2

Biz Efendi Çocuklardık…  


  • Oluşturulma Tarihi : 09.01.2016 07:56
  • Güncelleme Tarihi :

Biz bir zamanlar çocuktuk… Biz her zaman çocuktuk…

Biz kendi şarkısının peşinde koşan, uçurtmasını renklere ve rüzgara armağan eden yoksul çocuklardık. Kadifekale’den aşağı yuvarlanan topun peşinden koşan güvercinlerin kanatlarıydık. Bulutuyduk bu kentin, yağmuruyduk, boyozun ve kızarmış gevreğin susam kokusuyduk.

Yarım yüzyıllık hayatımızın bütün dönemlerinde hep kan kaybeden yaralı hasta gibi birbirimize yaslanarak büyüdük. Çocukluğumuzda bu kadar sorun var mıydı? Bu  kadar karanlık bir sürecin içinden geçerken bu kadar karamsarlık var mıydı ? İnsanların bu kadar çoğul suskunluğu veya bencilliği var mıydı?

Hayır, hiç sanmıyorum! Biz çocuktuk, efendiydik…

Mahallemize yeni taşınan her kimse yabancı olarak değerlendirilir, hemen her akşam pişen yemekten tadımlık da olsa yemek götürülürdü. O ortama, mahalleye, sokağa ve koşullarına alışıncaya kadar. Yerleşip bizden biri gibi, yaşaması ve sorunlarını çözümlemiş biri –aile oluncaya kadar, perdenin arkasından izlerdik. Özellikle aynı evde kalan birkaç öğrenci olunca, çamaşırlarını yıkamaya kadar yardım eli uzanırdı. Kimdi, nereliydi hiç önemli değildi. Aynı kuyudaydık ve aynı kaderi paylaşıyorduk. Yalnızca komşu ve yalnızca bizden biri olmaya çalışan biri olması, yolda selam verip saygısını ifade etmesi yeterliydi.

Vefa önemliydi… Yabancılık çekmeden yaşaması veya hayatını kolaylaştırıp okumasını sürdürmesi ve bir gün mezun olduğunda ve bir iş sahibi olup o mahalleye gelerek tanıdıkları, tanıştıkları insanlara minnet ziyareti yapıncaya kadar devam eden ritüellerin son boncuğunu, son sahnesini de kaybettik.

Biz hiç büyümeyecek çocuklardık aslında.

Mahallenin, sokağın köpeği hepimizindi. Mahallenin yaşlısı hepimizin, yoksulu ve hastası da hepimizindi. Hele mahalle kızlarına dışarıdan- başka bir mahalleden başka birinin bakması, peşine takılıp takip etmesi veya laf atması bütün mahalleye hakaret sayılırdı. Akşam üstü yaz-bahar günlerinde sokakta oturulur, çiğdem ve boğacalar tepsilere doldurulur, çay servislerini yapan genç kızlar kırıtarak köşeden izleyen erkeklere caka satardı.

Ev gezmeleri ve doğal olarak aynı sokaktan, aynı mahalleden birbirini tanıyan gençlerin birbiriyle evlenmelerinin yolu bu dayanışmadan ve kaynaşmadan geçerdi. Annelere, babalara, yaşlılara saygı, çocuklara sevgi ve oyunlarına katılmak toplumsal harçların başında hepimizi mutlu kılıyordu. Biz bir kuyunun dibinde; bir kuyunun dibindeki kurbağalar gibi yaşıyorduk. O karanlık ve suskun derinlik, şarkıların, bilmecelerin, masalların peşinden koşmamızı sağlardı.

Biz büyüdüğünü bilmeyen çocuklardık… Efendiydik… Kuyunun dibindeydik.

Ve yıldızları ve hayatı kuyunun ağzındaki açıklık-aydınlık kadar görüyorduk. Söylediğimiz şarkılar bu kuyunun derinliği içinde yankılanarak hayatımızı süsleyerek rüyalara dalardık. Çocuktuk. Büyümeyen aptal çocuklardık. Yaramazdık, aç ve sefildik, ama bilgisizliğin karanlığında mutluyduk.

Bizden farklı bakan kızlara aşık olur, yemekten içmekten kesilirdik. Onu görmek veya gözlerine bakmak veya rüyada dokunmak aptallığının sarhoşluğundaydık. Büyüklerin “Vay aşık mısın!” söylemlerine bayılırdık. Naz yapar ve hırsızlık yaparken yakalanan yaramaz çocuklar gibi başımızı yüreğimize yaslayarak susardık.

Aslında biz birer salaktık… Ve salak olduğunu bilmeyen çocuklardık.

Sokakların uyuşuk ve kuyunun dışına çıkamayacak kadar korkak yetişen-yetiştirilen efendileriydik. Ballıkuyu’dan, Basmane’ye ve oradan Alsancak vapur iskelesine akan yağmurun bulutuyduk. Yağmur tanesi ve vapurların ıslak düdüğüydük. Gevrekçiydik, su satıcısı ve çiçekçiydik. Hayatın kendine sakladığı çocukların ellerindeki yumuşaklığı yokuş aşağı yuvarlayan hayatın en suskun zamanıydık. Kentin kedisiydik. Kanatlarını birbirine armağan eden kuşların açlığını bakışlarında saklayan uysal ve günahsız çocuklardık.

Biz çok efendiydik…Biz çok salaktık.

Dışarıda hava çiyan kokuyordu. Hava zindan ve korkulukların emperyal marşını çalıyordu. Büyüklerimiz hep sessice ve gizlice ajansları dinliyordu. Dünyanın gidişi kötüydü. Faşizm kartal kanatlarını açmış kuyunun ağzını kapatıyordu. Dışarıdakiler sesimizi, biz içerdekiler seslerini duymazdık. Duyulsa bile hayra yorulmazdı…

Biz kuyunun dibinde çocuk şarkılarımızı söylerken savaşlar sürüyordu dünyanın her köşesinde. Sosyalizm at başı yoksul ülkelerde hayatın özgür ve kardeşçe şiirini okurken,  Mc  Carthy uşakları kara bir gecenin derin ve sonsuz bir işkencenin tırnaklarını hayata geçiriyordu. Kıçı kırık bir zabit kaderini belirliyordu kuyuların.

Ah! Talat Paşa, Mürsel Paşa, Halil Rıfat Paşa, Ziya Paşa, Eşref Paşa, Gazi Osman Paşa, İsmet Paşa, Mithat Paşa, Necip Paşa ve biz bu kadar rütbeli bir sokağın ve caddenin kıyısında sessizce şarkılarımızı söylerdik. Ah! Ballıkuyu, Serinkuyu, Manavkuyu, Üçkuyular…

Sonra büyüdü kuyu dibinden bakan ve yıldızları merak eden çocuklar… Sonra, o temiz gözlü çocuklardan mangalar oluşturuldu hayata karşı. Genişti hayat. Boldu cemseler, derindi hücreler, yüksekti hapishane duvarları, karanlıktı barlar, kendi şarkısını söylüyordu sessizce dergiler, gazeteler bir bir kapanıyordu kendi üstüne. Kendi ülkelerinde zindanlara gönderildi efendi çocuklar. Biz, türküydük, marş ve direnen şiirdik. Silahlıydı bakışları faşizmin, bombalıydı solukları, dikenli teldi yürekleri ve öldürdüler acımadan masalların perilerini.

Çiçek açan ovalara beton yığını diktiler. Ormanlar kesildi, hayvanlar kurudu kendi dalında. Aşkın ruhunu soyup yatağa attılar, ekmeğin kokusunu, yumurtanın sarısını çaldılar. Zengindiler ve sürekli açtılar. Ve sonra tarih yalnızca onları gömdü kendi yarattıkları çöplerin tank paletlerine, uçakların cehennem sesine, topların ve ölümün paslı derinliğine… 

Biz Efendi Çocuklardık…  
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan