Hangisi İyi, Sofrada mı Olmak, Menüde mi?
İngiltere’den sonra şimdi de Polonya ile Macaristan’ın Avrupa Birliği’nden (AB) çıkıp çıkmayacağı tartışılmaya başlandı. Her fırsatta “Brüksel’in sultasına” karşı çıkan, geçmişte yaşadıkları Sovyet baskısından sonra tepelerinde yeni bir patron istemediklerini dile getiren bu ülkeler, bazı yetkilerini AB ile paylaşmaya yanaşmıyorlar. Ama bir yandan da AB’den yıllardır hayli yüksek mali kaynaklar elde ediyorlar. AB ise bu ülkelerin yaklaşımının üye olurken girdikleri taahhütlere aykırı olduğunu ve Avrupa değerleriyle bağdaşmadığını ileri sürüyor, verilecek mali destekleri belirli şartlara bağlamaya hazırlanıyor.
Hemen söyleyelim, AB’den ayrılan tuzu kuru İngiltere’nin aksine, bu iki ülkenin cömert AB yardımlarını bir kenara bırakarak AB’den çıkacaklarını söylemek bu aşamada pek gerçekçi görünmüyor. Ancak egemenlik hakları ve bağımsızlıkları konusunda titizlenmelerini haklı gösterebilecek tarihsel nedenler de akla gelmiyor değil: Polonya 1795’te Rusya, Avusturya ve Prusya arasında paylaşılarak yüz yılı aşkın bir süre haritadan silinmişti. (O dönemde Osmanlı Devleti, Polonyalılar üzerinde bugün hâlâ anımsanan olumlu izler bırakan bir tutumla, Polonya’yı -eski adıyla Lehistan’ı- tanımaya devam etmişti. Padişah yabancı diplomatları kabul ettiğinde hep Lehistan Elçisini sorar, Sadrazam herkesin duyacağı şekilde, “Leh Elçisi yolda” dermiş.) İkinci Dünya Savaşı da Hitler’in Polonya’ya saldırmasıyla başlamıştı. Polonyalılar 1980’lerde “Dayanışma Sendikası” hareketiyle Moskova’ya karşı da önemli bir direniş göstermişlerdi. O dönemde Polonyalıların Rusya konusundaki duygularını dile getiren yaygın bir fıkra vardı: İdama mahkum edilen Polonyalı bir muhalife hakim son arzusunu sorar. Muhalif son arzusunun Çin’in Polonya’yı işgal etmesi olduğunu söyler. Hakim nedenini sorunca muhalif, “Çin’in Rusya üzerinden geçmesi gerekecek de ondan” der.
Benzer bir durum Macaristan için de geçerliydi. Macarlar Birinci Dünya Savaşına imparatorluk olarak girip,1919’da Trianon Antlaşmasıyla topraklarının üçte ikisini kaybederek çıkmışlardı. Bugün Macarlar ülkelerinin “küçülmüş” olduğunu düşünüyor. Romanya, Sırbistan, Slovakya ve Ukrayna’da binlerce Macar yaşıyor. Dış politikalarında irredentist izlere rastlamak mümkün.
Macaristan Başbakanı Viktor Orban, Batı’da “otoriter eğilimli, hukukun üstünlüğü ilkesine bağlılığı tartışılan, siyasette ‘illiberal’çizgide” bir lider olmakla eleştiriliyor. 1980 sonlarında Macaristan’dan Rus askerlerinin çıkarılması için çalışan Fidesz (Yurttaşlar Birliği) hareketi içinde siyasete başlayan Orban’ı, Budapeşte’de dört yıllık görevim sırasında yakından tanıdığımı söyleyebilirim. Onu en çok, dinleyenleri gülmekten kırıp geçiren esprileriyle hatırlıyorum. Orban, önderlik vasıfları belirgin, hızlı karar alabilen, zeki, dışarıdan göründüğünün aksine kibirli olmayan, etkileyici hitabet gücüne sahip, İngilizceyi rahat ve düzgün kullanabilen bir siyasetçiydi. Muhalefetin bölünmüş olması işini kolaylaştırıyordu. 2010’dan sonraki her seçimde tek başına iktidar olmayı başarmıştı. AB ülkelerinin eşcinsel evliliklere izin veren, aileyi zayıflatan geleneklerin ihmal edilmesine yol açan liberal politikalarına karşı çıkıyordu. Bu siyaseti, liberal eğilimlerin karşısında yer aldığı için Batı Avrupa’da “illiberal” diye niteleniyordu. Ama kendisi de illiberal olduğunu açıkça dile getiriyordu. Tartışmalı bir kavram haline gelen illiberalliği “hoşgörüsüzlük” olarak takdim edenler de vardı. Son yıllarda Orban, Türk dünyasına da yaklaşmış, dost ve akraba Macaristan’ı Türk Konseyine gözlemci üye yapmıştı.
Viktor Orban, “hegemonyacı” olarak nitelendirdiği AB politikalarına şiddetle karşı çıkıyordu. Ancak onun AB üyeliğinden çıkmak istediği yönünde bir tutumu olduğunu söylemek mümkün değildi. Budapeşte’de katıldığım bir toplantıda, AB’den çıkıp çıkmayacağı konusu açıldığında, “Her zaman yemek sofrasında bir sandalyeye sahip olmak, menüde olmaktan iyidir” demişti. Orban seçkin bir grubun içinde kalmayı tercih ediyordu. Dışarıda kalmanın neler getirip götüreceğinin farkındaydı.
Kişisel izlenimlerimden hareketle, Orban yönetiminde kişi hak ve özgürlüklerin hukuk dışına çıkılarak kısıtlandığına, basın özgürlüğünün engellendiğine dair eleştirilerin dozunun tartışmalı olduğunu, Avrupa Birliği dışında yer alan ve bu tür eleştirilere konu olan Rusya gibi ülkelerle Macaristan arasında, Macaristan lehine önemli bir fark bulunduğunu söyleyebilirim. Bu eleştirilerin Macaristan’ın Suriyeli göçmenleri kabul etmeyişiyle alakalı olduğu da ileri sürülmüştü.
Ünlü İtalyan yazar Umberto Eco, bir makalesinde, insanların kendi kimliklerini tanımlamak için bir düşmana ihtiyaçları olduğunu, düşmanın kendi değerlerimizi göstermek için önemli olduğunu, bu yüzden insanoğlunun düşmanı yoksa bile kendine bir düşman yarattığını yazmıştı. Orban da, birçok siyasetçinin yaptığı gibi, seçim dönemi geldiğinde bir “düşman” yaratıyordu. Bir dönem “Soros” düşmanlığını kullanmıştı. Orban’ın 2022 Nisan’ında yapılacak seçimlere hazırlanırken de, ünü ülke sınırlarını aşan Macar film endüstrisine, eski başbakanı eleştiren “Herşeyi Berbat Ettik” adlı bir film yaptırdığı konuşuluyor. Onun AB’ye yönelttiği eleştirileri de bu kapsamda görmek, bunun da ölçüsü iyi ayarlanmış bir tehditten öte gitmediğini söylemek herhalde yanlış olmaz.
Diplomasi mesleğinde kağıtlarda yazılı olmayan ama büyükler tarafından yılların deneyimine dayanarak söylenmiş kimi öğütler vardır. Bunlardan biri de “Mümkün olduğu kadar üye sayısı kısıtlı ülke gruplarına katılmakta fayda vardır” sözüdür. Bu sözü şimdi rahmetli olan bir ağabeyim, geçmişte, birçok ülke bağlantısızlık savına bel bağlayan 77’ler gibi büyük bir kümeye katılırken, Türkiye’nin OECD, NATO, Avrupa Konseyi gibi nispeten dar kapsamlı Batı gruplarında kalmasının yararlarını anlatmak için söylemişti.
Uzun sözün kısası, Polonya ve Macaristan’da halkın bu dönemde AB’den çıkma gibi bir talebinin olmadığı söylenebilir. Brüksel bürokrasisi de eninde sonunda herhalde bu ülkelerle anlaşarak bir orta yol bulacaktır.