İnsanca yaşamak istiyorsak, herkesin geçinebileceği bir maaş alması gerekir. Bu sadece bir temenni değil, bir hak meselesidir. İşçi, memur, özel ya da kamu ayrımı yapmaksızın, tüm emekçilerin “eşit işe eşit ücret” prensibiyle korunması ve yasal düzenlemelerle güvence altına alınması şart. Çalışanların özlük haklarına eksiksiz şekilde kavuşabilmesi için de sendikal hakların tam anlamıyla işletilmesi gerekiyor. Herkesin insanca yaşayabilmesi için yöneticilerin ve yetkililerin üzerine düşen sorumluluğu hakkıyla yerine getirmesi şart. Bu taleplerin listesini uzatmak mümkün, ancak temel sorunlar çok net ortada duruyor.
Bayram arifesinde bulunduğumuz şu günlerde, milyonlarca insanın geçim derdiyle boğuştuğu bir ülkede yaşıyoruz. Asgari ücret net 22.104 TL. En düşük emekli maaşı ise 14.469 TL. Türkiye’de yaklaşık 20 milyon özel sektör çalışanı asgari ücretle geçinmeye çalışıyor. 15 milyona yakın emekli de aynı düşük gelirle yaşam savaşı veriyor.
Bu tablo gözümüzün önündeyken, belediyeler ile sendikalar arasında yaşanan maaş anlaşmazlıkları elbette halkın tepkisini çekiyor. Burada bir yanlış anlaşılma olmasın: Kurallara uygun şekilde istihdam edilen ve kamu hizmeti veren belediye çalışanlarının yoksulluk sınırının üstünde maaş alması en doğal hakkıdır. Ancak asıl sorgulanması gereken başka konular var ve bazı sorular cevap bekliyor:
Sendikalar gerçekten her zaman işçinin yanında mı?
Sendikaların yapısı, bugünün emekçi gerçeklerine ne kadar karşılık veriyor?
Sendika yöneticiliği ve işyerlerinde tanınan haklar adil mi?
Sendika yönetiminde neden süre ve denetim sınırlamaları yok?
Toplu iş sözleşmelerine (TİS) emekli olan çalışanın yerine çocuğu ya da önerdiği kişiyi işe alma şartı konulması hangi demokratik ilkeye sığıyor?
Sendikalar, sadece işçiyi değil işyerini ve kurumun geleceğini de korumak zorunda değil mi?
Sendikalar, siyasetçilerin kişisel hesaplarına karşı neden sessiz? Örneğin seçimden sadece dört gün önce imzalanan TİS anlaşması neden eleştirilmedi? Yeni seçilen başkanla masaya oturmak daha etik olmaz mıydı?
Siyasiler, seçim öncesi belediyelerin kadrolarını kişisel hırslarıyla doldururken sendikalar neden sessiz kaldı?
5 milyon nüfuslu bir belediyede ortalama 15 bin çalışan olması gerekirken, neden İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde bu sayı 40 binin üzerinde? Sendika 37 bin diyor, siyasiler 43 bin... Gerçek rakamı bilmiyoruz ama ortalamada bile yüksek bir tablo var.
Bu soruları çoğaltmak mümkün ama temel meseleye dönmek gerekirse: Gelinen noktada hem siyaset kurumu hem de sendikalar hatalı. Eğer gerçekten çalışanların hakkını savunmak istiyorsak, bunu ülkenin içinde bulunduğu gerçeklikleri görmezden gelmeden yapmak zorundayız.
Bu şehirde bir siyasi partinin adayını desteklemek için sokaklarda panayır havasında kampanya yapan sendikaları hatırlıyoruz. Sendikaların siyasetle bu kadar içli dışlı olması, ileride çok daha büyük sorunlara yol açacaktır.
Artık herkesin sorumlulukla hareket etme zamanı gelmiştir. Kim nerede hata yaptıysa açıkça ortaya koymalı ve bu yanlışlardan geri dönmelidir. Belediyeler, siyasi partilerin arka bahçesi değil; kentte yaşayan yurttaşlardan toplanan vergilerle adil, şeffaf ve sürdürülebilir bir gelecek için var olan kurumlardır. Ahbap-çavuş ilişkileriyle doldurulacak kadro alanları değil. Aynı şekilde sendikalar da günübirlik çıkarlar için kurulmuş yapılar değildir. Hem işçiyi korumalı hem de işyerinin geleceğini.
Sonuç olarak: Bu kadar işçi alınırken tek kelime etmeyen sendikalar bugün bu sorunun üstesinden nasıl gelecek, doğrusu merak ediyorum.