk, pencereden gelecek babasına bakarken yalnızdı ve hüzünlüydü ve belki de ağlıyordu.
Her şey dantel perisinin boş zamanlarında bıraktığı uzun soluklu yollarına uzanıyordu. Bu coğrafyanın özel ve kovulmuş havarilerin sığınağı olduğunu bilen rahiplerin hepsi Taksiyarhis kilisesindeydi. Dar ve uzun tünellerin duvarlarına gömülen şarap ve taş ustalarının bakışlarında donup kalan ve yalnızca o taşların dilini bilip geçenlere anlatılacak veya yalnızca onların anlayacağı dilde şarkıya uzanacak öykülerin bir kısmı yine kıvırcık bir sayfadan geçenlere bakıyordu. Tüneller hep tanrının gizliden kullandığı ve yalnızca kendi aydınlığı ile yaktığı şamdanların kesik uçlarını kızıl renklere boyayıp umutlarıyla sardığında oluşan aydınlığın kendi gölgeleri geçebilirdi. O İğne oyası koyların ve yeşil bir sütuna yaslanan dağların yıkılmış son hali, Tanrının en sakin saatlerinde yeşile verilmişti..
Aşk tepesi Cundanın en haylaz çocuklarını saklayan yaşlı bir rahibin erken ölen bakışlarına adanmış bir ışığın aşkını taşıyan martıların sığındığı yerdi.. Bu kıvırcık saçlı kentin; Ayvalık sokaklarında dolaşan ve Cumbalı taş evlerin arasında kaybolan bütün çocukların yaslandığı taş merdivenleri sessizce izleyen cumbanın yine kıvırcık gölgeliğinde oynayan çocukların ellerindeki tütsüler akşamın şarabi kokusuna armağan edilen şükür duasıydı.
Çocuklar uykularından ansızın uyandılar. Dışarıda, kıvırcık bütün koyların üstünden geçtiği için saçları da kıvırcıklaşan kuşların şarkı sesleri kilisedeki zangocun akşama uzattığı son duasını bastırmıştı. Cunda adasından, Hasır adasına ve oradan Derviş tepesine ulaşan binlerce martının kendi içlerine kıvrılarak oluşturduğu labirentlerin çocuklara armağan edildiğini yine çocukların anlayacağı söz yığınından, sözcük ırmağına akışın yolunu havada çığlık çığlığa haykırıyordu..
Zaman, martılar ve kıvırcık saçlı çocuklar bağırarak saklambaç oynuyordu. Aslında o ses; kendi coğrafyasına benzeyen, kuşların birbirine müjdelediği ve o şarkıları gelecek rüzgarlara taşıyacak olan küçük bir kız çocuğunun kıvırcık kirpiklerini saklayan gözlerini açması ve sesi takip etmesi için okunan kutsal bir ilahiydi.
Kuşlar şarkılarını, sokaklardaki şamdanları taşıyarak koşan çocukların çığlığına vermişti. Kıvırcık koylar, kıvırcık ağaçlar, kıvırcık sokaklar ve zamanın kıvırcık saatlerinde yalnızlığıyla kalan kız, sözcüklerin içindeki masal fısıltılarını ve meleklerin geçerken bıraktığı melodileri oyuncak yapıp saçlarına doladı. Dışarıda koro halinde güneşe koşan beyaz giysili rahibelerin ayak seslerinde taşların rengini yeşile boyadı. Kız çabuk büyüdü. Bütün koylar çocukların yaptığı oyuncakları bu kıvırcık saçlı kıza armağan ederek, geriye kalan eski zamanın sesini, renklerin içini, büyünün imgesini sözcüklere ayırarak gizli bir sayfadan çıkarıp gözlerine verdiler. Çocuk kıvırcık saçlıydı ve kıvırcık kıyıların kenarından güneşin kıvırcık yüzünü denizde yıkarken ulaşan pırıltıları toplayıp akşam masallarına yol taşıyordu.
Artık o, rüzgarın dağınık umutlarını sallayarak koşturan yelkenlilerin peşinden giden kuşların saçlarını tarayan kıvırcık saçlı bir çocuktu. Ve zaman; çocukların gece rüyalarına girip onları bulutların üzerinde gezdirdiği ve Anka kuşları ile arkadaşlık ettikleri sayfaların sisli bakışlarını sabah uyanıklığında geri alan bir havariydi..
Sonra, kıvırcık saçlarıyla büyüdü hayat.. Umutları büyüdü, elleri, gözleri, elbiseleri, bebekleri, kitapları, aşkları.. Bütün kıvırcık sokaklar, kıyılar, dağlar ve en uzun yol küçüldü.
Kuşlar bu kadar çok muydu?
Denizin derinliği yeşile düşmüş gökyüzü müydü?.
Gece ve yıldızlar, Tanrının uyku saatindeki şamdanlar mıydı?.
Bütün kiliseler, yatırlar ve camiler, kümbetler, şadırvanlar ve sebiller neden anlamlarını saklayarak dağıtıyordu.. Su neydi ? Ya kuşların anlattığı masalları neden herkes söylemiyordu? Dar ve taşların seviştiği yolların yağmur sonrası pırıltısını hangi çocuk sermişti.. Neden bu renkler ve seslerin düştüğü yerde çiçekler ona bakıyordu!
Sorular büyüdü.. Kıvırcık saçları da.. Sonra sokaklar, dağlar, evler, insanlar, kalabalık ve kirli ve savaşın arkasında kalan bütün yaralıların birbirine sığınan çığlıkları arasında can çekişen kentler.. Avuçlarında ceviz yeşili zeytinin gözyaşlarını hayata armağan eden kıvırcık koyların, kıvırcık saçlı kuşların, havarilerin, zangocun ve kilise çanlarının, ve ezanın taş avludaki kıvırcık yankısını kıvırcık saçları arasında saklayarak puslu saatlerin bozulduğu kentlerin ruhsuzluğuna bıraktı. Kıvırcık hayatın algısını ve kıvırcık saçlı kuşların şarkısını saklayan ve arada sırada utangaç genç kız bakışlarıyla anlattığı aslında sözcüsü olduğu ve yalnızca kendisinin bildiği yılların ve koyların özetiydi.. Her şey kıvırcıktı ve adı Feyza olan deniz kuşlarının kendisiydi.
Feyza (Hepçilingirler) büyüdü. Gözlerini büyüdüğü kıyıların rengine taşıdı. Sonra çocukluğundan sakladığı bütün sözcükleri meşe renklerinden çıkarıp ipe dizdi. Tanrının insanlara armağan ettiği sözcükler, tespih tanelerinden düşerek zamana dağıldı. Avuçlarında kalan sesleri okşadı, sevdi.. Onlar göç eden kuşların son şarkılarıydı.. Ve zaman bu şarkıyla başladı..