Yeme Bozuklukları: Aynada Başlayan Sessiz Savaş
- Oluşturulma Tarihi : 10.12.2025 09:04
- Güncelleme Tarihi : 10.12.2025 09:06
Yeme bozuklukları çoğu zaman yalnızca “yemekle ilgili” bir sorun gibi algılanır. Oysa klinik sahada gördüğümüz gerçek şudur: Yeme bozukluklarının en güçlü tetikleyicisi çoğunlukla bedenin olumsuz değerlendirilmesi ve yediğimiz her lokmanın ardından kendimizi acımasız bir iç yargıya maruz bırakmamızdır. Asıl hastalık midede değil, aynada başlar.
Günümüzde bireylerin bedeniyle kurduğu ilişki giderek daha zorlayıcı bir hâl almaktadır. Sosyal medya filtreleri, kusursuz beden algısı, “ideal kilo” söylemleri ve sürekli karşılaştırma kültürü, kişinin kendi bedenine karşı yabancılaşmasına neden olmaktadır. Kendi bedeniyle bağı zedelenen birey, zamanla yeme davranışını bir regülasyon aracı olarak kullanmaya başlar. Kimi zaman kontrol etmek için yememeyi, kimi zaman duyguları bastırmak için aşırı yemeyi, kimi zaman da yedikten sonra suçluluk duygusuyla telafi edici davranışlara yönelmeyi seçer.
Yeme bozukluklarının merkezinde yalnızca açlık ya da tokluk değil; yoğun utanç, suçluluk, değersizlik ve kontrol kaybı duyguları yer alır. Kişi çoğu zaman “Yediğim için kötüyüm”, “İradesizim”, “Böyle görünmeyi hak ettim” gibi sert iç konuşmalarla kendisini cezalandırır. Ardından bu iç cezayı bedene yöneltilmiş somut davranışlar izler: Kusma, laksatif kullanımı, aşırı egzersiz, aç kalma, günler süren kısıtlamalar… Bu noktada yeme davranışı bir ihtiyaç olmaktan çıkar, bir mücadele alanına dönüşür. Fakat şişman hissetmek anlık gelen bir his bir düşüncedir. Kilomuz ise kolaylıkla değişmez ve hislerimizin aksine aynı kalır. Bu süreçte aklınıza bir çizelgenin gelmesini istiyorum;

Beden algısı, bireyin yaşamının çok erken dönemlerinde şekillenmeye başlar. Çocuklukta maruz kalınan eleştirel ebeveyn tutumları, kilo ile ilgili yapılan alaycı yorumlar, sevginin performansa ve görünüme bağlanması, kişinin kendi bedenine şefkatle değil, denetleyici bir gözle bakmasına neden olur. Zamanla birey bedenini “olduğu gibi” değil, “olması gereken” hâliyle değerlendirmeye başlar.
Yeme bozuklukları, tüm psikiyatrik hastalıklar arasında fiziksel ölüm riski en yüksek bozukluklardan biridir. Elektrolit dengesizlikleri, kalp ritim bozuklukları, böbrek yetmezliği, hormonal sistemin çöküşü, kemik erimesi ve bağışıklık sisteminin zayıflaması sık görülen sonuçlardır. Ancak en az bedensel komplikasyonlar kadar tehlikeli olan bir başka boyut da psikolojik çöküştür.
Yeme bozukluğu yaşayan birey zamanla sosyal hayattan çekilir, yemekli ortamlardan kaçınır, ilişkilerden uzaklaşır ve giderek yalnızlaşır. Hayat büyük ölçüde yemek planları, kalori hesapları, kilo takibi ve telafi davranışları etrafında dönmeye başlar.
Yeme bozukluğu, çoğu zaman kişinin yaşadığı başka ruhsal sorunların da sesi olur. Depresyon, anksiyete bozuklukları, travma öyküsü, değersizlik ve terk edilme şemaları bu tablonun sık eşlikçileridir.
Toplumda telafi edici davranışlar çoğu zaman “irade” olarak romantize edilir. Oysa kusmak, günlerce aç kalmak ya da saatlerce bitkin düşene kadar spor yapmak, psikolojik açıdan bir tür kendine zarar verme davranışıdır.
Yeme bozukluklarının tedavisi mümkündür, ancak multidisipliner ve sabır gerektiren bir süreçtir. Psikoterapi, beslenme düzenlemesi ve gerekirse psikiyatrik ilaç tedavisi birlikte ele alınmalıdır.
Yeme bozukluğu yaşayan pek çok kişi hâlâ sessizce savaş vermektedir. Oysa erken fark edilen ve desteklenen vakalarda iyileşme çok daha güçlü ve kalıcı olabilmektedir.
Unutulmamalıdır ki yeme bozukluğu bir “tercih” değil, ciddi ve tehlikeli bir psikiyatrik hastalıktır. Ve her hastalık gibi utanılacak değil, tedavi edilmesi gereken bir durumdur. Yeme bozukluklarında erken dönemde fark edildiğinde daha sağlıklı hareket edilebilir ve bu sürecin daha sağlıklı ilerlemesi bizim için daha mümkündür. Psikoterapi yeme bozukluğunda oldukça etkili ve oldukça yararlıdır. Özellikle yapılan çalışmalarda kanıt değeri yüksek bir tedavi olan bilişsel davranışçı terapi modeli yeme bozukluğu üzerinde oldukça etkilidir.