Sayfa Yükleniyor...
Midyat; 1989 yılının on ikinci ayı. Havalar bayağı soğuk. Her taraf karla kaplı, beyaza bürünmüş. Böylesi soğuk karlı bir günde, yola çıkmayı içime sindiremiyordum. Ancak içine düştüğüm girdaplı çıkmazın bir-tek çıkış yolu buralardan ayrılmamı işaret ediyordu. Ailece yola koyulmaya karar vermiştik artık. Hazırlıkların tamamlanmasının ardından, eşim ve dört çocuğumuzla birlikte yola çıkmaya hazırdık. Bizi uğurlamada hazır bulunan saygı değer annem, kardeşlerim ve sevdiklerimizle kucaklaşarak vedalaşıp lapa, lapa yağan karın altında yola koyulduk. Yavaş, yavaş ilerleyen aracın içinden dışarıyı süzerek, cadde ve sokakların, küçüklüğüme, gençliğime ve bütün değerlerime ev sahipliği yaptığı dönemi hatırladıkça hayıflanıyordum. Bu değerleri geride bırakıp ayrılırken duygulanmamak mümkün değildi. Boğazımız adeta düğümlene, düğümlene memleketi terk ettik. Gidip de dönmemek, gelip de görmemek var duyguları içinde, memleketimiz Midyat’ı geride bırakmıştık. Karmaşık duygular içinde bir buçuk saat sonra, Mardin’e vardık. Tümsekli şehrin yamaçlı yolunda, dingin bir sallantıyla yol alırken, zirvedeki tarihi kale, Mezopotamya ovasının deryası dikkatini üzerimize çekerek, cazibesiyle bizleri âdeta büyülüyordu. Deniz mavisi gökyüzünde taklacı güvercinler, Güneş tapınağının üzerine kurulan Deyrulzafaran, Kırklar Kilisesi, Kasımiye Medresesi, figürlü taş duvarları ve yivli minaresiyle, tıpkı otantik bir açık hava müzesini andırıyordu Mardin. İçimdeki ruh halinin, bu kültür beşiği yerleşkeye, atıfta bulunmam gereklilik arz eder gibiydi. Kafamda tasarladığım bu mısraları, uzun yıllar sonra siz değerli okurlara itafen burada paylaşmak istedim.. Ben Mardin’im... Yılanların şahı Şahmeran, Kadim bir inancın güneş tapınağı, kıraç alanda Deyrulzafaranım. Müsavi tas kitabesinde çeşme, meskûn bir mahalde metruk sinagogum. Kasımiye Medresesi’nde ilim, kayalarda dara antik kentiyim. Mezopotamya ovasının buğday başaklarında inci, sokaklarımın (Abbarası) taş kemeriyim. Belediyede kadrolu merkep, mavimsi kubbemde, taklacı güvercinim. Bozkırlarda kınalı keklik, Derik’te Derâ Sor’um. Ovam’da Kesra Kanco, ovayı yararak uzanan ipek yoluyum. Savur’da Babı Sor Suyu, Doğu’da Mor Yuhanna’yım. Ovamda kavak, yukarda da Melik Mahmut Camii’yim. Midyat’ta Cevatpaşa Camii’nden yükselen ezan sesiyle, çanımın çınlattığı yankıyla uyum içinde Meryem Ana’yım. Yayvan tepede Deyrulamar, Midyat’ta tarihi konuk eviyim. Estel yukarı mahallede Binbaşı Abdurrahman Efendi Camii, aşağıda tarihi ulu camiyim. H. Şeyhmus Mete Konağı’nda manzara, az ötede köşk meydanıyım. İlerde Kervansaray Hanı, yanı başında Şeyh Kamar’ım. Nusaybin’de Mor Abraham Manastırı ile Anzavur Kalesi’yim. Çok insanın nasiplendiği yerleşkede, Zeynel Abidin’im. İnançların kutsal mekanında, imanım. Harmanlanmış kültür mozaiğinde, tarihim. Yüzyıllar boyunca oyulmuş kayaları kendine mesken edinmiş yerleşkenin vazgeçilmez sakiniyim. Özüm taştır. Taşlardaki figürlerin sessiz haykırışıyım. Taş duvarlarımdaki motifler beni en güzel ifade edenimdir. Yaşanmış hikayemin rivayetteki sessiz kahramanıyım. Yani efsaneleşmiş öykümün ta kendisiyim. İşte ben Mardin’im. “Gündüz seyranlık, gece gerdanlığım...” Bu geleceği meçhul göç yolunda devam ederken, otuz yıl önce beynime nakşettiklerimi, böylece otuz yıl sonra bu köşede yazıyla dile getirmiş oldum. (Devam edecek)