Ritüelin Hatırlattığı: Neyi Kutluyoruz Aslında?


  • Oluşturulma Tarihi : 05.06.2025 08:03
  • Güncelleme Tarihi : 05.06.2025 08:03

Bayram sabahları, çocukken içimizi heyecanla dolduran o belirsiz sevinçle uyanırdık. Yeni kıyafetler, özel sofralar, aile ziyaretleri… Hepsi bir “kutlamaya ait olma” hissiyle örülüydü. Ancak yaş aldıkça, aynı sahnelerin içinde aynı duyguları bulamamakla karşılaşırız. Neyi kutladığımızı, neyin yasını tuttuğumuzu, neye ait olduğumuzu yeniden sormaya başlarız.
Bayramlar ve toplumsal ritüeller, sadece takvime işlenmiş geleneksel günler değildir. Bunlar insanlık tarihinin kolektif hafızasında yer etmiş, aidiyetin, sınırların, geçişlerin ve anlam arayışının sembolik duraklarıdır. Psikolojik olarak bakıldığında, bayram bir “bütünlük deneyimi”dir: dağılmış parçaların bir araya gelme umudu. Sosyolojik olarak ise, bireyin topluma yeniden bağlanması için inşa edilmiş bir köprüdür.
Modern dünyada bu ritüeller giderek yüzeyselleşiyor. Duygudan çok zorunlulukla yapılan ziyaretler, içtenlikten çok gösterişle dolu sofralar, mesajla geçiştirilen iyi dilekler… Tüketim çağında ritüel, içerikten çok form üzerine kuruluyor. Oysa ritüelin özü, anlamı tekrar tekrar hatırlatmaktır. Kim olduğumuzu, nereye ait olduğumuzu ve neye değer verdiğimizi.
Bayramlar bize, zamanın döngüselliğini öğretir. Hayatın düz bir çizgi değil, dairesel bir akış olduğunu… Aynı masaya her sene başka eksiklerle oturmak, aynı duayı başka yüklerle etmek; işte o döngü, insana hem kaybı hem umudu aynı anda hatırlatır. Bu, modern insanın unutmaya meyilli olduğu bir şeydir: acıyla sevinç, yasla kutlama, kayıpla birliktelik iç içedir.
Ritüelin psikolojik gücü, kişinin kontrol edemediği geçiş dönemlerine bir anlam çerçevesi sunmasıdır. Doğum, ölüm, evlilik, bayram… Hepsi bir “öncesi ve sonrası” tanımlar. Kaosun ortasında düzen sağlar, geçişe eşlik eder. Özellikle çocuklar için bu ritüeller, dünyanın anlaşılır ve güvenli bir yer olduğuna dair ilk işaretlerdir. Aynı sofrada toplanmak, aynı sözleri tekrarlamak, aynı tatları paylaşmak... Bunlar, hafızayı sabitler. Kimliğe yön verir.
Ancak önemli bir mesele var: Bir ritüel, içi boşaldığında yara üretir. Katıldığımız ama içinde bulunmadığımız kutlamalar, duygusuz gelenekler, yerini sorgulamadığımız alışkanlıklar… Bunlar, insanı topluma bağlamak yerine, yalnızlaştırabilir. “Mekanik katılım” bizi görünür kılar ama hissedilmez yapar.
Peki ne yapmalı? Ritüeli yeniden anlamlandırmak gerekir. Kimi zaman sofra sayısını azaltarak, kimi zaman mesaj yerine sesle dokunarak, kimi zaman da kendimize dürüstçe “Ben bu kutlamada ne hissediyorum?” diye sorarak. Ritüel, yeniden kurulur. Ve içtenlik, onun en asli malzemesidir.
Sosyolojik düzlemde düşündüğümüzde, ritüel ortak belleği taze tutar. Ama bireysel düzlemde, her birimizin ona yüklediği anlam ayrıdır. Bu yüzden herkesin bayramı kendince yaşama hakkı vardır. Kimi için bir kabulleniştir, kimi için bir direnç, kimi için sadece bir mola. Ama hepsinde ortak olan şey, insana bir şey hatırlatma çabasıdır: “Sen bir yere aitsin. Bir geçmişin, bir bağın, bir devamın var.”
Sonuçta, bayramı “kutlamak” kadar, onun bizde neyi harekete geçirdiğini duyumsamak önemlidir. Çünkü asıl bayram, dışımızda değil; içimizde olup biten o küçük yankıdır. Ve belki de bu çağın en büyük kutlaması, gerçek bir temasın hâlâ mümkün olduğunu görmektir. 

Ritüelin Hatırlattığı: Neyi Kutluyoruz Aslında?
Metin Olataş
Yazarımız Kim ?

Metin Olataş