Biz de nasıl olsa Almanya’ya vardığımız gibi ilk isteyeceğimiz hayati ihtiyacımız su olacak. Ve bize verilecek suyu kana kana (Doya doya) içmek olacak diye kendi kendimizi avutmaya çalışıyorduk. Biz araçtakilerin tümü özellikle susuzluk ile açlıktan bitkin hale gelmiştik. Yığılıp kaldığımız yerden kalkmak dahi istemiyorduk. Bir çoğumuz da tansiyon ile nabız düşüklüğü ve baş dönmesi oluşmaya başlamıştı.
Öyle kritik bir duruma gelmiştik ki kasadan ayrılıp başımızın çaresine bakmaya ne takatimiz ne de mecalimiz kalmıştı. Çünkü birkaç adım ileriye gidecek gücü kendimizde bulacağımızı sanmıyorduk. Böylece kaldığımız yerde ilerleyen zamanda yaşanması muhtemel gelişmeleri ve olacakları beklemek zorundaydık.
İçerideki yaşamın bize üstlendirdiği misyon ve geldiğimiz aşamada görev bölümünde her bir bireyin sorumluluk üstlenmesi gerekiyordu. Sağlık sorunlarıyla ilgilenmek bana düşmüştü. Ben de herkesin içinde bulunduğu o çaresiz halimle yol arkadaşlarımızın yanına yanaşarak ne durumda olduklarını soruyordum. Temiz hava solumada zorluk çekenleri bazen brandanın yanına yaklaştırarak, az da olsa soluk almalarını sağlıyordum. Bu hislerle, bu yaşantı, bu umut ile umutsuzluk, bu geleceği meçhul yol sürerken, Çekoslovakya’nın başkenti Prag’ı da geride bırakıyoruz.
Prag ile Çekoslovakya çıkış kapısı arasındaki mesafeyi kat ederken gecenin geç saatleri yaklaşıyordu. Şoförün aracı yavaşlatmasını; tekrardan yine durmak istemesinden anladık. Şoför aracı stop ettikten sonra bize yaklaşarak, Almanya sınırına yakın bir yerde olduğumuzu söyledi. Ayrıca ‘Önümüzde uzun bir araç konvoyu gözüküyor. Gerekirse burada dinlenerek araçların azalmasını beklemek zorunda kalacağız’ şoförün yaptığı bu açıklamadan sonra her zamanki gibi, bizleri tekrar yıldıracak olduğu bir dinlenmeye çekildi.
Şoförün aracı durdurduğu mevki otoban kenarında yer alan bir otopark alanıydı. Otoparkın yakınında akar su olduğunu uzaktan kulağımıza ilişen su şırıltısından anlıyorduk. (devam edecek )