İnsan çoğu zaman başkalarının gözünde kim olduğunu merak eder. Nasıl görünüyorum, yeterince başarılı mıyım, sevilmeye değer miyim? Ama asıl soru şudur: Kendimin tanığı mıyım?
Kendi kendine tanık olmak; yaptıklarının, hissettiklerinin, kararlarının ve yönelişlerinin ardında durabilmek demektir. Dışarıdan gelen onay ya da reddin ötesinde, içsel bir tanıklıkla yaşamak… “Ben bugün kendime sadık kaldım mı?” sorusunu sorabilmek.
Bu, kolay bir yol değildir. Çünkü içsel tanıklık, dürüstlük gerektirir. Kendine bakmak, yüzleşmeyi göze almak, bahane üretmeden aynaya bakabilmek... Bu aynaya bazen utanç, bazen pişmanlık, bazen de hayranlık yansır. Ama ne yansırsa yansısın, orada olmaya devam edebilmektir mesele.
Danışanlarımla çalışırken sıkça duyarım: “Anlatınca fark ettim…” Evet, sesli düşünmek, bazen içsel tanıklığı görünür kılar. Ama esas mesele, anlatmadan da duyabilmektir. Çünkü iç sesimiz, hayatımıza yön veren en güvenilir rehberdir. Eğer onunla bağ kurabilirsek, dış dünyanın karmaşası arasında kaybolmayız.
Kendi kendinin tanığı olmak, kendine ev sahipliği yapmaktır. Korkularına, arzularına, çelişkilerine ve hayallerine… Bu, sürekli bir yargı haliyle değil, merakla olur. “Neden böyle hissettim?” diye sormak yargı değil, anlayıştır.
Hayat hızlı akıyor. Ve bu hız içinde çoğu zaman kendimizi gözden kaçırıyoruz. Ama durup bir an kendi izimizi sürmeye başlarsak; sadece ne yaptığımızı değil, neden yaptığımızı da anlamaya başlarız. İşte o zaman, hayat bir başkasının hikâyesi olmaktan çıkar. Kendi yaşamımızın yazarı oluruz.
Ve belki de en çok o zaman, içimizdeki çocuk der ki: “Nihayet beni biri fark etti.” O biri sensen, her şey yeniden başlar.