İçimizdeki kalabalık çoğu zaman dışarının seslerinden oluşur. Anne babanın, öğretmenin, toplumun, sosyal medyanın, arkadaş çevresinin… Ne yapmamız gerektiğini söyleyen, kim olmamız gerektiğini hatırlatan, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildiğini iddia eden sayısız ses arasında kayboluruz. Ve bir noktada, hangi sesin bize ait olduğunu ayırt edemez hale geliriz.
Kendi sesini duymak, bazen sessizliğe çekilmekle mümkün olur. Gürültüyü azaltmak, dış yönelimli yaşantıyı içe döndürmek gerekir. Bu kolay değildir; çünkü dışarısı onay, alkış ve aidiyet sunar. İçerisi ise belirsizlik, sorgulama ve yalnızlıkla doludur. Ama gerçek dönüşüm, o yalnızlıkta başlar.
Danışanlarımla yaptığım çalışmalarda sıkça gözlemlerim: Birçok kişi hayatını başkalarının arzularına göre inşa etmiş. Tercihler başkasının beklentisiyle şekillenmiş, kararlar başkasının onayıyla alınmış. Ve bir gün, “Ben kimim?” sorusu beliriveriyor. İşte o soru, kendi sesinin ilk yankısıdır.
Kendi sesini duymak, kendi hayatını seçmeye başlamaktır. Bu, dramatik değişiklikler yapmak anlamına gelmez. Bazen sadece bir cümlede, bir duruşta, bir tercihte belirir. “Hayır, ben böyle hissediyorum” diyebilmek bile başlı başına bir devrimdir.
Ama bu devrimin sürdürülebilir olması için kendi sesine güvenmeyi öğrenmek gerekir. Çünkü iç sesimiz başta kısık konuşur. Yıllardır bastırıldığı için güçsüzdür. Onu duymak cesaret, sürdürmek kararlılık ister. Ve belki de en önemlisi, o sesi bir yaşam pusulası haline getirecek kadar değer vermeyi gerektirir.
Kendi sesini duyabilmek, sadece bir içsel kazanım değil, aynı zamanda bir toplumsal direniştir. Çünkü özgün bireyler, sistemin kolayca yönlendiremediği bireylerdir. Ve bu dünyada en büyük konfor, başkasının izini değil, kendi yolunu takip edebilmektir.