Türkiye’de çalışma hayatı, maalesef uzun saatler ve düşük ücretler sarmalında sıkışıp kalmış durumda. Avrupa İstatistik Ofisi Eurostat’ın 2024 verilerine göre, haftalık ortalama çalışma süremiz 47 saate dayanmış. Yani Avrupa’nın en çok çalışan milletiyiz. Ancak bu yoğun mesai, cebimize yansımıyor. Ücretler açısından ise Avrupa’nın en alt sıralarında yer alıyoruz. Bu tablo, herkesin gündelik hayatında karşılaştığı bir çelişkiyi gözler önüne seriyor.
TÜRK-İş’in Temmuz 2025 raporu da manzarayı netleştiriyor: Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 26 bin 413 TL’ye, yoksulluk sınırı ise tam 86 bin 36 TL’ye yükselmiş durumda. Bekar bir çalışanın aylık yaşama maliyeti ise 33 bin 982 TL’yi buluyor. Üstelik gıda fiyatları geçen yıl yüzde 37’den fazla artmış. Bu gerçekler, ücretlerin ve çalışma koşullarının insanları temel ihtiyaçlarını karşılamaktan ne denli uzaklaştırdığını ortaya koyuyor.
Bir yandan işte geçirilen uzun saatler, diğer yanda yükselen hayat pahalılığı; bu tablo insanları hem yorgun hem umutsuz kılıyor. Çalışan milyonlar, mesai bittiğinde eve dönüyor ama ne aileleriyle kaliteli zaman geçirebiliyor, ne sanata, kültüre, ne de kendilerine ayıracak vakit bulabiliyor. Çünkü “yaşamak” çoğu zaman sadece hayatta kalmakla eş değer hale gelmiş durumda.
Çocuklarının okulu, ailesinin sağlığı, evin geçimi derken, akşam yemekleri ya hızlıca tüketiliyor ya da tamamen atlanıyor. Kitaplar, tiyatrolar, konserler artık sadece televizyonda izlenen ya da sosyal medyada takip edilen uzak kavramlar haline geliyor. Çünkü öncelik her zaman “karnımızı doyurmak”.
Bu da yetmezmiş gibi, iş güvenliği, sosyal haklar gibi konular çoğu çalışan için lüks sayılıyor. Uzun çalışma saatleriyle eriyen bedenler, düşük ücretlerle yıpranan ruhlar… Bu, sadece ekonomik bir sorun değil; toplumsal bir yara.
Bir insanın emeğinin karşılığını alamaması, hem bireysel hem de toplumsal huzuru zedeliyor. Yorgunlukla geçen günlerin sonunda, mutlu aileler, canlı kültürel yaşam, gelişen bir toplumdan bahsetmek zor. Çünkü insan, sadece ekmek peşinde koşan bir varlık değil; sevmek, üretmek, kendini ifade etmek isteyen canlı bir varlık.
Bu nedenle, çalışma saatlerinin kısaltılması, ücretlerin yükseltilmesi artık bir lüks değil, hayatî bir ihtiyaç. Hem çalışanların hem de toplumun refahı için şart. Çünkü emek, sadece ekonomik bir değişim aracı değil, insana saygının, yaşam hakkının ifadesidir.
Türkiye’de bu koşulların iyileşmemesi, gelecek kuşakların da karamsar olmasına yol açacak. İşte bu yüzden, artık sadece “daha çok çalışmak” değil, “daha iyi yaşamak” için adımlar atılmalı. Çünkü hayat; çalışmak kadar, sevmek, üretmek ve kendine zaman ayırmak demek.
Son söz olarak şunu söylemek isterim..
Çalışma saatlerinde Avrupa birincisi, ücrette sonuncu olarak, bizler aslında emeğimizin hakkını tam olarak alamayan insanlarız. Bu gerçek değişmeden, ne bireysel mutluluk ne de toplumsal ilerleme mümkün..