Sayfa Yükleniyor...
Tanrım bütün kuşlar sustu.
Dillerini ve şarkılarını unuttular.
Kanatlarını ulu bir çınarın tepesinden atarak
Uzun soluklu bir yılan ve uzun pençelerinde yeniden doğan akreplerden kalan gecelerin bitmeyen karanlığına sarılan uykuların içinden geliyorum.
Yol uzun ve dağlarım kendi dumanına yenilen orduların son marşını çalarak umutlarımı gömüyor hayat... Çocuklar ölüyor, dedelerinin beyaz bayrak sarılı çubuğun kıyısında. Bir fidana sarılmadan kuruyor ekmeğin kokusu. Küçücük ellerin süt kokusu ve bütün türkülerin son dizelerinde susan şarkılar...
Dünya karanlık bir bulutun gölgesinde kaldı. Dağların kıyısından akan suların uğultusu yayılıyor gecelerin derinliğine. Aç ve susuz insanların çukurlaşan gözlerinden düşüyor umudun rengi. Düşüyor mumların aydınlığı kendi gölgesine. Kar beyazına sarılan ölülerin bayrakları da. Kefeni yok, oyuncağı da yok, annesinin kokusu ve babasının yangın bakışları da. Kimsesiz ve yapayalnız ölmenin, susmanın, kör ve sağır kalmanın içsel çılgınlığı...
Çukurlar kazılıyor, Gaziantepte hendekler kazılıyor ölüme.
Sokak aralarında saklambaç oynayan çocukların gölgesini bile vuruyorlar. Vurdular.
Ölen çocuklar, öldüren çocuklar ve ağıtlarımız sarılıyor kurumuş bir ağacın bize düşen dalından.
Ne oldu mevsimlerin gül dalına
Ne oldu toprağın aynı daldaki ekmeğine
Ne oldu yağmurun kardeş bereketine, ne zaman düştü ayrılıklar soframıza
Nerde unutuldu; ülkemin soylu taylarından kalan izlerin yeşilliğe uzanan gölgesi ve umudun kardeşliğindeki serüven. Tarihin uykusundan düşen türkülerin yürek sıcaklığındaki ellerin buluştuğu sevgiye... Ve her şey ve her yerde bize kalan kitap. Tanrının ortaklığı, duaların aynı sayfasında bizi bekleyen ilahi çocukların gözleri kendi kanıyla kapanarak.
Uykularım kaçıyor gecenin karanlığına. Sessizce dolanan yılanların ıslıkları duyuluyor sınırlar ötesinden. Gelenler bizden değildi, bu öykünün en puslu havasından kokusunu almış şarap değildi. Masalların bin bir gecesinden ruhumuzu kuşatan aşkların en delisi ve en hırçını değildi.
Şehitler geçiyor yorgun omuzların üstünden gecekondulara doğru. Bayraklar süslüyor hayatın ilk ve son durağını. İlk ve son bayramında öksüz çocukların gözyaşlarında kalan soğukluğu.
Kim öpecek o çocukların bakışlarını!
Bir çocuk düşüyor evlerin bahçesinden hendeklere. Dedesi koşuyor beyaz kefenini sararak kurumuş bir çubuğun insafına ve vuruluyor bebek arabalarına, vuruluyor gençliğinin ilk aşk yangınlarına ve düşüyor, öyküsünü bildiği çocukların koynuna.
Hiç büyümeyen çocuklar. Yaşları birbirine teğet geçen mevsimlerin bütün açlıklarında...
Ölen de aç, öldüren de
Bu vatan onların ortak eviydi aslında. Bu rüzgarı aşka taşıyan onların umutlarında kalan öyküydü. Ve birlikte koşturdular zamanın ruhunda. Rüzgar esmerdi, yağmur açlıktı, hayat bir kuşatmanın altında dağların kıyısında, ağır silahların namlusunda.
Ölenler aynı bulutların sayfasında kendi resimlerini birbirlerine armağan edenlerdi. Ve ölenler aynı ağıtlarla gözlerini yumup son lokmasını çiğnemeden gidenlerdi. Ölenler hep kerpiç evlerin avlusunda kalan çamurlu ayak izlerini birbirine armağan ederek baktılar kendi masallarının ardından. Su soğuktu. Hava yangındı. Hayat çok sıcaktı. Hiç böyle değildi rüzgarın gölgesi, hiç böyle değildi ellerin soğukluğu ve gece hiç bu kadar uzun ve karanlıklar hiç bu kadar derin ve zifiri değildi.
Ölüm seslerle çoğaldı dağlarda yankılanarak. Kör çıkmazların bağlarında son üzümler de kurudu yolların tozunda. Ayak izleri kaldı çocukların, ayak izleri kaldı yalınayak ekmeğe koşan annelerin. Su aynı suların kucağına koştu, gözyaşların bulutundan düşerek.
Ölüm iki başlı at, petrol gözlü tanrıların armağanı! Sobasız ve penceresiz sokakların içinden geçen hayatların sürüklediği rüzgar.
Ölüler, şehitler, gençler, çocuklar Ah Antep,
Ruhumun derinliğine inen çığlık. Ellerimi kemiren yoksul yaşamın karanlık saatleri
Dön dünya
Dön dünya kardeşliğin aynı sofrasına. Aynı kaderin gemisindeki hayatın Nuhuna. Güvercinlerin zeytin tanesine, geminin Cudisine papatyaların beyazlığına ve ekmeğin özlenen kokusuna. Annelerin hayallerine, babaların umutlarına, çocukların tokluğuna, gençlerin mutluluğuna, aşkların rüzgarına
Yürüyün ayaklarım umutla direnç / koşturun dağlara bulutlar
Dön dünya yeni bir güne / parlayın yıldızlar, başlasın yolculuk
Yırtılsın gökyüzünün bulanıklığı / aksın dereler coşkunluğunda süreç
Yıkansın yağmur, yıkansın insan
Süzül gönüllere güneş / yollara türkü menekşe / açıl ufuk maviliği
Başla yeniden yaşam / erisin çelikten tanrı / insandan değerli makine
Yıkılsın kaleler, demir pencere / yerin dibine batsın duman / soluk temiz ve özgür
Beyaz bahar sarılsın baca
Bütün çocuklar koşsun bahçeme / çürüsün silahlar bitsin savaş
Bitsin isteksiz ölümlere kan / dön dünya yeni bir güne
Dön de gel / yorgun ellerimde sabahla
Uzanacak elleri kardeşliğin. Aynı sofrada aynı ekmek ve söz zamanı düşecek anılarımıza. Kendi dilini ve kendi tarihini yazacak her aşk, aynı dergahın dost bağlarında. Isınacak yüreği ülkemin ve yeniden sarılacak halkım; dostluğun, kardeşliğin yağmur ırmaklarına.