Her sabah kalktığımızda, daha gözümüzü açar açmaz bir ses bombardımanının ortasında buluruz kendimizi. Sosyal medyanın, haberlerin, telefon bildirimlerinin, çevremizdekilerin beklentilerinin sesi… Bunca gürültü arasında iç sesimizi duymak, bazen imkânsız hale gelir. Ama içimizde bir yerlerde, sakin bir gölün dibinde yatan bir pusula vardır: Bizim özümüz, iç sesimiz.
Kendi sesini duymak demek, kim olduğunla temas etmek demektir. Bu ses, başkalarının bizden beklediği kişi değil; gerçekten kim olmak istediğimizi fısıldar. O sesi bastırdığımızda, zamanla tükenmişlik, anlamsızlık ve yabancılaşma baş gösterir. Çünkü bir hayatı yaşarken, o hayatın gerçekten bizim olup olmadığından emin olamayız. Ne istediğimizi bilmeden başarıya koşmak, sonunda neden boşluk hissettiğimizi anlamamıza engel olur.
İç ses, duygularımızın ve ihtiyaçlarımızın taşıyıcısıdır. Mutlu olmadığımız bir işte yıllarca kalmamıza “mantıklı” diyen zihnimize karşı, iç sesimiz huzursuzlukla yanıt verir. “Bu ben değilim” diyen sessiz ama derin bir bilgiyle...
Peki neden duyamıyoruz bu sesi? Çünkü onu duymak cesaret ister. Kendi içimize bakmak, bastırdığımız korkularla yüzleşmek demektir. Başkalarını memnun etmeye odaklı bir yaşam biçimi içinde “ben ne istiyorum?” sorusu yabancılaşır. Ama işte tam da bu noktada farkındalık başlar. Belki de içsel yolculuk, bu soruyu samimiyetle sormakla başlar: “Ben, gerçekten kimim ve ne istiyorum?”