Gün sonunda herkesle sohbetin biter, telefon susar, insanlar evine kendi kabuğuna çekilir… Ve o anda sadece kendinle karşı karşıya kalırsın. Peki sen, kendinle kaldığında rahatlıyor musun, yoksa geriliyor musun? Bazen en zor konuşmalar, kendi içimizdekilerdir.
Bu köşe yazılarını yazmaya başladığımda hepimizin günlük hayatında zorlandığı girdap gibi bir konu olan insan ilişkilerini yazacağım demiştim. Romantik ilişkileri yazdım, bağlanmayı yazdım, sosyal gücümüzü, arkadaşlıklarımızı. Bu hikayede bir eksiklik vardı. Kendimle başbaşa kaldığımda asıl konunun insanın kendisiyle olan ilişkisi olduğunu hatırladım. İlişkilerin en zorlusu olan bu ilişki türü öznel hayatımızın en güçlü yapı taşıydı. İçimizde belli belirsiz kimi zaman alçak kimi zaman yüksek bir ses vardır: iç sesimiz. O sesi hiç gözlemleme veya dinleme şansınız oldu mu bilmiyorum ama o ses aslında bize kendimiz hakkında bir çok şey söyler. Bazen herkesten daha acımasız, yargılayan bir ses; bazen ise seninle gurur duyan şefkatli bir ses. O sesi dinlemek ve anlamlandırmak güç olduğu için sürekli meşguliyet halinde oluruz. Arkadaşlarımıza, ailemize, işimize, eşimize, sosyal medyaya daha büyük zamanlar ayırırız. Dış seslerle dolu bir yaşam…Kısa vadede bunun kötü dönüşünü göremesekte, uzun vadede baktığımızda kendimizi tanıyamadığımız bir yabancılaşma yaşarız. Çevremizdeki kişilerle olan ilişkimizin iyi olduğu bir dönemde bile içimizde boşluk hissederiz. Carl Gustav Jung’un “Dışa Bakan Rüya Görür, İçe Bakan Uyanır” kitabındaki şu sözlere dikkat çekmek istiyorum: “İç dünyanıza bakmadığınız sürece, onu dışarda aramaya devam edersiniz. Ve dış dünya sizi hep yönlendiren kaderiniz olur.” Bana derin anlamlar kazandıran ve yıllar geçse de içerisindeki cümleleri unutmadığım bu kitabı size önermek istiyorum.
Çevremizdeki dostlarımıza, ailemize, sevgilimize belki iş arkadaşımıza fedakarlık yapmak kendimize fedakar olmaktan daha kolaydır. Ama biz sadece başkaları için değil, kendimiz için de varız. Kendimizi sevmenin ve değer vermenin ne kadar önemli olduğunu hep duyarız. İşin özü okurken basit algılanan bu derin cümlelerin ötesine geçmekte. Kendimizi sevmenin yolu bazen öfkelerimizle, kırgınlıklarımızla yüzleşmekten; bazen hatalarımıza göz yummaktan; bazen de en karanlık yanlarımızla yüzleşmekten geçiyor. Kendi duygularımıza kulak vermek ve içsel parçalarımıza dokunmak cesaret ister ve zordur. Ama bu cesaretin, dış dünyadaki en büyük engellere karşı bile aldığımız galibiyetlerden çok daha değerli olduğunu unutuyoruz. Kendimize gösterdiğimiz sevgi, aslında dışarıya yansıyan sevgiyle doğrudan bağlantılıdır. Bir psikolog olarak terapide en çok kullandığım sözlerden biri “Bu durumu yakın bir arkadaşınız yaşasaydı ona nasıl tepki verirdiniz?” oluyor. Çünkü yakın çevremize kendimize olduğundan daha şefkatle yaklaşabiliyoruz. Her şeyin başladığı yer burasıdır: kendimizi anlamak, kabul etmek ve sevmek. Bu yolculuğa başlamak zor olsa da hayatımızdaki en anlamlı ilişki türüne bir şans vermek iyi olabilir.
Bugün kendini ‘date’ e çıkarmaya ne dersin?