2

Kuşların Dilini Öğrenin


  • Oluşturulma Tarihi : 20.09.2016 06:48
  • Güncelleme Tarihi :

Kuşların dilini öğrenin…

Onların size anlattığı masalların içinde çocukluğunuzda yarım kalan rüyaların kendisi vardır. Doğa ile bütünlüğün sırlarını saklayan, yağmur damlalarının kanatları arasından süzülerek, renklere ve hayallere dönüşmesini taşıyan kuşların aşka gelmesidir. O ses; büyünün gerçeğe dönüşmesi ve hayatımıza karıştığı anların bıraktığı izlerde kalmasıdır. Kuşlar, yani ruhlarımız göç etmeden aynı şarkıyı söylemenin sessizliği içindeki fırtınaları ve sesin kanat çırpınışı ile size ulaşan serinliğin rüzgârını yakalayın. Hayat aslında kuşların kanatlarıdır. Ve gözlerinize bakarak şarkısını söyleyen kuşlardan ibarettir. Ayrıca suyun içindeki yelkenliye binmek ve sonsuz bir derinliği sarmaktır.

Hayatın sırlarını açıklamak istiyorum aslında…

Kuşları, yağmuru, inci tanelerinin yalnızlığını ve masallardan kaçırırken yakalanan çocukların kırık tahta oyuncaklarını. Dünyanın her yerinde ve aynı anda okunan bir şiirin delilik saatlerinde öpüşen yelkenlerin, okyanusta kaybolmadan önceki son dualarını…

Her şey ses galiba… Kuşların rengi ve kanatlarındaki çığlık…

Tanrının ses olduğuna inanan güllerin rengini duyuyorum. Kadife yaprakların utangaç sallanışını birbirine sığınarak anlatan ellerin yağmurda bana gelişini… Susmalıyım…

Kendi sesimi okumalıyım... Şiirin sesini…

Yağmur, taneleri arasındaki örgünün iğnesini paslı bir kitabın yaprakları arasından çıkarıp, maviye sığınan bulutlara koşan çocukların uçurtmasını renk olarak okuyorum. Dağların ortasındaki kardelenlerin buzlarını ayırıp beyazlığın, yeşile inen damarları arasındaki köprünün bekçisini yazıyorum.

Yazmak, hayata ve kuşlara renk vermektir; o kıyıdan bu kıyıya düşen balıkların dilsizliğini arayan yıldızların ağır yürüyüşünde umut dolu sepetleri eve taşımaktır. İçi boş ama yazanın bütün hayallerini yüklediği zamanın tekerleğini saklayan mahzenden gün ışığına çıkan tırtılların inatçı kozasıdır kanatlara… Papatyanın gülümsemesidir. Ve kelebeğin son kanat çırpınışındaki renk…

Veya sözcükleri kendine saklarken, kırılan cam bakışların küpelerde kalan pırıltısı dışında toplananların şair yüreğine sığınmasıdır aslında. 

 İzmir sürekli üşüyor… Ve dışarıda yağmur yağıyor. Tanrının gözyaşları… Yüzüme çarpıyor... Ruhuma… Yüreğime…

Sürekli trampet çalıyor bulutların yapraklarından çiçeklerin dallarına. İnce ve kırılgan bütün yüreklerin toplandığı saatlerde ve mevsimlerde aşkın ulaşılmaz notalarına düşüyor.

Ahh, kentte yaşıyorum Tanrım... Yaşamak zorundayım ve kirliyim.

Kirletilen ruhumun, çiçeklerin ve kuşların kanatlarını saklayarak, kaldırımların kıyısından, küf kokulu bir duvarın yaslandığı mutsuz bir hayattan... Ahh, dönmeliyim, hızla ve hemen uzaklaşarak tanrının doğum saatlerine. Kuşların ve kanatların yağmura gittiği renklere ve uyumalıyım bütün çocukların sıcaklığında, yumuşaklığında, çığlığında…

Hangisi daha iyi!

Tanrım ben sesim… Kanat… Renk… Çığlık ve yarattığın bütün çiçeklerin çocuk elleri... Hüzün... Yağmur ve gözyaşı... Ve küpe ve yüzük sevincinde kalan pırıltı.

Her şey pırıltı mıdır!? Her şey iki dudak arası!

Susmalıyım… Aydınlığın yarasa hızını dolunaydan çalmadan önceki çocuklarımı emzirmeliyim. Tarçın kokulu sütün bütün sözcüklerinde, dallara yaslanıp susmalıyım hayatın rüyasına…

Yoksa şiir mi tanrının en güzel armağanı... Kuş kanatları... Yağmurun sesi, renklerin çiçekleri ve yıldızların içinden düşen gece… Kitabın çevrilmeyen dizelerinde boğulduğumu kimseye anlatmadan ödünç şarapların şişesinde mi kalmalıyım…

Nereye kadar... Bu çocuklar kimin dizesi... Bu kitaplar hangi bin bir geceden arttı cellatlara. Bu atlılar zincire bağlı zamanın sırtında sevişirken, avuçlarında sakladıkları mühürler hangi cariyenin…

Ahh, Tanrım sana itiraf etmeliyim... Ben bir deliyim...

Ilık ve pembe bir dizenin tam ortasında anlatılmaz bir duygunun aşka uzanan kırıntıları yeryüzüne serpilirken, aşk izlerimi saklayan günleri seviyorum. Denizin utandığı mevsimlerde hırçın kumları sahile savuran dalgaları iten balıkların arkasından geliyorum. Rüzgârda sallanan yaprakların ipini dala ören bendim meyhane çıkışındaki saatler. Yere düşmüş ekmek kırıntısı, karıncaların sevinçle evine götürdüğü... Yola düşen yavru kuşun tüylenmemiş kanatlarındaki morlukların en çizgisi ve senden düşen bütün seslerin ve renklerin kendisiydim…

Kentler, meleklerin kanatlarını kirlettiler. Şiirlerin hepsini Tanrım! Sesini ve kelebeklerin rengini, kanatların çırpınışındaki duaları gün batımında geceye düşüren çalgıcıların peşinden koşan martıların en haylazı da… Beni beklerken üşüyen bakışlarını da…

Gün üşüyor, zamanın en uzak çağında çocuklar meyve çalmaktan yorgun saatlere düşüyor. Ben onlardan daha küçüktüm ve ellerim cebimden saklanırken, yüzümü ıslatan saatlerin peşinden kendime koştum.

Koştum... Sürekli koştum. Kanat oldum... Renk oldum… Ses oldum…

Tanrım, vurdular beni! Ahh, susup çekilmeliyim kum tanesinin içine. Annesi ve babası ölmüş bir çocuğun küpesindeki pırıltıya. Yanaklarındaki kızıllığa… Gözlerindeki yıldızlara… Gitmeliyim... Yağmurun içinden inci tanelerini ayıklayıp bir kıyıya fırlatan zamanın peşine... Yağmur, kuşlar ve denizin buluştuğu noktayı istiridyeye anlatarak yelkenini yırtan zayıf bakışlı bir balıkçının sesi veya çığlığı, tanımsız ve sahipsiz bir aşkın peşinden gider gibi, gitmeliyim... Git... Gittim... 

Kuşların Dilini Öğrenin
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan