“İzmir liman şehri olma özelliğini yitirdi”

İzmir ve Tire tarihi üzerine yazdığı kitaplarıyla tanınan araştırmacı yazar Abbas Levent Ertekin, “Son 20 yılda İzmir’i yönetenlerin ileriyi göremeyişi ile birlikte İzmir giderek kan kaybetti ve büyük firmalar merkezlerini İstanbul ve çevresine taşımasıyla İzmir eski liman şehri özelliğini giderek yitirdi” dedi


  • Oluşturulma Tarihi : 05.09.2016 08:44
  • Güncelleme Tarihi : 05.09.2016 08:44
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
“İzmir liman şehri olma özelliğini yitirdi”

TANER UYANIKER - ÖZEL RÖPORTAJ

İzmir ve Tire tarihi üzerine yazdığı kitaplarıyla tanınan araştırmacı yazar Abbas Levent Ertekin ile tarih üzerine hoş bir söyleşi gerçekleştirdik. İzmir’in kuruluşundan Osmanlı dönemindeki gelişimine ve en son günümüzdeki durumuna kadar tarihi masaya yatırdık.

Ertekin, İzmir’in tarihinde liman şehri olma özelliği taşıdığını ama son 20 yılda yapılan yanlış siyaset nedeniyle İzmir’in eski canlılığını yitirdiğine ve İstanbul’un bu alanda İzmir’i geride bıraktığına dikkat çekti.

İzmir adı nereden gelmektedir?

Homeros destanlarında anlatılışına göre şehir ismini Kıbrıs Kralı Kinyras’ın kızı Smyrna’dan almıştır. İzmir sözcüğü Smyrna’nın halk arasındaki kullanış şeklini ifade eder.

Osmanlı döneminde İzmir’in gelişimi nasıl gerçekleşir? Bu dönemde Osmanlı ekonomisi açısından şehrin yeri nerededir?

Osmanlı döneminde İzmir bir liman şehri özelliği göstermesi bakımından önce voyvodalık daha sonrada sancak merkezi olur. Şehir gelişimi 17. yüzyıldan başlayarak 19. yüzyılda tamamlar ve son yüzyılda Aydın vilayetinin merkezi konumuna gelir. İzmir, Osmanlı için batıya açılan önemli bir ticari liman şehri özelliğini korumuştur. Batı Anadolu’nun verimli tarım arazilerinde yetişen ürünler, İzmir limanından ihraç edilmesi dolayısıyla kapitalist batınında hep iştihasını çekmiştir. Çok dilli çok kültürlü yaşamın merkez şehirlerinden biri olan İzmir, Doğu Akdeniz’in imtiyazlı liman şehirlerinin başında gelişi tarıma dayalı ekonomisi olan imparatorluğun önemli ihraç noktası olmuştur.

İZMİR FARKLI MİLLETLERİN TOPLANDIĞI BİR ŞEHİRDİ

Milli mücadele döneminin İzmir’e olan etkileri nelerdir?

Milli mücadele dönemi İzmir’in acılarla geçen kabus dolu yıllarıdır. İngiltere’nin himayesindeki Yunan ordularının İzmir’e 15 Mayıs 1919 tarihinde çıkışıyla başlayan sıkıntılı yıllarda ilk kurşun İzmir’de Gazeteci Hasan Tahsin ile atılırken, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin” ifadeleri Taşlıkta işgalden hemen önce mitingde dile getirilmesi, işgalden 4 saat sonrada Denizli müftüsünün Denizli’de devlet kurması bağımsızlık ateşini diri tutmuş. Ayrıca İzmir ve çevresinde Gökçen Hüseyin Efe, Demircili Mehmet Efe, Yörük Ali Efe gibi öncü efelerle Kuvayi Milliye birlikleri kurulmuştu. Ankara’da düzenli ordu kurulana kadar Yunanistan-Aydın hattının ötesine bu küçük Kuvayi Milliye çeteleri zeybek ve efelerle durdurulmuş. Ankara’ya mücadele için zaman kazandırılmıştı.

Osmanlı döneminde şehrin toplumsal yapısı hakkında bilgi verebilir misiniz?

İzmir, 15. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı egemenliğine kesin olarak girdikten sonra 16. yüzyıl sonlarına kadar Türkler ve Rumlar olmak üzere iki millet, bir toplumsal yapı içindeydi. 16. yüzyıl sonlarında şehir dahi denmeyecek bir büyüklükte ve nüfus yoğunluğundaydı. Biri Rum beşi Türk olmak üzere 6 mahalleden oluşan İzmir, 600 haneye ve yaklaşık 3 bin nüfusa sahipti.

İzmir, 17. yüzyıldan itibaren göç olgusuyla tanışır. Ardından iki kutuplu toplumsal yapı çok kültürlü, çok dinli bir etnik çeşitliğe dönüşür. İzmir, 18. yüzyıl ortalarından itibaren transit liman şehri özelliğinden yayılmacı liman şehri kimliğine dönüşürken toplumsal yapısında da önemli değişiklikler olmuştur. Bu tarihten itibaren ve 19. yüzyıl boyunca, şehrin toplumsal ve kültürel yapısına Almanlar, Ruslar, Belçikalılar, Avusturyalılar, Amerikalılar, İsviçreliler, Araplar ve Acemler de katılmıştır. Hatta kenti 15. yüzyılda terk ederek Malta’ya yerleşen sabık Rodos Şövalyeleri’nin torunları kente dönerek Maltalılar Sokağı’nı oluşturmuş ve kente yeniden dahil olmuşlardır. Şehrin oluşan yeni toplumsal yapısı Osmanlı’nın var olan millet sistemiyle de örtüşünce, şehrin yerleşim planı kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Artık şehirde Türk Mahallesi, Rum Mahallesi, Ermeni Mahallesi, Yahudi Mahallesi ve şehrin ticaretinin döndüğü ve kozmopolit bir yapının ilk tohumlarının atıldığı ve batı Avrupalıların yerleştiği Frenk Mahallesi vardır.

İZMİR CUMHURİYETİN BATIYA AÇILAN KAPISIYDI

Cumhuriyet döneminden günümüze İzmir nasıl bir değişime uğramıştır? Günümüzde İzmir’in durumu nedir?

İzmir’i değerlendirirken erken cumhuriyet dönemini farklı; İzmir’in son 20 yılını farklı değerlendirmek sanırım doğru bir yaklaşım olacaktır. Çünkü Yunanın 1922 yılında denize dökülmesinin ardından hem Yunan ordusunun tahribatı hem de yaşanan yangın felaketi zengin bir ticaret ve sanayi şehrini birkaç gün içinde kül yığını haline getirmişti. Yangınla birlikte İzmir limanındaki depolar, oteller, iş merkezleri de yerle bir olmuştu. Bütün bunlara birde Levanten denilen yabancı sermayenin ülkeyi terletmesiyle birlikte uluslararası ticaretin merkezi olan İzmir kelimenin tam anlamıyla çökmüştü. Cumhuriyeti kuran kadrolar için bir yandan sömürgeci yapının çöküşü fırsatları da beraberinde getirmişti. Artık ulus devletin temelleri üzerine bir şehir kurgula bilirdi. Bu bağlamda iktisat kongresinin şehirde yapılması büyük bir şanstı. Kısa zamanda İzmir yeniden yapılandırıldı.

Özellikle son 20 yıla kadar İzmir genç Cumhuriyet’in batıya açılan kapısı ve en büyük liman şehriydi. Ancak mega şehir İstanbul’un dünya şehirleri arasında aldığı yerle birlikte bir anda çekim merkezi haline gelişi, İzmir’i yönetenlerin biraz ileriyi göremeyişi ile birlikte İzmir giderek kan kaybetti ve büyük firmalar merkezlerini İstanbul ve çevresine taşımasıyla İzmir eski liman şehri özelliğini giderek yitirdi. Günümüzde de hem ekonomik hem kültürel sığlığı yaşayan şehir, maalesef 15. yüzyıl sonunda iki kutuplu kültürel yapı özelliği taşımakta. 19. yüzyılın çok kültürlü renkli mozaiği yerine şehir adeta ideolojik bir deli gömleği giymiş konumda. Ancak siyasal partilerin besleyip büyüttüğü bu yapı İzmir’e dar gelmektedir.

Saat Kulesi’nin hikayesini bize anlatabilir misiniz?

İzmir’in sembolü Saat Kulesi, Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit'in tahta çıkışının 25. yılı nedeniyle, İzmir Valisi Kıbrıslı Kamil Paşa, oğlu Bahriye Mirlivası Said Paşa ve Belediye Reisi Eşref Paşa'dan oluşan bir komisyon tarafından yaptırıldı. 25 metre yüksekliğindeki kulenin saati Alman İmparatoru 2. Wilhelm tarafından hediye edildi. Mimarlığını Fransız Raymond Pere’nin üstlendiği Saat Kulesi'nin inşaatında kullanılan yeşil ve kırmızı mozaikler Efes'ten, esas bünyeyi oluşturan taşlar ise Sarayköy'den getirildi. Kule 25 metre boyunda olup, dairesel esas etrafında dört çeşmesi vardır ve kolonlar Kuzey Afrika temasını esinlendirir. Somaki mermer sütunlara sahip Saat Kulesi, 1928 ve 1974 yıllarında meydana gelen şiddetli depremlerde hasar görmüş, ancak kısa sürede tamir edilmişti.

TİRE TARİHİ GİZLİ BİR HAZİNE

Tire tarihi üzerine yaptığınız çalışmalarla tanınıyorsunuz. Tire’nin tarihteki yeri ve önemi hakkında kısaca bize neler söylemek istersiniz?

Tire, saklı bir tarih hazinesidir. Öylesine bir hazine ki ne aradığınızla çok yakın ilgili. Örneğin Helenistik dönemi araştırıyorsanız, burada çok zengin bir kaynak bulabilirsiniz. Şehirde hiçbir arkeolojik kazı yapılmamasına rağmen Küçük Menderes Havzası’nın en zengin arkeolojik müzesi Tire’de bulunmakta. Tamamen yerin üstünden çıkanlardan oluşmuş. Doğu Roma kültürünü arıyorsanız halen ayakta onlarca yerleşim birimini burada görebilirsiniz. Beylikler döneminin en zengin kültürel hazinesini şehirde görmeniz mümkün. Osmanlı döneminin 400 yıl eyalet sancak merkezi görevini üstlenen ve payitahtın bürokrat tarlası olan şehir, hem kültürel hem ekonomik hem de siyasi anlamda tam bir açıkhava müzesi görünümündedir. Mimarı açıdan Osmanlı’da ilk yarım kubbe mimarisinin yapıldığı yer olan şehirde ayrıca mali konularda da Osmanlı’nın gümüş sikkelerinin basıldığı darphanesinin oluşu gerçekten de oluşu gerçekten de şehri önemli bir konuma getiriyor. Belki biraz abartı gibi gelecek ama şu anda Tire ile ilgili yapılan araştırmalar, yazılan yazılar bu gizli hazine denizinde, insanların, araştırmacıların ancak ayaklarını ıslatabilmiştir.

KİTAPLARIM BENİM EVLATLARIMDIR

İsterseniz yeniden edebiyata dönelim. Bir bütün olarak en beğendiğiniz eseriniz hangisi?

Yazı yazan birine sorulabilecek en zor sorulardan biri. 41 kitabım yayınlandı. Ben bunların hiçbirini daha çok seviyorum diyemem. Adeta onlar benim evlatlarım. Hangi baba evlatları arasında ayrım yapabilir. Ama şu kadar söyleyebilirim belki üzerinde çok emek verdiğim iki kitabımı biraz daha ayrı tutuyorum. Ben onları kalfalık eserleri olarak görüyorum. Ustalık eserini soruyorsanız henüz onu daha yazamadım. Benim için iki değerli ve uzun zaman ayırdığım eserler şunlardır: “Kuvayi Milliye Tacının İri Pırlantası Gökçen Efe (Roman)” ve “Osmanlıdan Günümüze Tire’de Eğitim ve Eğitimciler (eğitim araştırma çalışmaları)”

Her yazar mutlaka hayattayken kitaplarının toplumda nasıl bir etki yarattığını merak eder. Eserlerinizin toplumda tesiri oldu mu, bizzat müşahade ettiniz mi?

Aslında her yazı yazanın yazdıklarının toplum tarafından kabul görmesini bizzat hayatta iken gözlemlemesi çok hoş bir duygu. Ben bugüne kadar yazdıklarımın toplum tarafından kabul görmesini onların üzerinde etkili olduğunu gördüğüm için mutluyum. Mesela Gökçen Efe kitabını okuduktan sonra okurlarımın içinde çocuğuna Gökçen ismini verenler çıktı. Gittiğim yerlerde bu kitap konuşuluyor. Ayrıca 14. yüzyılda yaşamış Tire’li bir alim olan İbni Melek ile ilgili yazdığım eserden sonra ilginin bu şahsiyet üzerine çevrilmesi önce bölgenin en büyük Kuran kursuna ismi verilmesi ardından da Tire’de yapılan en büyük camiye İbni Melek ismi verilmesi. Bunun dışında bölge ile ilgili yapılan tüm yüksek lisans çalışmalarında kaynakça kısmında kitaplarımızın yer alması da etki bakımından önemli gelişmedir.

CEMAL KUTAY’LA ANI

Yazarlık hayatınızda unutamadığınız başınızdan geçen bir olayı anlatabilir misiniz?

Oldukça fazla anım var ama çok trajikomik bir hatıra olması hasebiyle 1980 yılı Ağustos ayında yaşadığım anımı anlatayım. Bugün hayatta olmayan basınımızın duayen olarak gördüğü bir kalem erbabından bahsedeceğim. İlgilileri bilir, özellikle askeri cenahın çok yakından tanıdığı bir simadır Cemal Kutay… İzmir Üçkuyular semtindeki birinci kattaki evine misafir olmuştuk. Yanımızda halen ulusal bir gazetenin Ege Bölge Müdürü, Manisa’da öğretmenlik yapan genç bir arkadaşımız birde yanlış hatırlamıyorsam halen Urfa’da oturan Mehmet Gökdoğan isimli emekli bir öğretmen ve birde ben. Tarihi konulara olan ilgimden dolayı bu ekibe beni de dahil etmişlerdi. O sıralar çıkacak olan bir kitabı hazırlıyordu. Daha önce çıkan yüzlerce kitabı daha matbaa aşamasında abone usulüyle satılan, kitapçı raflarına ancak ikinci el kitapları düşen bu çok tanınmış otorite yazar bizi misafir etti.

Çalışma odasındaki mekanda ziyaretçilerin en küçüğü olmama rağmen içim içime sığmıyor, tarih sahasının bir devinin evinde aklıma gelen tüm soruları sormak istiyorum. Müsaade istedim. Birkaç soru sordum. En son sorduğum soru ‘Tarihi kaynakları kitaplarınızda pek kullanmıyorsunuz. Bir İsmail Hakkı Uzunçarşılı da olduğu gibi sizin eserlerinizde kaynakça yok.’ dediğimde Cemal Kutay göbeğini hoplata hoplata bastı kahkahayı ‘Evladım ben kendim kaynağım’ dedi. Bir anda ne diyeceğimi şaşırmıştım. Oldukça iddialı tezler ortaya atan adam kaynak konusuna gelince ‘Kaynak benim diyordu’ bu nasıl olurdu. Şaşkınlığım bir kat daha artarken bu defa ‘Peki bazen hiç bir yerde bulanmadığınız bir bilgiyi nasıl yazıyorsunuz?’ dedim. Hayatım boyunca unutamayacağım şu cümleyi söyledi; ‘Ben kaynak belge bulamadığım zaman yatarım gece o olayı rüyamda görür. Sabah kalktığımda da onu yazarım’. Duyduklarım gerçek mi yoksa şakamı diye rahmetlinin yüzüne baktım son derece ciddiydi.

Haber Merkezi