Yayıncılıkta ‘editör’ 3. koşucudur

Yayıncılık ve edebiyat dünyası hakkında merak ettiğiniz her şeyi, La Kitap Yayıncılık Editörü Çetin Tokay’a sorduk. Tokay, yayıncılıkta editörlüğün nasıl ve ne şekilde yapıldığını gazetemize anlattı


  • Oluşturulma Tarihi : 07.05.2020 07:32
  • Güncelleme Tarihi : 07.05.2020 07:32
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
Yayıncılıkta ‘editör’ 3. koşucudur

ONURHAN ALPAGUT-RÖPORTAJ
Bir süre kendisiyle internet aracılığı ile iletişime geçtiğim La Kitap Yayıncılık Editörü Çetin Tokay ile yayınevi editörlüğünü konuştuk. Meslek öncesi farklı sektörlerde de boy göstermiş olan tecrübeli isim La Kitap Yayıncılık’ın şu an editörlüğünü yapıyor. Kendisine sorduğum tüm soruları içtenlikle yanıtlayan Çetin Tokay ile röportajımızın ilk kısmını bugün sizler için yayınlıyoruz          
Klişe bir soru ile başlayalım isterseniz. Öncelikle bize kendinizden kısaca söz eder misiniz?
Büyük şairin, İstanbul’u özleyerek öldüğü yılın, ayının 23. günü o şehirde doğdu. Kendini bildiğinden beri elinden kalem kağıt düşmedi, önceleri yazmak için değil çizmek içindi. “Devlet”in okullarında okudu. Müfredatı takmayan hocaları sayesinde olabildiğince iyi eğitim aldı. 10 yaşında mahalle kitapçısında Armağan Çocuk Klasikleri dizisi ile tanıştı. O kitaplar onu Gorki’nin Ana’sına ve Jack London’un Demir Ökçe’sine taşıdı. O vakitler adı İDGSA olan Mektep-i Ali’de tam da istediği gibi bir eğitim gördü. Hilmi Yavuz hayatına girdi bir daha da çıkmadı. Sanat Bilimleri eğitimi sonrası çok heveslisi olduğu sinema okudu, okurken Sinan Çetin’in setine gitti, kaldı, asistanı oldu. Çok şey öğrendi. Ondan sonra değiştirdiği az sayıda iş için; başvuran değil hep talep edilen çalış(k)an oldu. Yaşam boyu ana üretim kanalı olan sanat ve yaratıcılıktan hiç ayrılmadı. Sinemada reji asistanlığından başka sanat yönetmeni yardımcılığı, yapım asistanlığı yaptı. 5 yıl sonunda bu işten para kazanamayacağını anladı, ayrıldı. Ajans, matbaa işlerine yatay geçiş yaptı. Kendi iş sıfatını kartvizitine kendi yazdı; “İş Yürütücüsü”. Çalıştığı ajans dergici olunca o da dergici olmuş sayıldı. İyi de oldu, kendi işini buldu, bir daha ne o işi onu, ne o işini bırakmadı. 7 yıl profesyonel çalıştıktan sonra ayrıldı kendi dergisini kurdu, yönetti, üretti, yazdı, fotoğrafladı, bastırdı, dağıttı. EA Islak Mekân Sektör Çalışanları Dergisi ile sektör dergiciliğine yeni ve farklı bir bakış getirdi. Sektörünün “Çetin Abi”si oldu. Kurguladığının ötesinde başarılı oldu, sevildi, arandı, davet edildi, sektörde ne oluyorsa o bildi, ne bildiyse o oldu! Gün geldi bitirdi. Şimdilerde 10 yaşından beridir okuduğuna ek olarak yazıyor da. Bir kaç dergide makaleleri yayımlandı, yayımlanıyor. Emekli olunca ömrünün 53 yılını geçirdiği evinden, şehrinden ayrılma kararı aldı. Halen Balıkesir’de yaşıyor. İstanbul’a her ay gelip iki ayrı gruba edebiyat metni içinde tarih nasıl aranır aranan Türkiye’nin tarihidir o konuları anlatıyor. Üzerine bir de çok yeni yazar kadınların romanlarında cinsiyetçilik ve kadınlık halleri okuması yaptırıyor. Seçtiği talebeleriyle “Çalıştay” yapmaya başladı ilki Carson Mc Cullers’di, koronaya takıldı.



La Kitapevi ve Leyla Akgül ile tanışmanız nasıl oldu? 
Ben İstanbul’da edebiyat dünyası içinde seminerler, imza günleri, toplantılar içinde koşuştururken, sosyal medyayı da çektiğim fotoğrafları ve o fotoğraflara haber metni yazarak aktif olarak kullanıyordum. O zamanlar bu kadar olmasa da epeyce yazar, yayıncı arkadaşım oluşmuştu ve paylaşım altı yorum yazarken Leyla ile tanıştık. Önce Facebook’tan arkadaş olduk, sonra aramızda uzun uzun yayıncılık, kitaplar, Alevilik mevzuları üzerinde yazıştık ve sonrasında telefonla çok konuştuk. La Kitap’ı yeni kurmuştu ve hani derler ya A’dan Z’ye her şeyiyle tek başına uğraşıyordu. Sanıyorum baktı ki ben bu kadar ilgili, eh hadi söyleyelim bu kadar da bilgili olunca bir gün e-postama bir ileti gönderdi. Bu bir öykü dosyasıydı, “Ben yetişemiyorum, şuna bir bakıver” diyordu. Böylece başladık. Sonra bir gün bir ileti daha geldi, gencecik bir adam, bir roman yazmış. Onu da bana paslamış. Çok eksiği, çok hatası vardı ama anlattıkları çok samimi ve içten hikayelerdi. Benim de ilgi alanımdı; Türkiye’nin siyasi tarihinde sol örgütler. O metinle çok uğraştım, çok cebelleştim. Sonrası öyle sürdü.



HİLMİ YAVUZ ETKİSİ
Editörlük konusunda nasıl yollardan geçtiniz, kendinizi nasıl eğittiniz?
Dördüncü sınıftan, yani on yaşından beridir okuyorum, yaşımla birlikte okuduklarım da değişti. Üniversitede Hilmi Yavuz talebeliği bana “eş zamanlı” okuma alışkanlığını edindirdi. Kendimi bildim bileli “sosyalci” oldum. İnsanı ve insanla ilgili her şeyi çok merak ettim. Çok geniş bir okuma alanım oldu bu nedenle antropolojiden, psikolojiye, sosyolojiden, sinemaya, tiyatro kuramından, uygarlık tarihine. Bu alan okumaları bana çoğul düşünceyi öğretti. Belli bir düşüncenin, ideolojinin kör kütük militanı olmadım. Temel soruyu hep sordum “Neden?” Geçende bir romanda okudum “Düşünen insan, yavaşlar.” Düşününce hayda hop eyleme koşmazsın. Üstelik Türkiye’de düşünmek hep suç olmuştur, hep ideolojik eylemciler tarafından küçümsenmiştir. Olayların içine dalmam, hep yukardan (Zaviye denir sinemada) ve uzaktan gözlemlerim. Kuramsal kitap bilgisinden öğrendiğimi, çok çeşitli insanlarla ilişkilerimde test ederim. Yorumlarım, sorgularım, sonuçlar çıkarırım. Böylece hep sürünün dışında kaldım. Bu duruş bana bir metne çok değişik gözle bakmayı öğretti. Olmuş / olmamış ezberi yerine, yazar samimi mi, sadece yaşadıklarını mı yazmış, yazmaktan ne anlamış, dünyasının sınırları ne kadar, cümle seçimleri, özgün mü, yoksa bir ustayı mı taklit etmiş… Bu gibi kriterler, düşünceler ve elbette toleranslarla bakabiliyorum elimdeki metne.



KİTAP AŞAMALARI
Sizce bir editör nasıl olmalı, siz nasıl bir editörsünüz?
Bu sorunun cevabını iki farklı düzlemde vermek lazım. Birincisi ideal yapılanma içinde çalışılan bir büyük yayıncıda çalışan editör, ikincisi ise butik adı verdiğimiz, kendi suyuyla kaynayan, küçük yayıncıyla yarı bağımsız çalışan editör. İdeali tanımlamak için güzel bir örneğim vardır. 4 X 400 bayrak yarışı. Tam anlamıyla bizim ideal yayıncılık tanımlamasını tarifler. Yayıncılıkta da 4 koşucu vardır. Editör 3. koşucudur. Çıkışı yayıncı, sahibi, “patron” yapar. Onun koşusu daha çok pist dışındadır. Bayrağı ikinci koşucuya verdiğinde yayın yönetmeninin koşusu başlar. Hangi kitaplar basılacak / çevirtilecek, hatta hangi seriler oluşturulacak, hangi konuların üzerine gidilecek, yayınevinin konseptini, duruşunu, tarzını belirleyendir. Dış dünyanın yayıncılığı ile de yakından ilgilidir. Onun sorumluluğunun bittiği yerde ise bayrağı Editör/ler alır. Büyük yayıncılarda birden çok editör çalışır. Yazara özel editör olduğu gibi (yazar kaprisi), çeviriler editörü, seriler editörü gibi uzmanlaşmalar vardır. Küçük yayıncıda ise editör hem yayın yönetmedir, hem patron ortağıdır (genellikle), hem de eğer çok çalışkansa dördüncü yerine de geçer. Otomobili ile matbaadan kitapları yükleyip ofise taşıyan çok editör bilirim. Her iki alanda da asıl görevi aynıdır; yazarla ve onun yazdığı “kutsal metin sandığı edebiyat metni ile güreşmek! (Pistten çıkıp, salona girer.) İyi editör, yazarın gemlerini ne zaman gerip, ne zaman gevşeteceğini bilir. Yazar noktasına dokundurmam diyorsa bu bazen her kes kendi yoluna ile sonuçlanır. Onun için ben sözleşme öncesi yazarın yayıncıya, editöre daha doğrusu onun bakışıyla “metnimi iğfal edecekler”e ne kadar tahammül göstereceğini test ederim. İlk görüşme, bazen ikinci görüşme tamamen sohbet ve birbirini tartmakla, anlamakla, anlaşıp anlaşamamak üzerine geçer. Bu aşamada Türkiye için çok önemli bir sorun da ortaya çıkar. Yazarın ideolojisi ile editörün ideolojisinin çatışması. Yazarla ilk görüşmelerde metin üzerine hiç konuşmam. Eğer karşılıklı tahammüller genişse, birlikte çalışmaya (metnine müdahale edilmesine) hevesliyse, metin ameliyathaneye alınır kesip biçilmeye, “kazılmaya” başlanır. Metin yayıncının temsilcisi olan editör tarafından yayın ilkelerine uygun hale getirilirken yazar da metindeki düzeltmeleri yapar. Parça parça okumalar, düzeltmeler, eksiltmeler, eklemeler sona erdiğinde ortaya çıkan final metin aralıklı zamanla birkaç kez okunur. Ritim, ahenk, zaman geçişleri, mantık hataları tam metinde sırıtan her şey bu okumalarda tamir edilir. Yazar veya editör bu aşamada zaman varsa metni güvendiği bir başka kişiye de okutabilir. Son olarak; editör ve yazar birlikte “Tamamdır, bu metin, basılabilecek kıvama geldi” dediğinde, metnin onaylı son hali çoğaltılır, ciltlenir ve yayıncıya teslim edilir. Yayıncılıktaki son koşucu ise gerçekten bir koşucu, halterci, hayatını matbaalara adamış kişi olmalıdır. Her yayıncıda bulunmaz, bulunursa tadından yenmez, onun melek adı “Matbaa Sorumlusu”dur. Yayınevi / metin ile baskı aşamaları arasındaki köprü, sorun çözücü, gerektiğinde ani karar alabilme yetki ve sorumluluk alabilecek insandır. Kısaca editörlük hizmeti yazarın metni ile satışa sunulacak hale gelen kitap arasında kitap nesnesine değil de o nesneyi yaratma aşamasına denk düşen bir yerdedir.  Sonuç olarak diyelim; bence ideal bir editör (Türkiye yayıncılık sektörü imkanları içinde elbette) saydığım, sayamadığım tüm insanla ilgili bilimlerin ana metinleri ile beslenmiş olmalı. Ben sadece kurgusal edebiyat okurum demek yetmiyor. Editör bir seçicidir, kazıcıdır, metin çok da mükemmel edebi nitelikleri barındırmıyor olabilir ama altta yatan bir cevher varsa onu görebilmelidir. İşlenebilir metin olmalı ve elbette yazan kişi de bu müdahalelere izin vermelidir. Yazarın yazdığına tapması halinde (sık rastlanır bir haldir Türkiye’de) metni beğensem de çalışmam o yazanla.

 

Haber Merkezi