Geçen gün bir danışanım, içinden çıkamadığı bir yalnızlık hissiyle bana geldi. Konuşmasının bir yerinde, “Sanki dünya büyük bir kaos içinde ve herkes kendi derdine düşmüş gibi...” dedi. Ona, “Gerçekten öyle mi?” diye sordum. Çünkü biliyorum ki insan ruhu, doğası gereği bağ kurmak ister. Dayanışma, insanın yalnızlığına karşı ürettiği en güçlü panzehirdir.
Toplumsal dayanışma, yalnızca zor zamanlarda değil, hayatın her alanında ruh sağlığımızın temel taşlarından biridir. Araştırmalar gösteriyor ki sosyal destek sistemlerine sahip bireyler, stresle daha iyi başa çıkıyor, depresyon ve anksiyete oranları düşüyor. Yani, biz birbirimize iyi geliyoruz. Peki, bu kadar değerli olan bir şeyi neden zaman zaman unutuyoruz?
Modern yaşamın getirdiği bireyselleşme, rekabet kültürü ve “Her koyun kendi bacağından asılır” anlayışı, bizi birbirimizden uzaklaştırdı. Oysa insan, varoluşu gereği sosyal bir canlıdır. Dayanışma, yalnızca maddi yardımla değil, duygusal olarak da mümkün olur. Bazen bir gülümseme, bazen içten bir “Nasılsın?” sorusu bile fark yaratır.
Klinik gözlemlerim gösteriyor ki dayanışma içinde yaşayan bireyler, yaşamın zorlukları karşısında daha dirençli oluyor. Çünkü destek görmek, kişiye değerli ve önemli olduğunu hissettirir. Belki de bu yüzden en zor anlarımızda içimizde bir ses, “Yanımda biri olsaydı her şey daha kolay olurdu” der.
Unutmayalım, toplumsal dayanışma bir lüks değil, psikolojik bir gerekliliktir. Komşumuza, iş arkadaşımıza, sokakta tanımadığımız birine içten bir selam vermek bile büyük bir fark yaratabilir. Çünkü hepimiz aynı gemideyiz ve fırtınalar, ancak birlikte hareket edersek daha kolay atlatılır.
Modern kadının omuzlarındaki ağır yükü, “hem anne hem kariyer” olma idealinin ardındaki çelişkileri ve bu durumun psikososyal etkilerini eleştirel bir mercekle incelemek istiyorum. Zira, bu ideal, kadını sıkıştıran, özgürlüğünü kısıtlayan ve derin bir iç çatışmaya sürükleyen bir toplumsal beklenti haline gelmiş durumda.
Politik sahnede sert söylemler ve keskin tavırlar, yalnızca ideolojilerin değil, bireysel ve toplumsal bilinçdışının da bir yansımasıdır. Sigmund Freud’un psikanalitik kuramı, bu olguyu anlamamız için derinlemesine bir perspektif sunar.
Bugün sizlerle müziğin ruhumuzdaki derin yankılarını ve varoluşsal yolculuğumuzdaki eşsiz rolünü, logoterapinin ve varoluşsal psikolojinin ışığında, toplumsal boyutunu da ele alarak paylaşmak istiyorum. Klinik psikolog olarak, danışanlarımın hayatlarında müziğin nasıl bir anlam ve amaç kaynağı olduğunu sıkça gözlemliyorum. Müzik, sadece kulaklarımıza hoş gelen bir melodi değil, aynı zamanda ruhumuzun en derin köşelerine dokunan, bizi varoluşumuzun gizemli labirentlerinde yolculuğa çıkaran ve toplumsal bağlarımızı güçlendiren bir rehberdir.
Günümüz dünyasında barış denince aklımıza genellikle büyük siyasi adımlar, uluslararası anlaşmalar ve savaşların sona ermesi geliyor. Ancak barış, aslında çok daha yakınımızda, içimizde başlayan bir süreç. Psikolojik açıdan baktığımızda, barış hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir denge hali. Peki bu dengeyi nasıl sağlarız? Barışı nasıl içselleştirir ve çevremize yansıtırız? Gelin, bu soruların cevaplarını birlikte arayalım.
Barış, önce kendimizle kurduğumuz ilişkide başlar. Kendi içimizde huzuru bulamadığımız sürece, dış dünyada barışı tesis etmek neredeyse imkansız. Modern hayatın hızı, stresi, bitmeyen beklentiler ve kaygılar, içsel barışımızı sarsan en büyük etkenler. Peki bu karmaşanın içinde nasıl sakin kalabiliriz? İçsel barış, duygularımızı tanımak ve kabul etmekle başlar. Öfke, korku, üzüntü gibi olumsuz duyguları bastırmak yerine, onları anlamaya çalışmak, barışın ilk adımı. Kendimize karşı şefkatli olmak, hatalarımızı kabul etmek ve kendimizi affetmek, içsel huzuru besler. Psikolojide sıkça vurgulanan “öz-şefkat” kavramı, tam da bu noktada devreye giriyor. Kendimize karşı anlayışlı ve nazik olmak, içsel çatışmaları azaltır ve barışı içimizde yeşertir.
İçsel barış, toplumsal barışın da temelidir. Kendi içinde huzur bulamayan bireyler, çevrelerine de huzur veremezler. Toplumsal barış, farklılıklara saygı, empati ve diyalogla mümkün. Empati, yalnızca karşımızdakinin duygularını anlamak değil, onun perspektifini görebilmektir. Bu, önyargılarımızı sorgulamamızı ve kalıplaşmış düşüncelerimizi esnetmemizi gerektirir. Psikolojik araştırmalar, empati becerisi yüksek bireylerin, çatışma durumlarında daha uzlaşmacı ve barışçıl çözümler ürettiklerini gösteriyor. Empati, toplumsal barışın en güçlü araçlarından biri. Farklı seslerin bir arada var olabildiği, çoğulcu bir anlayış, barışın toplumsal düzeyde yeşermesini sağlar.
Barışı engelleyen en büyük psikolojik faktörler, öfke ve korkudur. Öfke, kontrol edilmediğinde hem bireysel hem de toplumsal düzeyde yıkıcı sonuçlara yol açabilir. Korku ise, bilinmeyene karşı duyulan endişe ve güvensizlik hissiyle beslenir. Korku, ötekileştirmeyi, düşmanlığı ve şiddeti besler. Öfke ve korkuyla başa çıkmak, bu duyguların kökenlerini anlamakla mümkün. Öfke, genellikle çaresizlik, adaletsizlik veya incinme gibi duyguların bir dışa vurumu. Korku ise, güvensizlik ve belirsizlik durumlarında ortaya çıkar. Bu duyguları sağlıklı bir şekilde ifade etmek ve onları yapıcı bir şekilde yönetmek, barışın önündeki engelleri kaldırmak için kritik öneme sahip.
Barış, yalnızca çatışmaların sona ermesiyle değil, aynı zamanda umut ve iyimserlikle beslenir. Psikolojik araştırmalar, iyimser bireylerin, zorluklarla daha etkili bir şekilde başa çıktıklarını ve çevrelerine olumlu bir enerji yaydıklarını gösteriyor. Umut, geleceğe dair inancımızı ve motivasyonumuzu besler. Barışın inşası, umutlu bir bakış açısıyla mümkün. Toplumsal düzeyde, barışı inşa etmek, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi temel değerlerin korunmasını gerektirir. Psikolojik açıdan, bu değerler, bireylerin kendilerini güvende ve değerli hissetmelerini sağlar. Güven duygusu, barışın en önemli temel taşlarından biri.
Barış, bir varış noktası değil, bir süreçtir. Bu süreç hem bireysel hem de toplumsal düzeyde devam eder. Psikolojik açıdan, barışı inşa etmek, duygusal farkındalık, empati, öz-şefkat ve umut gibi unsurlarla mümkün. Kendimizle barışık olmak, çevremizle ve toplumla da barışık olmanın ilk adımı. Barış, yalnızca büyük siyasi adımlarla değil, her birimizin günlük hayatında kurduğu ilişkilerle, sergilediği tutumlarla ve beslediği umutla mümkün. Unutmayalım ki, barış, önce içimizde başlar. Ve içimizde başlayan bu barış, tüm dünyaya yayılabilir. Barış, bir seçimdir. Ve bu seçim, her gün yeniden yapılır.
Hayat, kimi zaman bir senfoni gibi akıp gider; melodiler uyum içinde birbiri ardına dizilir, ritim nabzımıza karışır. Kimi zaman ise kakofonik bir kaosa dönüşür; notalar uyumsuz, ritim dağınık ve armoni kaybolmuştur. Varoluşun belirsizliği içinde, insan kendisini anlamlandırma arayışında çoğu zaman bir çıpa arar. İşte tam da burada, müzik devreye girer.
Müzik, ruhun derinliklerine dokunan ve varoluşumuzun en saf haliyle yüzleşmemizi sağlayan bir sanattır. İnsanoğlu, tarih boyunca melodilerle hüznünü, sevinçlerini, kaygılarını ve umutlarını dile getirmiş; kaybolduğu anlarda bir ezginin peşinden giderek kendisini yeniden bulmuştur. Sartre’ın “İnsan, kendi varlığından sorumludur.” sözü gibi, dinlediğimiz müzik de aslında iç dünyamıza tutulan bir aynadır; bizi kendimizle yüzleştirir, sorumluluk almaya davet eder.
Müziğin insan psikolojisi üzerindeki etkileri bilimsel açıdan da defalarca kanıtlanmıştır. Bir melodi, limbik sistemimizi harekete geçirerek duygusal hafızamızı canlandırır; dopamin salgılanmasını tetikleyerek ruh halimizi iyileştirir. Ancak müzik sadece bir “iyi hissetme” aracı değil, aynı zamanda varoluşsal sorularımıza cevap aramamıza yardımcı olan bir felsefi yol arkadaşıdır. Bazen bir şarkının sözleri, bizzat kendimize soramadığımız soruları bizim için dile getirir. Bazen de bir enstrümantal parça, kelimelerle anlatamadığımız hisleri bizim adımıza anlatır.
Varoluşçu psikoterapide, insanın temel kaygılarından biri anlamsızlıktır. Müzik, bu kaygıya anlamla cevap verebilir. Bir melodi, yaşamımızda önemli bir anı yeniden canlandırabilir; bir ritim, kalp atışlarımıza uyumlanarak bizi buraya ve şimdiye çekebilir. Bazen bir şarkı, bizi eski bir acıya geri götürür ama aynı zamanda bu acıya dayanacak gücü de hissettirir. Müzik, sadece birkaç dakikalık bir deneyim değil, bazen bir yaşam felsefesine dönüşür.
Bu nedenle, varoluş kaygılarımızla başa çıkmak ve kendi iç yolculuğumuza çıkmak için müziği bilinçli bir şekilde hayatımıza dahil etmek hem psikolojik hem de felsefi açıdan derinleşen bir deneyim olabilir. Belki de yapmamız gereken tek şey, doğru melodiyi bulmak ve onunla bir süre yolculuk etmektir.
Kimi zaman sözlerin yetmediği yerde, müzik konuşur. Dinlemeye cesaret edelim mi?
“Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı de” sözü, çoğu zaman bir hayat dersi gibi aktarılır. Çıkarlarımızı korumanın akıllıca bir yöntem olduğu öğretilir. Ancak bu anlayış, bireyin karakterini aşındırıp toplumsal güveni zedelemez mi? Bir psikolog gözüyle baktığımızda, bu tutumun temelinde korku, fırsatçılık ve sosyal uyum kaygısı yatar.
İnsan, doğası gereği çevresine uyum sağlama eğilimindedir. Ancak uyum sağlamak ile değerlerinden taviz vermek arasındaki çizgi çok incedir. Geçici kazançlar uğruna samimiyetsizliği benimsemek, bireyin öz saygısını zedeler. Psikolojide “bilişsel uyumsuzluk” olarak tanımlanan bu durum, kişinin kendi değerleriyle çeliştiğinde yaşadığı içsel huzursuzluğu açıklar. Zamanla kişi, yaptığı ahlaki esnemeleri haklı çıkarmaya başlar ve bu durum alışkanlığa dönüşür.
Toplumsal düzeyde ise bu anlayış güven duygusunu yok eder. Eğer herkes “köprüden geçene kadar” farklı bir yüz takınıyorsa, içtenlik yerine strateji ön planda olur. Böyle bir toplumda insanlar birbirlerine güvenemez, ilişkiler yüzeysel ve hesaplı hale gelir.
Elbette hayatta dikkatli olmak önemlidir. Ancak değerleri tamamen bir kenara bırakıp yalnızca çıkar odaklı hareket etmek, bireysel ve toplumsal çöküşü beraberinde getirir. Gerçek erdem, sadece işler yolunda giderken değil, zorluklar karşısında da değerlerine sadık kalabilmektir. Unutmayalım ki karakter, köprüden geçtikten sonra değil, tam da o köprüyü geçerken şekillenir.
“Söz gümüşse, sükût altındır” derler. Ancak, haksızlık karşısında susmak gerçekten bir erdem midir, yoksa bir teslimiyet mi? Toplumsal hayatta sessiz kalmak çoğu zaman barışçıl bir tavır olarak görülse de bazı durumlarda bu, adaletsizliği normalleştiren bir kayıtsızlığa dönüşebilir.
İnsan, sosyal bir varlıktır ve yaşadığı toplumun bir parçası olarak olaylara tepki vermekle yükümlüdür. Ancak psikolojik olarak baktığımızda, birçok insanın haksızlık karşısında sessiz kalmasının temelinde korku, dışlanma endişesi ya da öğrenilmiş çaresizlik yatar. Çocuklukta öğretilen “Karışma, başını belaya sokma” anlayışı, bireylerin zamanla haksızlıkları görmezden gelmesine neden olur. Oysa suskunluk bazen en büyük ortaklık olur.
Seyirci etkisi olarak bilinen psikolojik olgu, insanların bir olay karşısında sorumluluğu başkalarına yükleyerek harekete geçmemesine neden olur. Toplum içinde kimse tepki vermediğinde, birey de bunu doğal bir tutum olarak kabul eder. Oysa bir yanlışlık karşısında sessiz kalmak, onu onaylamakla eşdeğerdir.
Elbette düşünmeden, fevri tepkiler vermek yerine sağduyulu davranmak önemlidir. Ancak bu, sessizliği bir yaşam biçimi haline getirmek anlamına gelmemelidir. Toplumsal bilinç, ancak ses çıkaran bireylerle gelişir. Eğer her birey “Benim sesim neyi değiştirir ki?” diye düşünürse, hiçbir şey değişmez.
Bazen bir tek ses, büyük dönüşümlerin başlangıcıdır. Haksızlık karşısında susmanın altın olmadığı zamanları iyi ayırt etmeli ve gerektiğinde sesimizi yükseltmeliyiz. Çünkü bazen, en büyük adalet sessizliği bozarak sağlanır.
Bir haksızlık gördüğümüzde ne yapıyoruz? Müdahale mi ediyoruz, yoksa “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyerek sessiz mi kalıyoruz? Bu söz, kişisel bir korunma refleksi gibi görünse de toplumsal duyarsızlığın ve bencilliğin en net ifadelerinden biri.
İnsan doğası gereği kendini koruma içgüdüsüne sahip olsa da toplumsal yaşam yalnızca bireysel çıkarlarla sürdürülemez. Çocuklukta öğrenilen empati, yetişkinlikte sorumluluk bilincine dönüşmezse, duyarsızlık kuşaktan kuşağa aktarılır. Seyirci etkisi dediğimiz psikolojik olgu, kalabalık içinde herkesin “Birisi yardım eder” diye düşünmesine ve kimsenin harekete geçmemesine yol açar.
Sosyal medya ve dijital çağ, bu kayıtsızlığı daha da derinleştirdi. Bir olayın yalnızca izleyicisi olmak, müdahale etmekten daha konforlu hale geldi. Oysa duyarsız kalınan her adaletsizlik er ya da geç herkesi etkiler.
Bunun panzehri empati ve sorumluluk bilincidir. Eğitim ve aile içinde bireylere yalnızca başarı odaklı değil, topluma katkı sağlayan değerler de öğretilmelidir. Gerçek bir toplum, sadece bireysel kaygılarla değil, “Nasıl daha iyi bir dünya inşa edebiliriz?” sorusuyla şekillenir.
Duyarsızlık kısa vadede rahatlık sağlar, ancak uzun vadede hepimize zarar verir. O yüzden, “Bana dokunmayan yılan” anlayışını bir kenara bırakıp, hep birlikte harekete geçme zamanı geldi.
Hepimizin hayatında geri dönüşü olmayan anlar vardır. Bir fırsatı kaçırırsınız, bir karar verirsiniz ya da bir şey olur ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. İşte, tam da böyle durumlarda halk arasında sıkça kullanılan o söz gelir akla: “Atı alan Üsküdar’ı geçti.” Ama asıl mesele şu, atı alan geçti de biz ne yapacağız?
İnsan doğası gereği kaçan fırsatlara fazlasıyla takılır. Bir trenin son vagonuna yetişememiş gibi hissederiz, hatta bazen istasyonda kalıp beklemeye devam ederiz. Oysa giden gitmiştir, belki de yeni bir rota çizmenin zamanı gelmiştir. Hayatta bazı şeyleri geri döndüremeyiz ama yeni fırsatlar yaratmak her zaman elimizdedir. Kaçırdığımız bir şeyin ardından yas tutmak mı, yoksa başka bir yol bulmak mı? İşte bütün mesele bu.
Bu söz sadece bireysel hayatlarımız için değil, toplumlar için de geçerli. Dünya değişiyor, teknoloji ilerliyor, fırsatlar hızla el değiştiriyor. Zamanın ruhunu yakalayamayanlar geride kalıyor. Yıllar önce sosyal medyanın, dijital dönüşümün önemini fark edemeyen şirketler birer birer yok oldu. Değişime direnen ülkeler, teknolojiyi görmezden gelen liderler tarihin tozlu raflarında yerini aldı. Hayat, hızla ilerleyenlerin tarafında olmaya devam ediyor.
Ama unutmayalım, bu söz sadece kayıpları anlatmaz, aynı zamanda bir gerçeği de hatırlatır: Geçmişe takılıp kalmanın kimseye faydası yok. O yüzden bir fırsat kaçtı diye oturup dizimizi dövmek yerine, önümüzdeki yola bakmalıyız. Üsküdar’a bakan bir köşede hüzünlenmek yerine, kendi atımızı hazırlamak en doğrusu. Çünkü hayatta hiçbir şey tamamen bitmez, sadece yön değiştirir. Önemli olan, gidenin ardından ağıt yakmak değil, kendi yolumuzu çizmektir. Şimdi kendimize soralım: Atı alan Üsküdar’ı geçti, peki biz hala yerimizde mi sayıyoruz?
Adalet, insanın sadece hukuk kitaplarında karşılaştığı bir kavram değildir. O, hayatın tam ortasında, ilişkilerimizde, toplumsal düzenimizde ve hatta ruh sağlığımızda derin izler bırakır. Haksızlığa uğradığında içi sıkışan, öfkesi dinmeyen ya da umudunu kaybeden bir insan, aslında yalnızca bir hak kaybı yaşamaz; ruhunda da bir yara açılır. Peki, adalet duygusunun eksikliği bireyin psikolojisini nasıl etkiler?
Adalet, varoluşumuzun temel taşlarından biridir. İnsan, yaşadığı dünyanın anlamlı ve öngörülebilir olmasını ister. Eğer adaletin olmadığına inanırsa, bu inanç zamanla güvensizlik, çaresizlik ve kaygıyı besler. Günümüzde birçok insanın hayatına dokunan adaletsizlik hikâyelerine baktığımızda, yalnızca hukuki bir sistemin eksikliğini değil, aynı zamanda derin bir psikolojik kırılmayı da görürüz.
Hümanist psikolojiye göre bireyin sağlıklı gelişimi için kendini değerli ve güvende hissetmesi gerekir. Ancak, haksızlığa uğramış ya da bir başkasının haksızlığa uğradığını görmüş insanlar, zamanla bu güveni yitirir. "Nasıl olsa adalet yerini bulmaz" düşüncesi, yalnızca bireysel bir umutsuzluk yaratmaz; toplumu da derinden sarsar. İnsanlar kendilerini güçsüz hissettiklerinde ya içe kapanır ve sessizleşirler ya da öfkelerini kontrol edemez hale gelirler. İki durumda da ruh sağlığı ciddi bir darbe alır.
Adaletsizliğin insan psikolojisinde yol açtığı en büyük etkilerden biri de anlam kaybıdır. Viktor Frankl'ın belirttiği gibi, insanın acıya dayanabilmesi için onun bir anlamı olmalıdır. Ancak, bir insan haksızlığa uğradığında ve hiçbir telafi yolu bulamadığında, yaşadığı acının hiçbir anlamı olmadığını düşünmeye başlar. İşte bu noktada, depresyon ve varoluşsal boşluk hissi derinleşir.
Peki, çözüm ne? Adaletin yalnızca mahkeme salonlarında aranacak bir kavram olmadığı bilinciyle hareket etmeliyiz. Bir toplumun gerçekten sağlıklı olabilmesi, toplumu oluşturan bireylerin kendilerini duyulmuş, kendilerine değer verilmiş ve kendilerini güvende hissetmesine bağlıdır. Hukuki mekanizmalar kadar, toplumsal vicdanın da güçlü olması gerekir. Bir insan haksızlığa uğradığında yalnız bırakılmadığını bilirse, ruhundaki yaralar daha hızlı iyileşir.
Sonuç olarak, adaletin eksik olduğu bir dünyada insan sadece haklarını değil, ruhsal dengesini de kaybeder. Adaletin sağlandığı bir toplumda ise birey, kendini daha huzurlu, daha güçlü ve en önemlisi daha anlamlı bir hayatın içinde hisseder. Çünkü adalet, yalnızca bir hukuk meselesi değil, insan olmanın temel koşullarından biridir.
UMURSAMAZLIK + AHLAKSIZLIK = …
Malumunuz geçen gün ülkemizin en güzide tatil merkezlerinden birinde göz göre göre bir facia hatta bir katliam yaşandı. Bunun sebebi ise basit ihmalkarlıktan başka bir şey değildi.
Farklı rakamlardan bahsediliyor ama iki bilemedin üç oda fiyatına mali olarak eş değerdeki yatırımların yapılmaması sonucunda onlarca can yandı bitti kül oldu. Sadece orada hayatını kaybedenler değil o insanların geride bıraktıkları da onlarla yandı bitti kül oldular.
Bunların hepsi toplumsal olarak umursamazlık seviyemizin gelmiş olduğu noktanın sonucu. Umursamazlık ve ahlaksızlık artık bu ülkenin genetik kodlarına iyice işlemiş durumda.
Umursamazız; çünkü en geç önümüzdeki hafta bütün bu olaylar unutulacak ve herkes doğal (!) olarak kendi hayatına dönecek ve yaşananların hesabı sorulmayacak.
Ahlaksızız; çünkü bu oteldeki ihmal sadece oraya ait ya da oraya özgü değil. Ülkenin genelinde bu ve buna benzer nice ihmaller silsilesi mevcut. İşte bu ihmalkarlığın adı ahlaksızlıktır.
İnsanın doğası gereği iyi olduğuna inanan birisi olmama rağmen bir toplumdaki bu seviyede olan umursamazlık ve ahlaksızlık bu inancımı her geçen gün daha da sarsmakta.
Peki her şey için çok mu geç?
Bunun iki yanıtı var.
İlk olarak; evet, pek çok şey için çok geç. Öleni geri getirmek mümkün değil ya da parçalanan aileleri yeniden bir araya getirmek mümkün değil. Bir can – evet sadece bir can – dünyaya hatta dünyalara bedeldir. Bu yüzden yok olan dünyaları yeniden oluşturmak mümkün değil. Bunlar için çok geç.
İkinci olarak; hayır pek çok şey için hala zaman var. Bu söylem gün geçtikçe romantik bir hayalperestlik olarak kalıyor; ancak realist bir yanı azıcık da olsa var. Bugünü dünden, yarını bugünden daha doğru, daha dürüst ve daha ahlaklı yaşamak ve insanları basit ahlaksızlıklara kurban etmemek için hala şansımız var.
Bu UMURSAMAZLIK ve AHLAKSIZLIK sonucunda gidenleri geri getiremeyiz ama yenileri kaybetmenin önüne geçebiliriz. Bu hem çok kolay hem de çok zor.
AHLAKLI ve UMURSAYAN biri olmak yazması kolay ama olması zor erdemlerdir…
Bu soğuk kış gününde birden aklıma gelen durum. Soğuktan mıdır, üşümekten midir bilmem Schopenhauer’in bu ikileminden bahsetmek isterim. Schopenhauer biz insanların ve toplumların ilişkisini soğuklarda ısınmak için birbirine yaklaşan ama yaklaşınca da okları birbirine batan ve acıdan dolayı tekrardan birbirinden uzaklaşan kirpilere benzetmektedir. Kirpiler birbirlerinden uzaklaşınca bu sefer tekrardan kış mevsiminin acımasız soğukluğuna maruz kalırlar ve donmamak için tekrardan birbirlerine sokulurlar. Dikenleri birbirlerinin canını iyice yakana kadar da bu duruma katlanırlar. Ne zaman ki acı iyice dayanılmaz bir hal alır o zaman tekrardan birbirlerinden uzaklaşırlar. Bu durum-yani birbirlerine sokulma ve birbirlerinden uzaklaşma-hem ısınmaya yetecek hem de canlarını o kadar da çok yakmayacak mesafe olan optimal mesafeyi bulana kadar devam eder.
Herkese merhabalar. Ben klinik psikolog Metin OLATAŞ. 2025 yılı boyunca sizlere bu köşe sayesinde ulaşacak olmanın heyecanı ve mutluluğunu yaşıyorum. Bugüne kadar bu gazetede onlarca haber ve röportaj yaptıktan sonra bir köşede yazmak oldukça farklıymış. Bu süreçte sürçülisan edersem şimdiden affınıza sığınıyorum.
Burada ne yazsam hangi konulara değinsem diye düşündükten sonra “Psiko-Toplumsal Mevzular” başlığını buldum. Bugüne kadar bu gazetede çünkü toplumumuzu ilgilendiren konuları psikolojik açılardan ele almaya çalışmıştım.
BİR PSİKOLOGDA DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER
Bugün ilk yazımda sizlere bir psikologda dikkat edilmesi gereken hususlardan bahsedeceğim. Öncelikle bir meslek grubunu iyi tanıyabilmek için bazı konuları netleştirmekte yarar var: Psikolog, klinik psikolog ve psikoterapist kimdir? Çalışma esasları ve kuralları nelerdir?
“Ülkemizde “PSİKOLOG” unvanı, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından kabul edilen bir yükseköğrenim kurumunda, dört yılık psikoloji lisans eğitimini tamamlamış olan kişilere verilir. Bu unvanı ancak psikoloji diploması olan kişiler kullanabilir. “KLİNİK PSİKOLOG” unvanı ise psikoloji lisans eğitiminin üzerinde yine YÖK tarafından kabul edilen bir yükseköğrenim kurumunda klinik psikoloji yüksek lisans eğitimini tamamlamış olan kişilere verilir. “PSİKOTERAPİST” ise bilimselliği ve etkinliği kanıtlanmış temel bir psikoloji paradigması çerçevesinde (Davranışçı, Bilişsel, Varoluşçu, Hümanist vb.) gerekli yoğun psikoterapi eğitimlerini almış, bu kuramsal yaklaşımın gerektirdiği teknikleri kullanarak hastaların ruhsal, zihinsel sorunlarını aşmalarına,