Bir unvanın hakkını vermek... Türkiye’de kulağa güzel gelen ama pratiğe gelince dikenli yollarla örülü bir ideal. Bugün size, sadece işini doğru yapmaya çalışanların neden çoğu zaman “yalnız” kaldığını, hatta sistemin bizzat kendisi tarafından “yan yollara” davet edildiğini anlatmak istiyorum.
Her şey diplomanızla, sertifikanızla ya da mesleki yeterliliğinizle başlamıyor artık bu ülkede. Siz, belgelerinizle masaya otururken, karşınızdakiler genellikle “başka belgeler”in peşinde. O belge ise çoğu zaman ya güçlü bir tanıdık, ya “yağlı bir zarf”, ya da “sessiz bir kabulleniş.” İşini hakkıyla yapmaya çalışanlar bu denklemde ya dışlanıyor ya göz ardı ediliyor ya da “acemi” sayılıyor.
Çünkü sistem, doğruluğu ödüllendirmek yerine esnekliği, daha doğrusu eğilip bükülmeyi teşvik ediyor. Bir işin hakkını veriyorsanız, zamanında teslim ediyorsanız, dürüstseniz... Maalesef bu sizin değil, başkalarının cebini dolduran düzenin ritmine aykırı olabiliyor. İşte o zaman size “biraz yavaşla”, “her şeyi bu kadar doğru yapma”, “sistemi zorluyorsun” gibi cümlelerle tatlı-sert mesajlar verilmeye başlanıyor.
Daha da kötüsü: Bu direnç, yalnızlık getiriyor. “Dürüst kalmak için savaşmak” romantik bir cümle olarak kalıyor zihinlerde. Gerçek savaş, sizi usandıran bürokrasi, size gözdağı veren denetimler, işinizin önüne çıkarılan keyfi engeller oluyor.
Ama asıl çürüme nerede biliyor musunuz? Dürüst kalmayı seçenlerin bir süre sonra pes edip “yan yola” sapmasında. Çünkü sistem, sabırlı olanı değil, uyum sağlayanı, yani eğilenleri ödüllendiriyor. Böylece “doğru olanın” kendiliğinden elendiği bir ekosistem oluşuyor.
Bu yazı bir isyan değil. Bu yazı, işini hakkıyla yapanların yalnız olmadığını söylemek için yazıldı. Ve bir çağrı: Dürüst kalabilmek için yalnızca vicdan değil, dayanışma da gerekiyor. Tek başına doğrular değil; birlikte hareket eden doğrular sistemi değiştirebilir.
Türkiye’nin vicdanlı, cesur ve hakkıyla iş yapmaya çalışan her bireyine selam olsun...