Müslüman Mahallesinde Ölmek


  • Oluşturulma Tarihi : 09.07.2016 07:56
  • Güncelleme Tarihi :
Müslüman Mahallesinde Ölmek yazının resmi

Bu hafta ne yazmalıyım! Nerden başlamalıyım, hayatın sessiz akan ırmaklarındaki yangının içindeyken bile, zamanın yüreğimi alıp dağ soğuklarına götürüşünü. Her tarafta yangın ve ben üşüyorum. Yangın bir yeryüzünün gölgesinde bile ellerim soğuk. Dışardaki ateşin kor yangınına rağmen yılların katmanındaki anılar gecenin ürpertisinden kalan saatlerinde üşüyor…

SAHNE -1 İZMİR

Yaz mevsiminin en aşık saatlerindeki hüzün. Mevsimlerin en yangınında bile üşüyen ellerimi ceplerimde saklayarak derin bir ıssızlığın karanlığına serilen bu kentin fırın sokaklarındaki susam kokusunu, çocukluğuma ekleyerek yürüyorum. Bu kent benim mi? Ben bu kente ait miyim? Bu beton yığınını bu tek sıra çirkin yapıları kim koydu fotoğrafıma. Bu sessiz ve satılmış yöneticiler bu kentin katilleri mi. Kaldırımlarda bile araçların uyuduğu yolların rüşvetini kim topluyor… Vatandaşa ayrılan kaldırımları masalara satan kim… Her akşam orda kimliğini soyunan yerel ve mülki idarecileri veya uşaklarını kim aldı bu kente. Bu halk nereye gitti... Herkes tatil de mi. Ben neredeyim!

SAHNE-2 IRAK: Bu kadar sıcak… Çölün ortasında, gölgede 60 derecenin olduğu kertenkelelerin bile deve dikenlerinin gölgesine sığınıp teslim olduğu coğrafyadan kalan hayallerimin kurtulmuş birkaç sayfasını çevirirken yağmur yağmıyor… Bütün bulutlarıyla mevsimlerin en ıslağı uzak bir sayfada demlenirken tepemizden yağan bombaların oluşturduğu çukurlara işeyerek ve ölümü kanıksamış olarak savaşın kıyısından sığınaklara kaçan insanları ve eşekleri yazmalıyım...

Sığınaklar… Bombalar... Uçaksavarlar ve yemekhanenin çevresine kamp kuran eşekler ve insanlar. Orda yemek var… Yemek artıkları. Bombalar ve bomba artıkları. Mazlum insanları bir araya getiren kader çizgisinin hiçbiri, çocuğunu cephede yitirmiş siyahlara bürünmüş bir annenin yıllardır akan gözyaşının bir damlasını bile anlatmaya yeterli değil… Değilim. Yıllardır süre gelen ruhsuz ve dinsiz katillerin eğitim alanı ve laboratuvarına dönüşen Irak’ın Babil’ine doğru koşarken, arkamda kalan tozların daha dün ölen-öldürülen genç insanlara ait atomlar ve hücreler olduğunu biliyorum.. Çıldırmanın kıyısında dolaşan martıların beyaz çığlığını Dicle’den yukarı bir kentin kuyularına atarak dinlenmeye çalışan bir tarihin sayfasını saklıyorum. Ben ordaydım. Ve çocuktum, ölümün elinde. Sonra Fao adasında sevgilimi almaya giderken, Enğam El Tamimi ve çocuk Ozancan. Hayallerimin veya gerçeğimin yeşil ve altın kaplı kubbesinin minaresinde okunan şiirden geldim. Enğamı ve Ozancan’ın küçük ellerini öldürdüler... Orda dağa çıkan ve hayatı kurşuna dizen gerillanın içinden çıkıp duvara yaslanırken, Bağdat’ın kendisiydim. Ah... Bu sahnenin adı anlatılmayan ve yazılmayan hüznün kendini öldürerek sonsuza kadar aynı renkleri hayatıma sardığı sahneden düşüyorum. Aslında ben orda öldüm.

SAHNE 3 –KABİL: Bozkırların içindeki ince bir akarsuyun kıyısından Kabil’e bakan bir evin havaya uçurulmuş çatısının yanında duran avludan bakıyorum. Bu ev benim. Benim atalarımın dualarıyla boyası bugünlere taşınmış oyunların en küçük köşesinde bekleyen çocuktum. Toz toprak ve mayın parçalarının gökyüzünü bacaklarla ve sevgiliye uzanamayan kollarla matematiğin bilinmez rakamlarında yazarken, Tanrı’ya sunulan feryatların denklemlerini oluşturan hayatın sayfasını ben çeviriyordum. Üzüm tanelerindeki çamur izi kuzeyli kasapların ellerinden kaçan çocukların gözyaşlarıydı. Anneler kat kat örtülü, umutlarını anlatan giysileri içinde hurma ağaçlarında adaklar sunarak büyüttükleri çocukların mayına basmadan ekmeğe uzanmasını dileyen duaların hiçbiri Tanrı’ya ulaşmadı. Ben ordaydım. Tanrının sarı yapraklı defterinden kopardığım bu coğrafyanın en asil renkleri Guantanamo’ya kaçırılmış havarilerin inanç pelerininde selama duran umutların boncuk tanesiydim.

Boydan boya hüzün ağlıyorum Kandahar’da... Boydan boya içi boşaltılmış bir giysinin yakarışlarında sağır olan bir sesim. Savaş. Anneyim. Babayım. Beni çağıran çocukların. Ekmeğiyim... Suyuyum… Görmediği ve dokunmadığı oyuncağıyım… Meyve vermeyen ağacın bütün dallarındaki salıncak ve olmayan barışıyım gecenin.

SAHNE-3 GUANTANAMO: İşkence… Hayatımın ucuzluğu ve nefes almanın arasındaki gizemli nokta. Öldürülüyorum her gün… İşkencelerle, boyumu ve ruhumu uzatarak. Rengim daha da beliriyor her pensenin değişinde parmağıma. İnancım büyüyor her elektrik dolaşımında titreyen vücudum. Tanrı’nın içeri giremediği odalarda ve adada yalnızca umut ve inanç ayakta… İnadına; Amerika’nın bütün uzman sorgucularına rağmen. Ve inadına soysuz ve kahpe bir yaşamın bize sunduğu armağana inat dağlara çıkıyorum… Bedenim sehpada doğranırken Guantanamo da ben rüzgar, ben ağaç, ben ırmak ve ben yağmur bütün özlediğim hayatın kanatlarında dolaşıyorum. Kazanan benim, kanım kururken sehpanın ucunda. Dayanan benim, işkenceleri vız gelir, Amerikan uzmanlarının. Ölüm vız gelir, ölümü kendine ekmek seçeniz. Biz orda, gelecek dünyanın ilk aydınlığına vücutlarımızı yakarak koşanlarız. Biz kardeşleriniz. Sizin kardeşleriniz. Ülkemizin yurtseverleri, antiemperyalistleri ve hayatın direncine renk, onur ve gül kokusu serenleriz. Kabil’in yoksul çocukları, direnen halkın ve hayatını barışa armağan edenleriz… Biz sizin ve bütün direnenlerin unutmayacağı şiirlerin en direngen aşkların sonsuza uzanan imgeleriyiz. Biz yurtseveriz. Biz inançlı ve yoksul ve yeryüzünün çelik kulelerini yıkanlarız.

SAHNE -4 GAZZE: -Önce beni… Önce küçük çocukları, süt ve ekmeğe doymamış bebekleri öldürdüler. Yıllardır devam eden ambargo ile açlığa sınanmış ruhumuzu bombalarıyla esir alabileceklerini sandılar. Çölün kıyısında pişmiş umutlarımızın deve kadar dirençli ve inatçı olduğunu bilerek kendi kuyularını kazıyor İsrail. Kendi geleceğini, ölümlü bir gecenin her mevsimde kendi tarihine işliyor, kanla… Bizim kanımızla… Bizim vatanımızda… Bizim toprağımız ve ağaçlarımızın gölgesiyle. Bize karşı bütün bombaları ve bize karşı bütün soysuz müttefikleriyle bir ordu gibi kuşatıyorlar yoksul hayatımızı. Ekmek yerine, bomba… Su yerine ölüm dağıtıyor uçakların her gürültüsü. Oysa yanılıyorlar... Biz her bombada ölen aç ve çıplak çocuğumuz yerine on çocuk doğuyor dünyanın herhangi bir yerinde… Her binaya karşılık on bina kuruluyor umudumuzla ve İsrail’in ve Amerika’nın mezarını yapıyoruz bir gerilla dağda her yürüyüşünde… Yeni karıncalar, yeni kelebekler, yeni ateş böcekleri ve yeni hayatı muştulayan ufukların serin rüzgarı saçlarımızı tarayarak

SAHNE-SON: İzmir imbatında umudumu denize atarak, dağlara çıkıyorum. Yanımda Homeros’un unuttuğu dizeleri bulutlara asarak, kardeşim Osman Nevres’i çağırıyorum... Sinemadayız… Paris’te… Silahların ve namlunun ucunda. Barışa şarap patlıyoruz. Her akşamüstü, çocuklar her ağladığında ve ben her üşüdüğümde... 

 

Müslüman Mahallesinde Ölmek
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan