Bundan birkaç yıl önce, küçük bir atölye çalışması sonrasında bir katılımcı yanıma yaklaşıp şöyle demişti: “Hocam, bu anlattıklarınız gerçekten çok derin ve etkileyiciydi. Ama açık söyleyeyim, bunca emeğe gerek var mıydı?”
O an duraksadım. Sadece bir teşekkür beklerken, bunun yerine emeğimin ‘fazlalığı’ sorgulanıyordu. O cümle zihnime çakılı kaldı. Belki de ilk kez, yaptığım işi neden bu kadar özenle yaptığımı kendime sormama sebep oldu. Ama sonra danışanlarımın yüzlerini, dönüşen ifadelerini, içten gelen bir “iyi ki”yi düşündüm. Ve anladım ki, asıl sorun bu sorunun sorulabiliyor olmasıydı.
Türkiye’de bir işi layığıyla yapmak, çoğu zaman sadece mesleki etikle açıklanamaz. Bu bir duruş, bir karakter, bir vicdan meselesidir. Ne var ki, böyle bir duruş çoğu zaman yalnız bırakılır. Çünkü bu topraklarda işini özenle yapanın yolu, çoğunlukla daha zor, daha uzun ve daha sessizdir. Hızın, görünürlüğün, bağlantının, kolaycılığın kıymet gördüğü bir düzende, emek çoğu zaman sessiz bir çığlığa dönüşür. Ve bu çığlık, kulağa değil ruha işler.
Bir psikolog olarak birçok danışanımda gözlemlediğim ortak bir duygu var: Tükenmişlik. Ama öyle sıradan bir tükenmişlik değil bu; adaletsizlikten, görünmezlikten, emeğin karşılık bulmamasından doğan bir tükenmişlik. İnsan çabalıyor, üretiyor, doğru olanı yapmaya gayret ediyor, ama çoğu zaman takdir değil, sadece daha fazla yük görüyor karşısında. Bu durum, kişiyi hem kendi emeğinden hem de kendisinden şüphe ettiriyor. “Fazla mı titizim? Gereksiz yere mi uğraşıyorum? Bu düzende idealist olmak aptallık mı?” diye sormaya başlıyor insan kendine. Oysa çoğu zaman yanlış olan birey değil, düzenin kendisidir.
İnsanın en temel psikolojik ihtiyaçlarından biri yaptığı işin anlamlı olduğunu hissetmektir. Emeğin değer bulduğu yerlerde birey hem kendini gerçekleştirir hem de ait hisseder. Ancak emeğin değersizleştirildiği, liyakatin yerine torpilin, özenin yerine hızın geçtiği bir düzende kişi içsel motivasyonunu yitirmeye başlar. “Kimse görmüyor, bari ben de geçiştireyim” dediği anda, sadece birey değil, toplum da kaybetmeye başlar. Çünkü iyi yapılan iş, zincirleme bir iyiliğe dönüşür; kötü yapılan iş ise çürümeyi hızlandırır.
Bu ülkede işini iyi yapmanın bedeli bazen yalnızlık, bazen maddi yoksunluk, bazen de içten içe duyulan bir kırgınlık olur. Dürüst bir mali müşavir sistemin açıklarıyla boğuşur, etik bir doktor insanüstü çabalarıyla takdir değil şikâyet toplar, özenli bir öğretmen değersizleştirilir, idealist bir terapist yüzeysel iş yapanlarla aynı kefeye konur. Oysa her biri, bu sistemin ayakta kalmasını sağlayan görünmez direkler gibidir.
Ve belki de en çok unuttuğumuz şey, bu insanları yaşatmanın hepimizin sorumluluğu olduğudur. Eğer bir yerde bir işi hakkıyla yapan birini görüyorsak, onu fark etmek gerekir. Takdir etmek, yanında durmak, emeğini görünür kılmak… Çünkü görünmeyen emek susar. Sustukça yalnızlaşır. Ve bir ülke, en çok işini iyi yapan insanlarını kaybedince çöker sessizce.
Bu yüzden, layığıyla yaşamak, sadece bir erdem değil; ruh sağlığını, toplum sağlığını, gelecek umudunu ayakta tutan bir direnç biçimidir. Ve bu direnci kırmamak, hatta tam tersine desteklemek, hepimizin ortak meselesidir.