Sayfa Yükleniyor...
Ümit Yaşar Işıkhan
Konaktan Pasaporta doğru koşturan rüzgârın değmeden geçtiği bir köşede saklanmıştı. Üstünde eski ve yıpranmış bir zaman pelerini gibi duran siyah giysisi ile yalnızca gözlerini kapatıyordu. Utangaçlığın çocuk renklerinde yüzünün gözüken kısmında haykıran açlık, yalnızlık ve kaybolmuşluğun figürlerini saklıyordu. Kucağında kundağa sarılı ve köşeden, gün yüzünü belirten aydınlığın süt kokulu bir bebek uyuyordu... Genç kadın, Smyrnanın bereketli ve şefkatli kentinde borsa binasının kuytu bir köşesinde yere çökmüş, Tanrıyı bekliyordu. Yanında yere oturmuş, küçücük bir kız çocuğu saçlarında oluşan dağınıklığı yuvaya benzeterek her an gelip konacak bir kuşu bekliyordu.
Bebek uyuyordu. Ve koşturan hayatın ilk adımları olan bu saatlerin ilk sayfasında ağlamadan ve belki de sürekli uyuyarak, zamanı ve hayatın acımasızlığını unutmaya, görmemeye çalışıyordu. Genç kadın, gelip geçen yüzlerce lüks otomobile, şık giyimli insanlara da bakmıyordu. Yanında oturan kız çocuğu, yüzünü yere çevirerek uzaklara baktığı anlar da diğer elindeki ince bir çiçek dalı ile yeryüzünü süpürüyordu. Genç kadın, kız çocuğu ve bebek hiç kimsenin umurunda değildi.
Smyrna ordaydı... Saçlarını uzatıp körfeze döktüğü günden beri seyyahlara, simyacılara, dilencilere, kumpanyacılara, aşıklara ve seyyar satıcılığın yorgun duvar dibi saatlerine alışık olmasına rağmen, bu gözleri deniz dibi yorgun bir yosunun, zümrüt damlasında gördüğü hüznü, hiçbir yağmurun çığlığında görmemişti... Smyrna, çocuklara bin bir annenin sütünü veren ruhunu armağan ederek; süzülen gözyaşlarıyla Tanrının tütsü kokan tapınağına sığındı. Bir çocuk aç ve kimsesizdi... Bir kız çocuğu oyun saatlerinde dileniyordu... Bir genç kadın dün gördüğü rüyadan sonra, burada ne aradığını anlamaya, buraya nerden ve nasıl geldiğini anlamak için inandığı bütün yatırları, peygamberleri ve Tanrıyı sorgulayarak ölüyordu.
Kent orda ölüyordu. Smyrna orda ölüydü.
Kadın Suriyeli. Çocuk ve bebek de yolların kaybolmuş kimliğinde, yeryüzü havarileri. Oradan geçen rüzgar, denizin nemli ve ılık havasını uyuyan ve belki de ölmek üzere olan bebeğin saçlarında bırakarak kaçıyordu. Araçlar ve önünden geçen insanlar yarış halinde ölüme koştururken, gözleri kör, kulakları sağır, elleri hissetmez ve duymadıkları bir Arap ezgisi ile köşeye atılmış ruhlarıyla birbirlerine masklar satıyordu Herkes yabancıydı... Hepsi Smyrnanın bereketli avuçlarından su içmeden yalnızca yaklaşan akşam kızıllığının şarabına ulaşmak için koşturan zavallı insanlardı. Bunlar, Pagos Tepesinden aşağı yuvarlanan bedduaların denize ulaştığı saatlerde mal alıp satanlardı. Ve yalnızca kendileri için koşan ve kendileri için ölecek kadar zavallı denizcilerin terk ettiği, kölelerdi. Bunlar tüccardı. Hayatı kazanırken kendini kaybeden ve geçerken köşede onları seyreden kuşları ve melekleri görmeyenlerdi.
Smyrna ağlıyordu. Örgülü saçlarının her buklesini çözdükçe havalanan bir güvercin, kanatlarını saklayarak uyuyan bebeğin yanına koşuyordu.
Nerden geldi bu kadın? Bu bebek Bu kız çocuğu... Ülkeleri, doğdukları kent, kasaba, köy, mahalle, sokakları nerde! Babaları, dedeleri, amcaları, dayıları, komşuları, arkadaşları Kedileri, köpekleri, tavukları, civcivleri.. Tanrıya gönderdikleri kuşları
Evleri, yatakları, yemek sofraları, oyuncakları, oyunları, masalları Nerde!
Nerde kaldı o rüya? Burada, bu yabancı kentte işleri ne? Bu avuç açan, dilenen, gidecek yeri, yiyecek ekmeği, kalacak evi, işi, gücü olmayan, bu yıkılmışlığın, yoksulluğun burukluğunu bakışlarında saklayan insanlar Böyle değildi ki!
Evleri, okulları, anneleri, babaları, akrabaları, arkadaşları, oyuncakları ve kendi ülkelerinde kendi topraklarında kendi iklimlerinde kendilerine ait yaşamları olan bu insanları buralara dağıtan insanlık düşmanları kim?
Ürdün... Amman Müzisyen kardeşlerim Ercan ve Gökhan Çağıran ile Amman Üniversitesinde UASB olarak, düzenlediğimiz etkinlikten Şama dönüyoruz ... Sınır geçmek için bindiğimiz dolmuşun içinde laf lafı açınca, Türk olduğumuzu anlayınca o Suriyeli insanların şark insanına özgü samimi ve heyecanlı misafirperverlikleri ipini kopardı Yol parası yok... Mola verilen her yerde birbiriyle yarışarak bize yemek ve içecek ısmarlamalar... Türklere methiyeler Türklere, Müslüman kardeşlerine selamlar, sevgiler... Biz üç kafadar havalarda, el üstünde Şama geldik İkizler şaşkın... Bu kadar yürek gösterisini evimizde görmedik... Yıllarca gidip geldiğim Ortadoğuda, özellikle Suriyede halkın bizlere gösterdiği kardeşliği, yakınlığı anlatacak sözcük bulamıyorum Her zaman ve her yerde
Kardeşlik bitti... O ülkeyi bitirdik... O ülkeyi savaş bataklığına sokarken, o mazlum ve Anadolu halkına en yakın olan kardeşlerimiz için bizler, yalnızca kendi aramızda tepkimizi dile getirdik... Arap, Türk, Kürt ve bütün insanlığın düşmanı emperyal ülkelerin çıkarlarına hizmet edenlere yalnızca bir iki slogan attık
Binlerce insan öldü... Binlerce insan evini, kentini yaşadığı ve çalıştığı coğrafyayı terk ederek ve en acısı bütün bunlara sebep olan ülkeye sığınmacı olarak, dilenci olarak gelmek zorunda kaldı. Ölenler yolda aç ve çıplak öldü Kalanlar da kentlerin varoşlarında bizim gibilerin yüzüne gözüne bakmadan umutsuzca ve yalnızca karnını doyurabilmek adına duvarların dibine sığındılar.
Bizim bu utançla sığınacak duvarımız bile yok...
Müslüman olduğunu iddia eden Suudi Arabistan, Katarın yanında, İngiltere ve başta Amerika, olmak üzere bütün global sermayenin ve Siyonistlerin uşaklığını yapmaları, kendi komşularını öldürmenin öncülüğünü ve tetikçiliğini yapmaları, terörist göndererek o mazlum halkı katletmelerini tarih asla affetmeyecektir.
Babaları öldürülen çocuklar, kendi ülkesinden, evinden kovularak, işsiz ve dilenci konumuna düşürülen bu halkın ahı ve elleri sonsuza kadar bu yönetimlerin ve o anlayışı-savaşı destekleyenlerin yakasında olacaktır. Bu insanların çektiği çilenin sorumlusu biziz. Bu göçlerin, katliamların, yoksulluğun, açlığın ve çaresizliğin mimarı biziz. O tarihi kentleri havaya uçuran biziz... Bütün bunlar yapılırken sustukça kendi ruhunu da öldüren biziz
Utanarak ellerimi cebime atıyorum. Bütün ruhumu ve yüreğimi avuçlayıp çocuğa uzatıyorum. Çocuk Dilenmeyi bile oyun sanan çocuk, çaktırmadan annesine bakıyor. Annesinin gözleri kapalı, Annenin hayatı kapalı... Onaylar gibi utanarak yüzünü daha da eğiyor. Yalnızca karanlık Yalnızca boşluk... Yalnızca açlık... Yalnızca ölüm saatleri Onurlu ve titrek bir el uzanıp uzanmama kararsızlığında... Çocuk da bana bakmıyor... Ben çocuğa bakamıyorum... Ben onun serçe gibi yüreğinde çırpınıyorum. İkimiz de çırpınıyoruz... İkimiz de ölüyoruz İkimizi de öldürüyorlar
Acı dolu bir hoyrat, dağlardan kopup, dağlardan yuvarlanıp, ölümün ve açlığın çığlığında büyüyerek Petranın gözlerini Suriyeli bir kız çocuğunda Smyrnaya getiriyor... Smyrnanın kardeşi Petra ağlıyor. Smyrna bu acının tütsülerini denize atıyor, kestiği saçlarıyla Kendisine sığınan bütün Suriyeli güvercinlerin duasıyla, bakıyor ufuklara Çocuğa... Anneye Bebeğe Ve bana