Başlangıçta Hariciye Vekâleti adıyla anılan Dışişleri Bakanlığı, 101 sene önce, 2 Mayıs 1920 tarihinde kurulmuştu. Ülkemizin henüz düşman işgali altında bulunduğu dönemde, Türkiye Büyük Millet Meclisinin göreve başlamasından hemen on gün sonra Bakanlık faaliyete geçmiş, Meclis Hükümetinin zorunlu dış temaslarını gerçekleştirmek üzere çalışmalara başlamıştı. Tabiatıyla Türk Hariciyesinin Osmanlı döneminde Reisülküttaplık ile başlayan uzun bir tarihi vardır. Ancak Atatürk’ün Kuvayı Milliye ruhuyla başlattığı İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşuyla izlediği dış siyaset, Dışişleri Bakanlığının kuruluşunun başlatılacağı tarihin belirlenmesinde de büyük önem taşımıştır. Bu karar alınırken, tarihçilerin ve Bakanlığa hizmeti geçmiş bazı eski Müsteşarların görüşlerine başvurulmuştur. Bu çerçevede, rahmetli Büyükelçi Korkmaz Haktanır, Dışişleri Bakanlığının kurulmasında, kurtuluş savaşının, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının ve Atatürk’ün izlediği bağımsızlık politikalarının belirleyici unsurlar olduğunu, bu itibarla yıl dönümü için “2 Mayıs 1920” tarihinin esas alınmasını önermiştir. Bakanlığımızın değerli Müsteşarlarından Büyükelçi Ertuğrul Apakan’dan öğrendiğime göre, Müsteşar Haktanır’ın görüşünün ağırlık kazanması üzerine, kuruluş yıldönümüyle ilgili uygulamalar yönetim tarafından buna göre uygulamaya konulmuştur.
Yıkılan Osmanlı devletinin Hariciyesi, devlet geleneklerine dayanan, iyi dil bilen diplomatlara sahip olmasına rağmen, 18nci yüzyıldan itibaren, sürekli toprak kaybeden, büyük devletlerin baskısıyla kararlar alan bir imparatorluğun, başı eğik, günü kurtarmaya çalışan bir kurumu haline gelmişti. Cumhuriyet diplomasisi ise 30 Ağustos 1922’de kazanılan büyük askeri zaferin ve bunu diplomatik kazanımlarla dünyaya kabul ettiren Lozan Barışının haklı gururu ile yola çıkıyordu. Bu iki parlak başarı ve bu başarıların gerçek kahramanı Atatürk’ün tüm dünyada kazandığı saygınlık, Cumhuriyet döneminin diplomatik üslubuna da damgasını vurdu. Bu ayrıcalıklı üslupla Cumhuriyet yönetimi uzun yıllar boyunca gerçekçilikten, akılcılıktan, sağduyudan ayrılmadı. Macera peşinde koşmadı. Komşularının içişlerine karışmamaya özen gösterdi. Büyük devletleri kışkırtmadan, bölge istikrarına katkıda bulunan bir dış siyaset izledi.
ATATÜRK DIŞ SİYASETE DAİR NELER SÖYLEMİŞTİ?
Atatürk, henüz Cumhuriyet kurulmadan dış politika konusunda müstakbel devletin izleyeceği yolla ilgili şunları söylemişti: “Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Milli istiklal bence bir hayat meselesidir.” 1921, “Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir.” 1921, “Panislamist değilim. Biz Türk’üz o kadar. İyi müslüman olmak bize yeterlidir; dost kazanmak, tam bağımsızlığımızı korumak, her şeyi Türk bakış açısından görmek… Bundan sonra ittifakları birbirine karşı kullanmayacağız.” 1922, “Dış politika, bir toplumun iç yapısıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. İç yapıya dayanmayan dış politikalar her zaman yenik düşer. Bir toplumun iç yapısı ne kadar güçlü ve sağlam olursa, diş politikası da o oranda güçlü ve dayanıklı olur.” 1923, Atatürk’ün İkinci Dünya Savaşı öncesinde söylediği şu sözler de dönemin diplomasisi konusunda önemli bir gösterge olarak dikkati çekmektedir: “Barış, milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram bir defa ele geçirilince daimi bir dikkat ve itina ve her milletin ayrı ayrı hazırlığını ister.” 1938
Atatürk, 1934 yılında genç bir yazar olan Ruşen Eşref Ünaydın’ı Tiran’a Büyükelçi olarak uğurlarken, ona bugün de diplomatlara kılavuz olması gereken şu talimatı vermişti:“Sefir ve sefaret, nezdinde bulunduğu devleti yıkmaya matuf bir komitenin mümessili ve teşkilatı değildir. Bilakis nezdinde bulunduğu devletle mümessili bulunduğu devlet arasında sıkı dostluk teşkiline ve dost devletin takviyesine çalışır.” (Bilâl Şimşir, Bizim Diplomatlar, sayfa 458, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996)
Değişmez Dışişleri Bakanı unvanıyla 1925 yılından Atatürk’ün ölümüne kadar 13 yıl Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın şu sözleri de üslup yönünden ilginç olsa gerekir:
“Cihanın bu kısmında biz kardeşliğe inandık. Şimdi biz asırlarca süren geçimsizliğin ve bu mıntıkaları o kadar uzun zamandan beri harap eden, kökleşmiş addedilebilecek olan kinlerin yerine karşılıklı muhabbet hislerini ikame ediyoruz. Biz memleketimizin selamet ve menfaatini sulhta buluyoruz. Çocuklara öğretmek lazımdır ki, bir mezarlıkta eğlenceli bayram olamaz ve harabeler üzerine bir saadet köşkü kurulamaz.” (Bilâl Şimşir, aynı eser, sayfa 270)
Bu temeller üzerine kurulan Türk Hariciyesinde Cumhuriyet’in üslubunu benimseyen ve görevini başarıyla yürüten sayısız diplomat yetişti. Atatürk’ün 1931 yılında dile getirdiği ünlü “Yurtta Barış Dünyada Barış” özdeyişi çevremizde istikrar ve güven üretmeyi amaçlıyordu. Türk diplomasisine saygınlık kazandıran bu söz aynı zamanda ülkeler arasında eşitliğin, karşılıklı saygının ve mütekabiliyet ilkesinin de ifadesiydi.1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesinin akdi sürecinde Türkiye’nin kullandığı olumlu üslup ve oynadığı yapıcı ve olgun rol de, İkinci Dünya Savaşı öncesi ortamda büyük takdir toplamıştı. Üslup meselesinde, Atatürk’ün “Başarıda gurura, felakette ümitsizliğe yenik düşmemeliyiz” sözündeki felsefi içerik, aynı dönemde yaşayan Hitler, Mussolini gibi mağrur davranmayı, yüksekten bakmayı alışkanlık edinmiş ama sonu belli liderlerin yıkıcı üslubu göz önüne alındığında, özellikle dikkat çekmektedir. Bu dönemde birçok dış göreve büyükelçi olarak Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Memduh Şevket Esendal, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi tanınmış edebiyatçılarımızın atanmış olmasının da ayrı bir değer taşıdığını kaydetmek gerekir. Özellikle belirtmek gerekir ki, Cumhuriyet’in dilinde ve üslubunda hesapsız hamaset, meydan okuma ve maceracılık yoktu. Nitekim eseri “Nutuk”ta Atatürk bu konuda şöyle diyordu: “Milli siyaset, … rastgele sonu gelmez emeller peşinde milleti meşgul etmemek ve zarara uğratmamak, … medeni dünyadan da medeni ve insani muamele ve karşılıklı dostluk beklemektir.” İki büyük savaş arasında uluslararası ilişkilerde yaşanan bunalımlı ortamda Atatürk’ün ve Cumhuriyet diplomasisinin kullandığı bu dikkatli dil ve üslup, Türkiye’ye büyük bir saygınlık kazandırdı. Öyle ki, Kurtuluş Savaşındaki hasmımız Yunanistan’ın Başbakanı Venizelos 1934 yılında Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday göstermişti. Bu düşüncelerle, kırk yıl süreyle görev yaptığım Dışişleri Bakanlığının kuruluş yıldönümünü kutluyorum.