Sayfa Yükleniyor...
Prof.Dr. Bünyamin Duran, İslamın kapitalizmin ve sosyalizmin bazı kurallarıyla paralellik gösterebileceğini ama iki ideolojiden birine daha yakın olamayacağının altını çizerek, İslam, orta-yolcu bir sosyo-ekonomik yapıyı öngörür dedi
TANER UYANIKER - ÖZEL RÖPORTAJ
Celal Bayar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi Prof.Dr. Bünyamin Duran ile Din ve Kapitalizm üzerine yaptığımız söyleşimize devam ettik. Bir önceki söyleşimizde kapitalizmin tarihsel gelişimine, Weberin bu sistem üzerine eleştirilerine değinen Duran, Türkiyenin gerçekten ne kapitalist ne de sosyalist bir ülke olduğunu belirterek, Kapitalizm ya da sosyalizm açısından Türk toplumu tam bir yol ayrımındadır ifadelerini kullandı.
İslamın sosyal yanına baktığımızda paylaşım ve eşitlik ön plana çıkıyor. Bu bağlamda sosyalizme daha yakın görünüyor. Cumhuriyetin Kurucu Meclisinde din adamlarının sosyalizme yakın oldukları da görüldü. İslam günümüzde neden kapitalist sisteme daha yakın görülüyor?
Sosyalizm de kapitalizm de Batı aydınlanmasının ürünüdür. Kapitalizmde paranın (ekonominin) hayatın geri kalan kısmını baskı altına alarak domine etmesi söz konusu iken sosyalizmde bürokrasinin egemenliği söz konusudur. İkisi de ifrat-tefrit eksenine savrulan sistemlerdir. İslam, orta-yolcu bir sosyo-ekonomik yapıyı öngörür. Doğal olarak ılımlı bir sosyalizmin birçok uygulama ve kurumu İslamın bazı ilkeleriyle paralel olacaktır; aynı şey kapitalizm için de geçerlidir. Her iki sistemin özellikle demokratik değerlerin yaygınlaşması ve derinleşmesiyle kısmen insanileştiği ve ahlakileştiği bir gerçektir. Bunun anlamı bu sistemler insanileştikçe İslama yaklaşıyor olmalarıdır. Bu açıdan bakıldığında İslamî ilkelerin bazı açılardan liberal uygulamalara, başka açılardan sosyal uygulamalara benzediği söylenebilir.
İNSANLAR ŞERLERDEN ŞER SEÇTİ
Günümüzde İslamın (Müslüman düşünürlerin) neden daha fazla kapitalizme yakın durdukları sorusuna gelince bunun şerlerden şer seçme durumunun sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Sosyalizm (çok farklı uygulamalarını unutmadan) sosyal açılımlarıyla fakir ve ezilmiş kesimden yana dururken ideolojik olarak kaba materyalizmi ve pozitivizmi yaymaya çalıştı. Âdeta ateizmin ve dinsizliğin taşıyıcı gücü oldu. Mesela Sovyet uygulaması sosyallikten ziyade kültürlerin, dinlerin ve ahlaki değerlerin tahrip edilerek yerine kaba ateizmin yerleştirilmesi süreci olarak öne çıktı. Bunun diğer toplumlara yansıması ise kör ideoloji, silahlı şiddet ve kaos oldu. Doğal olarak bu durum toplumlarda sosyalizme yönelik ılımlı sempatiyi tuz buz etti. Buna karşılık kapitalizm daha liberal, daha ılımlı ve daha naif yöntemlerle yaklaştı ve asimile etmeye çalıştı. Görünüşte saldırgan olmayan (vahşi kapitalizm ve emperyalizm dönemleri hariç) kapitalizme bazı Müslümanlar daha bizden bir sistem şeklinde bakmaya başladılar.
NE KAPİTALİSTİZ NE DE SOSYALİST
Norveç-İsveç gibi Kuzey Avrupa ülkelerinde kapitalist sistem hakim olmasına rağmen sosyal adaleti ve dağıtımı iyi uygulayabilmektedir. Vahşi kapitalizm buralarda etkisini azaltırken ülkemizde zenginler ve fakirler arasında ki makasın arttığını düşünüyor musunuz? Şu an bizim ülkemizde uygulanan kapitalizm hangi düzeydedir?
Hollanda ve İsveç, Norveç gibi İskandinav ülkelerinin bazı sosyal alanlarda olumlu uygulaması olan ülkelerin olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Ancak bu sosyal uygulamalardan yavaş yavaş uzaklaşmakta oldukları da bir başka gerçektir. Mesela son on-on beş yıl içinde Hollandada insan birçok sosyal hakkının elinden alındığına şahit olmuşlardır. Bu anti-sosyal uygulamalar giderek yaygınlaşmaktadır. Bununla birlikte yararlanılabilecek bazı olumlu yönlerin hala olduğunu da vurgulamış olalım.
EKONOMİMİZ UÇAĞIN HAVALANDIĞI NOKTADA
Kapitalizmin neresindeyiz sorunuz çok anlamlı bir soru. Gerçekten ne kapitalistiz ne de sosyalist. Kapitalizm ya da sosyalizm açısından Türk toplumu tam bir yol ayrımındadır. Henüz açlık problemini çözmeden bir sistem tartışması ve arayışına girmek gerçekten biraz lükstü. Ancak ekonomimizin günümüzde bir take off (uçağın havalandığı nokta) noktasına ulaştığını düşünebiliriz. Ülkemiz uluslararası camia içinde ön sıralarda yer almaktadır artık. Ancak bunun her şeyin sonuna geldiğimiz anlamına gelmediğini vurgulamış olayım. Şimdiye kadar fakirliğin yönetimiyle meşguldük ve bu gerçekten kolaydı. Kişilerin bulduğuna şükretmeleri, bulmadığına sabretmelerini tavsiye eder işin içinden çıkardık. Ancak şimdi yepyeni bir durumla karşı karşıyayız: zenginliği nasıl yöneteceğiz. Zenginliğin yönetimi kapsamlı bilgi, felsefe, teoloji, tecrübe ve esnek siyasetle mümkündür. Buna göre şimdilerde, daha önce lüks olarak gördüğümüz bazı şeylere çok daha fazla muhtacız. Bunlar İbn-i Sinadan Gazaliye, İbn-i Miskeveyhten Gelenbeviye; Kanttan Marxa, Weberden Habermasa ve Mevlanaya nereden ve kimden ne bulursak alıp değerlendirmek durumunda olduğumuzu ifade eder. Akademisyen ve entelektüellerimizin ellerinde puro, gözlerinde at gözlüğü ve kalplerinde azametli bir kibirle olaylara yaklaşması zamanı çoktan geçmiş bulunuyor. Zenginliği nasıl istikrarlı kılacağız ve zenginlik ahlakını nasıl inşa edeceğiz ve nasıl içselleştireceğiz? Tam bu noktada yine aramızda yıkıcı bir kör dövüşüne girip yıllarımızı da zenginlik potansiyelimizi de heba mı edeceğiz? Gerçekten bundan ciddi endişe duyuyorum. Çünkü düşünce dünyamız zenginliğimizin çok gerisinden gelmekte, kelimenin en hafif ifadesiyle âdeta emekleyerek ilerlemektedir. Üniversitelerimizin teoloji, tarih, felsefe, sosyoloji, antropoloji gibi beşeri bilim dalları mühendislik ve tıp ünitelerinin baskısı altında bir hiç konumuna itilmiştir. Tepeden tırnağa üniversitelerimiz teknisyen yetiştiren birer yüksek okul konumundadır. Mevcut teolog ve felsefecilerimiz toplumun en hayati varoluşsal ihtiyaçlarına çözüm üretme yerine nerede anlamsız kaşınması gerekli konular var o konuları kaşıyarak itibar kazanma peşindedirler. Yetmişler ve seksenlerde önemli entelektüel çıkışlar yapan sosyalist entelektüel ve akademisyenlerin, özellikle Sovyet deneyiminin bir ekonomik trajedi ile sonlanması nedeniyle entelektüel enerjileri neredeyse bitmişe benzemektedir. Kapitalist ya da liberal elitimiz, sosyo-ekonomik gelişmeye farklı bir perspektiften bakabilme esnekliğinden henüz çok uzaktırlar. Onlar mevcut ekonomik ve politik gelişmeyi sahiplenerek bunu kapitalizme borçlu olduğumuzu, dolaysıyla bundan geri dönüşün mümkün olmadığını, bunun gericilik olacağını, yapmamız gereken şeyin kapitalist sistemden vazgeçmek değil, tersine tüm kurum ve kurallarıyla onu adapte etmemiz olduğunu savunarak bir doğa yasasını savunur gibi kapitalizmi savunmaktadırlar. Aslında bu kesim bilerek ya da bilmeyerek konuşmamızın başında yaptığımız ayrımı görmezden gelip her türlü sosyo-ekonomik gelişmeyi kapitalizm ile özdeş saymakta ve kapitalizm eleştirisini gelişmeye yönelik bir eleştiri gibi takdim etmektedir. Kapitalist sistemin birey ve toplumda neden olduğu yıkım ve tahribatı görmek istememektedir. İslamî-millî duyarlılığı olan kesim ise daha fazla mühendislik ve tıp alanlarında uzmanlaştığı için bu konulara kafa yorma kapasitesinden doğal olarak mahrumdur.
MADDİ ZENGİNLİĞİMİZ DÜŞÜNCE ZENGİNLİĞİMİZDEN ÇOK HIZLI GELİŞİYOR
Sonuç olarak maddi zenginliğimiz düşünce zenginliğimizden çok hızlı gelişiyor ve bizi donanımsız yakalıyor. Gerçekten şaşılacak bir durum. On üç ve on dördüncü yüzyıllarda Fahreddin-i Razî gibi yüzlerce dev mantıkçı ve filozofun düşünce ve mantık sistemine bakıp bu düşünce ve mantığın neden kendisine paralel bir teknisyenlik düzeyi üretemediğine hayret ederdim. Aynı şekilde bundan on sene kadar önce yüzlerce okul ve üniversite zincirine sahip bir Türkiye kaynaklı örgütün onca yıldır neden bir entelektüel yetiştiremediğini anlamakta zorlandığımı hayretle yazmıştım. O örgütte de düşünce ile maddi ve teknolojik gelişme arasında uçurumlar vardı. Bu uçurumun sonucunu Türk toplumu son zamanlarda çok büyük bedel ödeyerek yaşadı. Ancak olay bununla bitmemekte, daha makro ölçekte aynı patoloji varlığını sürdürmektedir: ülke olarak gelişmiş teknisyenliğimize rağmen bunun kendisine paralel bir düşünce ve mantık üretememesi gerçekten insana ürküntü verici bir şey. Belki de anlamsız korkular içerisindeyim.
Bünyamin Duran kimdir?
Ben Konya Ereğlinin Pınarkaya Köyünde doğdum (şimdi Karamana bağlandı). İlkokulu kendi köyümde tamamladım. 1972-1977 yılları arasında Akhisarda (merhum) Şahin Yılmaz Hocadan özel İslami ilimler derslerini aldım ve ortaokulu dışarıdan bitirdim. 1978 yılında, Akhisar Lisesini ve aynı yıl (dışarıdan) Manisa İmam-Hatip Lisesini bitirdim. 1983-4 yıllarında Dokuz Eylül Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi ve İktisat Fakültelerini bitirdim, master ve doktorayı aynı üniversitede yaptım. 1984 yılında Malatya İnönü Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak başladım, 1988 yılında doktorayı tamamlayarak yardımcı doçent, 1991 yılında doçent, 1997 yılında da profesör oldum. 1993te Dumlupınar Üniversitesi, Bilecik İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde kurucu dekan olarak atandım. 2000 yılında Almanyaya gittim. 2001 yılında da Hollandada Rotterdam İslâm Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı ve İslâm Felsefesi profesörü olarak göreve başladım. Erasmus, Utrecht ve Amsterdam üniversitelerinde çeşitli derslere girdim ve çok sayıda ortak projede çalıştım. 2010 yılında Türkiyeye dönerek Manisa Celal Bayar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesine öğretim üyesi olarak atandım, halen aynı görevimi sürdürmekteyim.
Haber Merkezi