Her geçen gün biraz daha küçülen dünyamızda, biz insanlar da içimize çekiliyoruz. Kalabalıklar içinde yalnızlaşıyor, yükselen binalar arasında sıkışıyoruz. Şehirler büyüyor ama gökyüzü küçülüyor. Kafamızı kaldırdığımızda artık mavilikleri değil, griyi görüyoruz. Camlar, betonlar, dev ekranlar… Hayat, dört duvarın arasına, hatta çoğu zaman bir telefon ekranına sığdırılıyor. Doğaya yabancılaştık. Ve belki daha kötüsü, kendimize de. Modern yaşamın temposu insana nefes aldırmıyor. Herkes koşuyor ama kimse nereye gittiğini bilmiyor. Sabah gözümüzü açtığımız andan itibaren bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz. Ama aslında sadece “var olmaya” çalışıyoruz; yaşamıyoruz. Yüzler asık, bakışlar yorgun, kalpler sessiz. Bu koşuşturmada bir şeyi kaybettik: hissetmeyi.Ve hissetmeyen bir insan, gerçekten sanat üretebilir mi?Sanat; durmanın, düşünmenin, fark etmenin ve en önemlisi hissetmenin bir sonucudur. Sanat, insanın iç sesidir; çoğu zaman haykırışıdır. O ses bastırıldığında, o haykırış susturulduğunda geriye yalnızca şekil kalır. Ruhu olmayan, duygusu olmayan, sadece “üretmek için üretilmiş” işler... Bugün birçok kişi için sanat bir “lüks”, bir “ayrıntı” gibi görülüyor. Oysa sanat, tam da bu karanlık zamanlarda ihtiyaç duyduğumuz şeydir. Çünkü sanat, sadece olanı değil, eksik olanı da anlatır. Bazen umut olur, bazen itiraz, bazen sadece bir sessizlik... Ama sanatın yeniden filizlenebilmesi için önce insanın yeniden gökyüzüne bakması gerekir. Bakmakla kalmamalı, görmeli. Kalbini dinlemeli, nefes almalı. Doğayla bağ kurmalı. Bugün şehirlerimizi planlarken sadece beton yığınlarını değil, insanı da düşünmeliyiz. Oluşacak yeni alanlarda en az bina kadar yeşil alanlara da yer verilmeli. Geri dönüşüm sadece maddi değil, manevi olarak da hayatımıza girmeli. İnsan yeniden doğaya dönerse, kendine de döner. Ve belki o zaman gerçek anlamda sanat üretmeye başlar. Çünkü sanat sadece üretmek değil; hissetmek, paylaşmak ve örnek olmaktır. Gökyüzünü yeniden görmek umuduyla…