1
Metin Olataş
İlkses Gazetesi Yazarımız

Uzman Klinik Psikolog Metin Olataş

Yazarın Köşe Yazıları

Söz gümüşse, sükût altın değilse?

“Söz gümüşse, sükût altındır” derler. Ancak, haksızlık karşısında susmak gerçekten bir erdem midir, yoksa bir teslimiyet mi? Toplumsal hayatta sessiz kalmak çoğu zaman barışçıl bir tavır olarak görülse de bazı durumlarda bu, adaletsizliği normalleştiren bir kayıtsızlığa dönüşebilir.
İnsan, sosyal bir varlıktır ve yaşadığı toplumun bir parçası olarak olaylara tepki vermekle yükümlüdür. Ancak psikolojik olarak baktığımızda, birçok insanın haksızlık karşısında sessiz kalmasının temelinde korku, dışlanma endişesi ya da öğrenilmiş çaresizlik yatar. Çocuklukta öğretilen “Karışma, başını belaya sokma” anlayışı, bireylerin zamanla haksızlıkları görmezden gelmesine neden olur. Oysa suskunluk bazen en büyük ortaklık olur.
Seyirci etkisi olarak bilinen psikolojik olgu, insanların bir olay karşısında sorumluluğu başkalarına yükleyerek harekete geçmemesine neden olur. Toplum içinde kimse tepki vermediğinde, birey de bunu doğal bir tutum olarak kabul eder. Oysa bir yanlışlık karşısında sessiz kalmak, onu onaylamakla eşdeğerdir.
Elbette düşünmeden, fevri tepkiler vermek yerine sağduyulu davranmak önemlidir. Ancak bu, sessizliği bir yaşam biçimi haline getirmek anlamına gelmemelidir. Toplumsal bilinç, ancak ses çıkaran bireylerle gelişir. Eğer her birey “Benim sesim neyi değiştirir ki?” diye düşünürse, hiçbir şey değişmez.
Bazen bir tek ses, büyük dönüşümlerin başlangıcıdır. Haksızlık karşısında susmanın altın olmadığı zamanları iyi ayırt etmeli ve gerektiğinde sesimizi yükseltmeliyiz. Çünkü bazen, en büyük adalet sessizliği bozarak sağlanır.


Bana Dokunmayan Yılan Bin Yıl Yaşasın: Duyarsızlığın Bedeli

Bir haksızlık gördüğümüzde ne yapıyoruz? Müdahale mi ediyoruz, yoksa “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyerek sessiz mi kalıyoruz? Bu söz, kişisel bir korunma refleksi gibi görünse de toplumsal duyarsızlığın ve bencilliğin en net ifadelerinden biri.
İnsan doğası gereği kendini koruma içgüdüsüne sahip olsa da toplumsal yaşam yalnızca bireysel çıkarlarla sürdürülemez. Çocuklukta öğrenilen empati, yetişkinlikte sorumluluk bilincine dönüşmezse, duyarsızlık kuşaktan kuşağa aktarılır. Seyirci etkisi dediğimiz psikolojik olgu, kalabalık içinde herkesin “Birisi yardım eder” diye düşünmesine ve kimsenin harekete geçmemesine yol açar.
Sosyal medya ve dijital çağ, bu kayıtsızlığı daha da derinleştirdi. Bir olayın yalnızca izleyicisi olmak, müdahale etmekten daha konforlu hale geldi. Oysa duyarsız kalınan her adaletsizlik er ya da geç herkesi etkiler.
Bunun panzehri empati ve sorumluluk bilincidir. Eğitim ve aile içinde bireylere yalnızca başarı odaklı değil, topluma katkı sağlayan değerler de öğretilmelidir. Gerçek bir toplum, sadece bireysel kaygılarla değil, “Nasıl daha iyi bir dünya inşa edebiliriz?” sorusuyla şekillenir.
Duyarsızlık kısa vadede rahatlık sağlar, ancak uzun vadede hepimize zarar verir. O yüzden, “Bana dokunmayan yılan” anlayışını bir kenara bırakıp, hep birlikte harekete geçme zamanı geldi.


Atı alan Üsküdar’ı geçti, peki ya biz?

Hepimizin hayatında geri dönüşü olmayan anlar vardır. Bir fırsatı kaçırırsınız, bir karar verirsiniz ya da bir şey olur ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. İşte, tam da böyle durumlarda halk arasında sıkça kullanılan o söz gelir akla: “Atı alan Üsküdar’ı geçti.” Ama asıl mesele şu, atı alan geçti de biz ne yapacağız?
İnsan doğası gereği kaçan fırsatlara fazlasıyla takılır. Bir trenin son vagonuna yetişememiş gibi hissederiz, hatta bazen istasyonda kalıp beklemeye devam ederiz. Oysa giden gitmiştir, belki de yeni bir rota çizmenin zamanı gelmiştir. Hayatta bazı şeyleri geri döndüremeyiz ama yeni fırsatlar yaratmak her zaman elimizdedir. Kaçırdığımız bir şeyin ardından yas tutmak mı, yoksa başka bir yol bulmak mı? İşte bütün mesele bu.
Bu söz sadece bireysel hayatlarımız için değil, toplumlar için de geçerli. Dünya değişiyor, teknoloji ilerliyor, fırsatlar hızla el değiştiriyor. Zamanın ruhunu yakalayamayanlar geride kalıyor. Yıllar önce sosyal medyanın, dijital dönüşümün önemini fark edemeyen şirketler birer birer yok oldu. Değişime direnen ülkeler, teknolojiyi görmezden gelen liderler tarihin tozlu raflarında yerini aldı. Hayat, hızla ilerleyenlerin tarafında olmaya devam ediyor.
Ama unutmayalım, bu söz sadece kayıpları anlatmaz, aynı zamanda bir gerçeği de hatırlatır: Geçmişe takılıp kalmanın kimseye faydası yok. O yüzden bir fırsat kaçtı diye oturup dizimizi dövmek yerine, önümüzdeki yola bakmalıyız. Üsküdar’a bakan bir köşede hüzünlenmek yerine, kendi atımızı hazırlamak en doğrusu. Çünkü hayatta hiçbir şey tamamen bitmez, sadece yön değiştirir. Önemli olan, gidenin ardından ağıt yakmak değil, kendi yolumuzu çizmektir. Şimdi kendimize soralım: Atı alan Üsküdar’ı geçti, peki biz hala yerimizde mi sayıyoruz?


Adaletin eksik olduğu yerde ruh da yaralanır

Adalet, insanın sadece hukuk kitaplarında karşılaştığı bir kavram değildir. O, hayatın tam ortasında, ilişkilerimizde, toplumsal düzenimizde ve hatta ruh sağlığımızda derin izler bırakır. Haksızlığa uğradığında içi sıkışan, öfkesi dinmeyen ya da umudunu kaybeden bir insan, aslında yalnızca bir hak kaybı yaşamaz; ruhunda da bir yara açılır. Peki, adalet duygusunun eksikliği bireyin psikolojisini nasıl etkiler?
Adalet, varoluşumuzun temel taşlarından biridir. İnsan, yaşadığı dünyanın anlamlı ve öngörülebilir olmasını ister. Eğer adaletin olmadığına inanırsa, bu inanç zamanla güvensizlik, çaresizlik ve kaygıyı besler. Günümüzde birçok insanın hayatına dokunan adaletsizlik hikâyelerine baktığımızda, yalnızca hukuki bir sistemin eksikliğini değil, aynı zamanda derin bir psikolojik kırılmayı da görürüz.
Hümanist psikolojiye göre bireyin sağlıklı gelişimi için kendini değerli ve güvende hissetmesi gerekir. Ancak, haksızlığa uğramış ya da bir başkasının haksızlığa uğradığını görmüş insanlar, zamanla bu güveni yitirir. "Nasıl olsa adalet yerini bulmaz" düşüncesi, yalnızca bireysel bir umutsuzluk yaratmaz; toplumu da derinden sarsar. İnsanlar kendilerini güçsüz hissettiklerinde ya içe kapanır ve sessizleşirler ya da öfkelerini kontrol edemez hale gelirler. İki durumda da ruh sağlığı ciddi bir darbe alır.
Adaletsizliğin insan psikolojisinde yol açtığı en büyük etkilerden biri de anlam kaybıdır. Viktor Frankl'ın belirttiği gibi, insanın acıya dayanabilmesi için onun bir anlamı olmalıdır. Ancak, bir insan haksızlığa uğradığında ve hiçbir telafi yolu bulamadığında, yaşadığı acının hiçbir anlamı olmadığını düşünmeye başlar. İşte bu noktada, depresyon ve varoluşsal boşluk hissi derinleşir.
Peki, çözüm ne? Adaletin yalnızca mahkeme salonlarında aranacak bir kavram olmadığı bilinciyle hareket etmeliyiz. Bir toplumun gerçekten sağlıklı olabilmesi, toplumu oluşturan bireylerin kendilerini duyulmuş, kendilerine değer verilmiş ve kendilerini güvende hissetmesine bağlıdır. Hukuki mekanizmalar kadar, toplumsal vicdanın da güçlü olması gerekir. Bir insan haksızlığa uğradığında yalnız bırakılmadığını bilirse, ruhundaki yaralar daha hızlı iyileşir.
Sonuç olarak, adaletin eksik olduğu bir dünyada insan sadece haklarını değil, ruhsal dengesini de kaybeder. Adaletin sağlandığı bir toplumda ise birey, kendini daha huzurlu, daha güçlü ve en önemlisi daha anlamlı bir hayatın içinde hisseder. Çünkü adalet, yalnızca bir hukuk meselesi değil, insan olmanın temel koşullarından biridir.


Psiko-toplumsal mevzular

UMURSAMAZLIK + AHLAKSIZLIK = …
Malumunuz geçen gün ülkemizin en güzide tatil merkezlerinden birinde göz göre göre bir facia hatta bir katliam yaşandı. Bunun sebebi ise basit ihmalkarlıktan başka bir şey değildi.
Farklı rakamlardan bahsediliyor ama iki bilemedin üç oda fiyatına mali olarak eş değerdeki yatırımların yapılmaması sonucunda onlarca can yandı bitti kül oldu. Sadece orada hayatını kaybedenler değil o insanların geride bıraktıkları da onlarla yandı bitti kül oldular.
Bunların hepsi toplumsal olarak umursamazlık seviyemizin gelmiş olduğu noktanın sonucu. Umursamazlık ve ahlaksızlık artık bu ülkenin genetik kodlarına iyice işlemiş durumda.
Umursamazız; çünkü en geç önümüzdeki hafta bütün bu olaylar unutulacak ve herkes doğal (!) olarak kendi hayatına dönecek ve yaşananların hesabı sorulmayacak.
Ahlaksızız; çünkü bu oteldeki ihmal sadece oraya ait ya da oraya özgü değil. Ülkenin genelinde bu ve buna benzer nice ihmaller silsilesi mevcut. İşte bu ihmalkarlığın adı ahlaksızlıktır.
İnsanın doğası gereği iyi olduğuna inanan birisi olmama rağmen bir toplumdaki bu seviyede olan umursamazlık ve ahlaksızlık bu inancımı her geçen gün daha da sarsmakta.
Peki her şey için çok mu geç?
Bunun iki yanıtı var.
İlk olarak; evet, pek çok şey için çok geç. Öleni geri getirmek mümkün değil ya da parçalanan aileleri yeniden bir araya getirmek mümkün değil. Bir can – evet sadece bir can – dünyaya hatta dünyalara bedeldir. Bu yüzden yok olan dünyaları yeniden oluşturmak mümkün değil. Bunlar için çok geç.
İkinci olarak; hayır pek çok şey için hala zaman var. Bu söylem gün geçtikçe romantik bir hayalperestlik olarak kalıyor; ancak realist bir yanı azıcık da olsa var. Bugünü dünden, yarını bugünden daha doğru, daha dürüst ve daha ahlaklı yaşamak ve insanları basit ahlaksızlıklara kurban etmemek için hala şansımız var.
Bu UMURSAMAZLIK ve AHLAKSIZLIK sonucunda gidenleri geri getiremeyiz ama yenileri kaybetmenin önüne geçebiliriz. Bu hem çok kolay hem de çok zor.
AHLAKLI ve UMURSAYAN biri olmak yazması kolay ama olması zor erdemlerdir…


Kirpi İkilemi

Bu soğuk kış gününde birden aklıma gelen durum. Soğuktan mıdır, üşümekten midir bilmem Schopenhauer’in bu ikileminden bahsetmek isterim. Schopenhauer biz insanların ve toplumların ilişkisini soğuklarda ısınmak için birbirine yaklaşan ama yaklaşınca da okları birbirine batan ve acıdan dolayı tekrardan birbirinden uzaklaşan kirpilere benzetmektedir. Kirpiler birbirlerinden uzaklaşınca bu sefer tekrardan kış mevsiminin acımasız soğukluğuna maruz kalırlar ve donmamak için tekrardan birbirlerine sokulurlar. Dikenleri birbirlerinin canını iyice yakana kadar da bu duruma katlanırlar. Ne zaman ki acı iyice dayanılmaz bir hal alır o zaman tekrardan birbirlerinden uzaklaşırlar. Bu durum-yani birbirlerine sokulma ve birbirlerinden uzaklaşma-hem ısınmaya yetecek hem de canlarını o kadar da çok yakmayacak mesafe olan optimal mesafeyi bulana kadar devam eder.


Psiko-Toplumsal Mevzular

Herkese merhabalar. Ben klinik psikolog Metin OLATAŞ. 2025 yılı boyunca sizlere bu köşe sayesinde ulaşacak olmanın heyecanı ve mutluluğunu yaşıyorum. Bugüne kadar bu gazetede onlarca haber ve röportaj yaptıktan sonra bir köşede yazmak oldukça farklıymış. Bu süreçte sürçülisan edersem şimdiden affınıza sığınıyorum.

Burada ne yazsam hangi konulara değinsem diye düşündükten sonra “Psiko-Toplumsal Mevzular” başlığını buldum. Bugüne kadar bu gazetede çünkü toplumumuzu ilgilendiren konuları psikolojik açılardan ele almaya çalışmıştım.

BİR PSİKOLOGDA DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER

Bugün ilk yazımda sizlere bir psikologda dikkat edilmesi gereken hususlardan bahsedeceğim. Öncelikle bir meslek grubunu iyi tanıyabilmek için bazı konuları netleştirmekte yarar var: Psikolog, klinik psikolog ve psikoterapist kimdir? Çalışma esasları ve kuralları nelerdir?

ÜlkemizdePSİKOLOG” unvanı, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından kabul edilen bir yükseköğrenim kurumunda, dört yılık psikoloji lisans eğitimini tamamlamış olan kişilere verilir. Bu unvanı ancak psikoloji diploması olan kişiler kullanabilir. “KLİNİK PSİKOLOG” unvanı ise psikoloji lisans eğitiminin üzerinde yine YÖK tarafından kabul edilen bir yükseköğrenim kurumunda klinik psikoloji yüksek lisans eğitimini tamamlamış olan kişilere verilir. “PSİKOTERAPİST” ise bilimselliği ve etkinliği kanıtlanmış temel bir psikoloji paradigması çerçevesinde (Davranışçı, Bilişsel, Varoluşçu, Hümanist vb.) gerekli yoğun psikoterapi eğitimlerini almış, bu kuramsal yaklaşımın gerektirdiği teknikleri kullanarak hastaların ruhsal, zihinsel sorunlarını aşmalarına,