1
Yusuf Çağırtekin
İlkses Gazetesi Yazarımız

Yusuf Çağırtekin

Yazarın Köşe Yazıları

Ömür Boyu Aşk Mümkün mü?

Merhaba değerli okuyucular. Bu hafta Ömür boyu aşk mümkün mü bu konuyu ele alacağız. Aşk nedir? Bu soruyla başlayalım isterseniz. Çünkü ortada bir problem varsa ki bence bu aşk denen duygu ile insanoğlunun ezelden beridir ortak bir problemi var, öncelikle bu sorunu tanımlamak gerekir. Bunu da iki şekilde yapabiliriz diye düşünüyorum. Birincisi hepimizin bu soruya verebileceği öznel yanıtlar, yani herkesin kendisine göre aşk tanımı farklıdır, farklı olmaya da devam edecektir. İkincisi ise bilimin bu soruya vermiş olduğu cevaptır. Yani bir bakıma hem duygusal hem de mantıksal açıdan konuyu ele alacağız.
Bugüne kadar yapılmış araştırmalar neticesinde, aşkın en genel tanımını, Prof.Dr. Nevzat Tarhan’ın da dediği gibi,“sevginin en derin ve tutkulu şekilde yaşananıdır.” Aşık olan kişide mantık devreden çıkmakta ve onun yerini duygular almaktadır. Aşığın en önemli özellikleri ise sevdiğine sadakat, bağlılık ve şefkat duygularıyla bağlanmasıdır. Bu duyguları bizlere yaşatan şey ise aşık olunca vücutta salgılanan seratorin, dopamin, noradrenalinvb. gibi hormonlardır. Haliyle hormonların etkisiyle yönetilen bir süreçte aklın ikinci planda kalması ve duyguların etkin olması takdir edersiniz ki beklenilebilir bir şeydir.
Aşkın süresi ile ilgili yapılan araştırmaları incelediğimiz zaman ise 1-3


Kabullenmek Üzerine…

Değerli okuyucular bu hafta, farkındalığınızı arttıracağına inandığım ve bu sebeple değinmek istediğim konu “kabullenmek” ve “kabulleniş aşamasından önceki gerçek isteklerimizin farkına varabilmek.” Fark ediyor musunuz bilmiyorum ama seçtiğim konular günlük yaşamımızda sıkça dile getirilmeyen ama herkesin hayatının bir bölümünde muhakkak yaşadığı son derece önemli konular. Bu konuları 3-5 satırlık köşe yazıları ile anlatmak ise oldukça zor bir uğraş. Fakat sizler için çok önemli olduğuna inandığımdan, bu yazıları yazmayı kendime bir misyon olarak belirledim. Bir kişide bile farkındalık yaratabilir de hayatında yeni ve güzel şeylere vesile olabilirsem, bana tarifi mümkün olmayan bir mutluluk duygusu yaşatacağına emin olabilirsiniz.
‘Kabullenme’ konusunda yeterince okuma ve araştırma yapmış biri olarak gördüm ki bu konunun toplumda algılanış biçimi, ‘boyun eğmek’, ‘teslim olmak’ veya ‘kaderine razı gelmek’ olarak algılanmakta. Kabullenme duygusuna en çok direnenler ise mücadeleci, yeterince istedikten ve denedikten sonra yapılmayacak hiçbir şeyin olmadığına inanan, potansiyelinin her zaman yüksek olduğuna düşünen, bulunduğu yeri hiçbir zaman hak etmediğine kanaat getiren, kendine verilen ile yetinmeyip tevekkül etmeyi bilmeyecek tipte karakteristik özellikler taşıyan insanlar. Sizleri yermek için söylemiyorum ama bu saydığım özelliklere sahip kişilerseniz sizlere kötü bir haberim var. Kabullenmek sizin hayatınızın en kritik sorunlarından bir tanesi olabilir.
Gelelim konuyu getirmek istediğim yere. Günümüz toplum düzeni içerisinde yaşayan bireyler olarak, hayatımızın büyük bir kısmı ne yazık ki bize dayatılan, toplumun bize biçtiği kalıplara girmeye uğraşmakla geçiyor. Nedir bu kalıplar? Maaşı iyi olan garanti bir işe sahip olmak, toplum tarafından imrenilecek bir hayat sürmek, tatillere gitmek, sosyal medyada popüler olmak… Bu vb. daha bir sürü şey sayabiliriz. Özendiğimiz, istediğimiz şartlarda bir yaşam kurmak için küçük yaşlardan itibaren yarış atı gibi oradan oraya sürükleniyoruz. Kimimiz çok çalışarak istediğini elde ediyor fakat bazılarımız ne kadar çaba sarf etse de hayal ettiği yerlere gelemiyor. Benim yazımda hedef aldığım kitle ise ikinci grupta saydığım insanlar. Yani ne kadar çaba sarf etse de istediğini bir türlü elde edemeyen insanlar.
Her gece hayalini kuracak kadar istediğimiz şeyi gerçekleştirebilmek için; çok çalışırız elbette. Çalışırız, çabalarız, saatlerce uykusuz kalırız, birçok zevkimizden feragat ederiz yani sınırları epey zorlarız. Ama bunu bir türlü elde edemezsek. Bu süreçte yaşadığınız yıpranmışlık halini düşünün. İstediğini elde edemeyen insan psikolojisinin ne kadar bozulabileceğini herkes en az bir kez deneyimlemiştir. Peki, şimdi ne olacak? Her şey bitmiş mi olacak? Ama nefes almaya devam ediyorsun! Hatta birkaç saat sonra acıkacaksın! Seni seven insanlar yanında! Kitap okumayı seviyorsan en sevdiğin kitabın rafta sana bakıyor. Ya da bir dizi takip ediyorsan, sonraki bölüm veya sezonlar izlemen için seni bekliyor. Yani farkına var işte o şeye kavuşamazsan bile hayat devam ediyor.
İşte tam da bu noktada hayatınızın en kritik eşiğine geliyorsunuz. Eşiğin bir ucu tekrar zorlayıp, tekrar yıpranmak diğer ucu ise sonucu kabullenmek! Eğer kabullenmeyi seçerseniz, yazıyı yazarken engin bilgilerinden faydalandığım Klinik Psikolog Beyhan Budak’ın da dediği gibi, hayat size yeni seçenekler sunuyor. Size düşen ise bu seçeneklerden bir tanesine yönelmek olacak ve bunun sonucunda ‘Özgürleşeceksiniz’. Lafta değil bu söylediklerim. Gerçekten deneyimlediğiniz zaman göreceksiniz.
Bu kritik aşamaya gelmeden önce yapmanız gereken, konunun en can alıcı noktası ise neyi istediğini belirlemekten geçiyor. Burayı biraz somutlaştırmam gerekiyor sanırsam; Tıp kazanmak isteyen ya da kazanmayı istediğini zanneden bir öğrencisiniz. Yıllarca emek verip, çalışmanıza rağmen kazanamıyorsunuz. Çünkü kazanmak için bazı temel yeterlilikleriniz eksik. Bu arada ömrünüzden seneler hızlıca geçiyor. Ya da ilişkinizde karşınızdaki kişiden yapamayacağı şeyler bekliyorsunuz. O yapamadıkça öfkeniz ve sabrınız taşıyor. Veyahut ne yaparsanız yapın o ilişki bir türlü yürümüyor. Sonuç ise sürekli hayal kırıklığı ve yıpranmışlık hissi. İşte siz burada ya benim yeterliliklerim veya karşımdaki kişiden yapmasını beklediğim şeylerin onun yeterliliklerinin üzerinde olduğunu kabullenme aşamasına gelmiş olur ya da tekrar tekrar zorlayıp, tekrar tekrar yıpranmışlık hissedersiniz. Tam bu noktada karar vermeniz gereken şey nedir biliyor musunuz?, ‘Ben bu şeyin olmasını istiyorum, bu benim olmazsa olmazım’ mı ya da o şey gerçekten olmasa da mutlu bir yaşam sürebilir miyim buna karar vermek. Yani tam olarak neyi istediğinizi ya da istediğiniz şeyi tam olarak isteyip istemediğinizi belirlemeniz gerekiyor.
Genç bir köşe yazarı adayı olarak benim sizlere naçizane önerim ise hayatta neyi istediğinizi öncelikle çok net bir biçimde belirleyin ve bu şeyi belirlerken tamamen mutlu olacağınız şeyleri istemeye odaklanın. İsteklerinizin tümüne ulaşmanızın mümkün olmayacağı gerçeğini illaki hayat bir gün size öğretecek. Fakat sizler kabullenmenin bir boyun eğiş, teslim oluş ya da kaderine razı oluş olmadığının, aksine hayatın size sunmuş olabileceği bir fırsat olabileceğinin farkına varırsanız işiniz daha kolay olacak. Bu durumda mutlu olacağımız şeyleri istemek en mantıklısı değil mi? Hayatınızda şu an tam da böyle bir krizin eşiğindeyseniz, sizlere ünlü yazar Don Migel Ruiz’in şu sözleri ile veda etmek istiyorum, “Gerçeği kabul etmek iyileşmenin başlangıcıdır”. Sağlıcakla kalın.


Hayatın Gizli Şifresi: Kendini Sevmek

Merhaba değerli okuyucularım. Uzunca bir aranın ardından sizlerle aynı platform altında tekrar bir araya gelmek, benim açımdan oldukça heyecan verici. Dolu dolu yaşadığım ve bir süre ara vermek durumunda kaldığım gazetecilik mesleğimden uzakta geçen yaklaşık bir buçuk yıllık zaman diliminde; günlük hayatımızda çokça konuşulmayan fakat ruh ve beden sağlığımız açısından son derece önemli olan konuları, hayata dair edindiğim deneyimlerimi, tecrübelerimi ve gözlemlerimi sizlere aktarabilmek adına başladığım bu yazı dizisinde belirlediğim ilk konu: “Kendini Sevmek.”
***
Konu başlığımız muhtemelen bazı okuyucularımız tarafından oldukça basit olarak nitelendirilebilir lakin yazının devamını okuduğunuzda durumun böyle olmadığını,  “kendini sevmenin; hayatın gizli şifresi” olduğunu hatta daha da ileri giderek bir sanat olduğunu belirtmek isterim. ‘Egoistlik’ veyahut ‘bencillik’ ile uzaktan yakından alakası olmayan bu kavramın hayatımızda ne derece önemli olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım. Konu hakkında kısaca belirttiğim düşüncelerim eminim fikirlerinizi bir nebze olsun değiştirecektir. Nasıl mı? Üç adımda bu süreci özetlemeye çalışacağım. Yazının başında şunu da ifade etmek isterim ki; bu yazı sizin kendinizi sevmenizi sağlamayacak. Ben bir psikolog değilim. Amacım ise çok basit olarak görülse de hayatımızı idame ettirme açısından son derece önemli olan bu konu hakkında az buçuk da olsa farkındalık yaratmak.


Futbolun Amatör Ruhu

Boca-River derbisi
Futbol içinde tutku, heyecan, hırs, kin, nefret ve daha birçok duyguyu barındıran bana göre dünyanın en önemli sporu. Her geçen gün hızla endüstriyelleşen dünyada futbolun da endüstriyelleşmesi onu bir his, duygu oyunu olmaktan çıkardı elbet ve bu kaçınılmaz bir durumdu fakat futbolun endüstrileşmesi bu sporun özünde sahip olduğu değerleri de olumsuz etkilemiyor mu sizce? 80’li yılların ikinci yarısından itibaren daha da önem kazanan, ‘profesyonel futbol’ kavramı, futbolun sadece maddi yönünü ön plana çıkaran içi boş bir kavram olarak nitelendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Buradan hareketle bahsetmek istiyorum River Plate-Boca Juniors derbisinden.
**************                                         **************                                       **************
Güney Amerika’da ezeli bir rekabet yaşanıyor içine bulunduğumuz şu günlerde. Hepinizin malumu River Plate-Boca Juniors derbisi. Bu mücadele sadece kıtanın en büyük kupasında, yine aynı kıtanın en büyük iki kulübünün müsabakası değil kesinlikle. Tarihten gelen bir sınıf mücadelesi. Yıllardır duymaya alıştığımız ‘ezeli rekabet’ kavramının içini tam manasıyla dolduran bir mücadeleden bahsediyorum. Hem de ‘ebedi dostuz’ yalanı da yok bu mücadelenin içerisinde. Taraflar birbirlerini sevmediklerini bugüne kadar eylemleriyle de söylemleriyle de belirtmekten geri durmuyor. Nitekim yaşanan olaylar neticesinde Libertedores Kupasının


Şampiyonluğa götüren 4 faktör

YUSUF ÇAĞIRTEKİN


Cimbom Bir Başka

Önceki gün tüm Türkiye’deki futbolseverlerin gözü şampiyonluk yolunda yılın en kilit maçlarından bir tanesi olan Galatasaray-Beşiktaş derbi mücadelesindeydi. Bir tarafta 2 senedir şampiyon olan, Şampiyonlar Ligi’nde oynama alışkınlığı elde etmiş ve tecrübeli bir teknik adama sahip olan ve her şeyden önemlisi oturmuş bir oyun sistemine sahip olan Beşiktaş, diğer tarafta ise son iki sezonu çok kötü geçirmiş, bu yılbaşında kadroda büyük bir değişime gitmiş, uzun süre ligi önde götürmesine rağmen istikrar yakalayamayan hocasını gönderip, Türk futbolu ve Galatasaray’ın efsane teknik adamlarından Fatih Terim’i getirerek tekrar şaha kalkan, iç sahada 16 maçta 15 galibiyet alarak eşine pek rastlanmayan bir başarı elde eden Galatasaray vardı. Bu iki takımın mücadelesi ise gerçekten takdire şayan geçti. Futbol kalitesi çok üst düzey olmasa da derbiyi derbi yapan mücadele tarafı çok yüksek bir maç olduğunu tüm Türkiye görmüş oldu. Bu muhteşem mücadeleden galip gelen taraf ise Beşiktaş’ı sindirmeyi başaran Galatasaray oldu. Galatasaray’ı gerçekten tebrik etmek gerekir diye düşünüyorum. Her ne kadar iyi bir kadroya sahip olarak görülseler de, aslına bakarsanız Fatih Terim’in de dediği gibi sarı kırmızılıların kadro kalitesinin çok yüksek olmadığı, ligin ortalarına girilirken bariz bir şekilde görülmüştü. Özellikle hücum oyuncuları Yasin ve Eren’den gerekli katkıyı bir türlü alamayan Galatasaray, Sinan’ın da zaman zaman yetersiz performansı yüzünden bazı maçlarda gol yollarında kriz yaşamak durumunda kaldığına şahit olduk. Savunmada ise sezon başından beridir iyi bir oyun sergileyen fakat hızlı takımlara karşı ağır kalmasıyla sürekli eleştirilen Maicon ve ne zaman hata yapacağı belli olmayan Denayer ve Serdar’ın da istikrarsız olan performansları yüzünden Cimbom epey sıkıntı çekmiş, bu oyuncuların yerine oynatacak başka da futbolcu olmadığı için sürpriz puan kayıpları yaşanmıştı. Fakat Fatih Hoca’nın sistemine ayak uydurmayı başaran oyuncular Galatasaray’ı sürekli zirvede tutmuş ve Beşiktaş maçına kadar lider gelip, şampiyonluk yarışında en ciddi rakiplerinden siyah beyazlı ekibi üstün bir futbolla yenerek, son 3 haftaya lider olarak girmesini sağladı. Burada dikkat çekilmesi gereken husus ise bundan önceki yıllarda olduğu gibi sarı kırmızılı ekip, gözüne şampiyonluğu kestirdiği zaman gerçekten bir başka oynuyor!


“Nerede Kalmıştık?”

Ve beklenen oldu, Fatih Terim yuvam dediği Galatasaray’a 4. kez geri döndü. Hepimizin beklediği bir olaydı çünkü takım istikrarsız bir şekilde gidiyor ve otorite eksikliği (yönetim zafiyetinden kaynaklı) kendini çok net gösteriyordu. Bütün Galatasaraylı taraftarlar aylar önceden Fatih Hoca için sosyal medyadan lobi çalışmaları yürütmüş, sosyal medya ile getirdiği Tudor’u göndertip, Fatih Terim’i tekrar Galatasaray’ın başına geçmesini sağladı. Fatih Hoca müjdeli haberi “Nerede Kalmıştık?” tweet’i ile duyurdu ve hemen ardından Galatasaray efsane hocayla görüşmelere başladığını borsaya bildirdi. Twitter’da 90’in üzerinde tweet atan sarı kırmızılı taraftarlar, efsane hocalarının takımın başında tekrar görmenin mutluluğunu yaşadı. Galatasaraylı bazı taraftarlar bu gelişme üzerine o kadar mutlu oldu ki, “Nerede Kalmıştık?” tweet’inin çıktısını alıp çerçeve yapan, tişört bastıran dahi oldu.


Tudor’la mı? Tudor’suz mu?

Türkiye’de son günlerde şüphesiz en çok tartışılan isim Igor Tudor! Galatasaray her ne kadar liderlik koltuğunda otursa da tartışılmasını gerektirecek bir sürü var. Sezon başında beridir takımıyla küçük takımlara karşı kusursuza yakın performans sergileyen Igor Tudor aynı performansı büyük takımlara karşı gösteremedi. Bunun teknik ve idari açıdan yaşanan sıkıntıların iç içe geçmesiyle oluşan kısır döngüden kaynaklandığını düşünüyorum. Zira teknik tarafından bakınca Tudor’un büyük maçları oynatma kapasitesinin sınırlı olması sebebiyle hiçbir maçta doğru taktik ve stratejiyle oynayamadığını söyleyebiliriz. İdari açıdan baktığımızda ise yönetimin sezon içinde Tudor’a taktik açıdan yetersiz olduğu için büyük maçlarda oynaması gereken stratejiyi öğütlediği haberlerini duyduk. Tudor da bu öğütlere uyup takımı yanlış bir sistemle sahaya sürdü ve kötü sonuçlar aldığını gözlemledik. Fakat tüm bunlara rağmen hocanın arkasında durdular. Kısır döngü nerede diyecek olursanız; Tudor bana göre de yetersiz bir hoca fakat yönetim hem ondan memnun değil ve onu yeterli bulmuyor ki taktiğin ne olması gerektiğini söylüyor hem de çok kötü oyunlar sergileyip, aldığı başarısız sonuçların ardından arkasında duruyor. Burada iki soru ortaya çıkıyor;


Süper Kupa’dan Notlar

Süper Kupa sahibini buldu. Konyaspor, oynadığı güzel oyunun karşılığında güçlü rakibi Beşiktaş’ı devirerek Süper Kupa’nın sahibi oldu. Bu karşılaşmanın en büyük önemi son şampiyon Beşiktaş ve son Türkiye Kupası’nı kazanan Konyaspor’un sezon öncesi son durumlarını görme olanağı vermesiydi. Kupayı müzesine götüren Konyaspor’a baktığımızda oynadığı güzel futbolla ligde bir yerleri zorlayabileceğinin mesajını rahatça verdiğini görebiliyoruz. Konyaspor zaten birkaç sezondur birbiriyle oynamaya alışık bir takımdı. Yeni gelen oyuncuların da adaptasyon döneminin çok uzun sürmediğini görebiliyoruz. Finalde Ömer Ali Şahiner, Traore ve Sukubic’ i ön planda gördük. Ömer Ali için bir parantez açmak isterim; gerçekten de üç büyük takımda rahatça oynayabilecek bir kapasitesi var.


Galatasaray’da neler oluyor?

Geçen ay tarihinin en kötü facialarından birini yaşayarak Uefa Avrupa Ligi’ne ilk defa Temmuz ayında veda eden Galatasaray’da neler olduğunu herhalde hiçbirimiz anlayamıyoruz diye tahmin ediyorum. Bir gariplik olduğu kesin. Dışarıdan gözlemlediğimiz kadarıyla bu tuhaflık aslında kararsızlıktan kaynaklanıyor. Gelin yaşananları bir daha gözden geçirelim, belki kafanız biraz daha karışabilir. Çünkü ben pek anlayamadım Galatasaray’da neler olduğunu?


Türk Futbolu üzerine…

Son bir haftadır spor gündemi yine dopdolu. Kavgalar, istifalar, dedikodular, taraftarların beklentileri yeni teknik direktör arayışları… Türk futbolu yine dopdolu anlayacağınız. Ülkemizde futbol karmaşa deyimi üzerine kurulduğu için bu yaşananların normal olduğunu artık kabullendik. Bu sadece benim değil bütün ülkenin şahsi fikri; Türk futbolunu yönetenler değişmedikçe de bu böyle gidecek! Futboldan iyice uzaklaştığımızın farkındayız ama artık baya uzak kaldığımızı bilmenizi istiyorum. Cem Dizdar’ın bir lafı vardı, “Kimse kimseyi kandırmasın, biz futbolu sevmiyoruz” diye. Cem ağabey her zamanki gibi nokta bir tespitte bulunmuş. Sorarım size bir avuç insandan başka futbolu gerçekten seven kaç kişi var bu ülkede? Biz futbolu yanlış anladık bence. Bizim ülkedeki futbolseverlere göre futbol, sadece takımını desteklemek, ölümüne desteklemek. Desteklemek güzel bir şey tabi ki fakat futbol sadece takımını desteklemekten mi ibaret? Futbol sadece desteklediğin takımın maçı kazanması ve bu yolda yapılan her şeyin mubah olması mı demek? Futbol koca ülkenin milli takımının teknik patronunun adının sportif anlamda değil de kavgalarda mı duymak demek? Ya da ülke futbolunu yönetmek ülkenin en başarılı olan takımın teknik direktörünü milli takımın başına getirmekle mi mümkün sadece?


Gelecek vadeden Almanlar ve Video Hakem Uygulaması

Rusya’da düzenlenen 2017 Konfederasyon Kupası Almanya’nın finalde Şili’yi 1-0 mağlup edip kupayı kazanmasıyla son buldu. Organizasyon başladığında; turnuvaya gelecek vadeden genç yıldızları ile katılan Almanya’ya spor otoriteleri pek de şans vermiyordu aslına bakarsanız. Son Avrupa şampiyonu Portekiz süper starı Cristiano Ronaldo öncülüğünde turnuvaya katılınca ibreler bir anda Portekiz’e dönmüştü. Bir de Copa Amerika’da güçlü Arjantin’i saf dışı bırakarak iki sene üst üste kupayı kaldıran Şili’de en favori ekiplerden bir tanesiydi. Nitekim Şili finale yükselerek, Copa Amerika’da gösterdiği performansın tesadüf olmadığını da gösterdi. Yarı finalde Portekiz’i devirerek dünyanın en güçlü milli takımlarından biri olduğunu kanıtladı bana sorarsanız. Fakat Almanya engelini aşamadılar. Maçı kazanmak için yeterli pozisyonları da yakaladılar fakat genci yaşlısı fark etmeden futbolu en iyi bilen ülkelerin başında gelen Almanya’ya direnemediler. Futbolun gerçekten çok adil bir oyun olduğunu düşünüyorum. Final maçında Şili kadar baskılı oynamadılar ama onlardan geride de kalmadılar. Rakibin bireysel hatalarından da olsa golü bulmaları futbolun içinde olan bir şey. Bu bakımdan Almanları kutluyorum. Almanya’da bu turnuvada dikkat çeken isimler Leipzig’den Timo Werner, Schalke 04’ten Leon Goretzka ve final maçında golü atan Borussia Mönchengladbach’tan Lars Stindl’dı. Teknik Direktör Joachim Löw’ün güvenini boşa çıkarmayan genç Almanlar, kupayı kazanarak ileriki yıllardaki turnuvalara da damga vurabileceğinin sinyallerini verdi.


Bucaspor’da umut verici hareketlilik

2010/2011 sezonunda Süper Lige yükselerek tüm İzmir’li vatandaşların sempatisini kazanan Bucaspor, o sezondan sonra yanlış yönetimlerin kurbanı olarak sürekli bir düşüşe geçmişti. O dönem Süper Lige yükselen kadroya güvenilmemiş, takıma çok fazla futbolcu alınmıştı. Özellikle yurtdışından getirilen oyuncular ile uzun yıllar yaşanacak sorunlar yaşanmaya başladı. Maaşlarını alamayan Daddy,Jebrin ve Dahmane gibi futbolcular, alacaklarını tahsil edebilmek için FIFA’ya başvurmuştu. Bunun sonucunda ise Bucaspor’a 2 yıl transfer yasağı cezası verildi. Tüm bu sorunların arasında Bucaspor’un yeniden toparlanması için birilerinin taşın altına elini sokması gerekiyordu. Ateşten gömleği Buca’nın en tanınan isimlerinden işadamı Ahmet Doğan ve ekibi giydi. Sorunlar büyüktü ve acil müdahale gerekiyordu. Başkanlık görevini devralan Ahmet Doğan, ara vermeden başladı çalışmalara. Tabi bu arada lig mücadelesi de devam ediyordu. Bucaspor küme düşme hattındaydı. İlk hedef elbette ki Bucaspor’u ligde tutmak olması gerekiyordu.  Doğan ve ekibi kısa süre içinde yaptıkları doğru müdahalelerle takımın tekrar uyanmasını sağladı. Motivasyonu üst seviyeye çekerek, oyuncuların kendilerine gelmesi gerektiği söylendi. Çalışmayanın bu takımda yeri yok mesajı verildi. Nitekim bu da işe yaradı. Takım toparlandı ve Bucaspor lige tutundu.