Zamana Dokunmak ve İzzet Kocadağ


  • Oluşturulma Tarihi : 02.05.2015 06:35
  • Güncelleme Tarihi :
Zamana Dokunmak ve İzzet Kocadağ yazının resmi

Aslında biz rüzgârın peşinden koşuyoruz. Uzak kıyılardan gelen ezgileri paylaşarak ufuklara doğru devam eden yolculuğumuzun bir anında durup çevremize ve geçmişe baktığımızda bir kelebek ömrüyle, bir ağacın dalında  konuk olduğumuzu görüyoruz.

Takıldığımız yerde, zaman diyoruz… Nedir zaman? Geçen günlerin, yaşanmışlıkların, anıların toplamı mı?  Yoksa  tanımsız  bir hayal perdesindeki  şaşkınlığımızın adı mı ..

Mardin’de, Diyarbakır kapıdan Ayn-Since’ye doğru  koşturan rulmanlı-bilyeli tahta arabalarımızla yokuş aşağı giden ve rüzgarın serinliğini bir ödül olarak kabul eden, çılgın çocukların yarışında  hazzın hangi durağında duruyorduk!.. Marangozda yaptırdığımız, her tarafını süslediğimiz, sulu boyalarla hayallerimizi çizdiğimiz ahşap kokusundaki perilerin  kanatlanarak bizi götürmesinin adı neydi ?

Ekmek arasındaki domatesin kızıllığı ve tadını, kale arkasındaki bahçelerden  çiçek toplayıp gizlice okul kitapları arasında, sevdiğimizi sandığımız kıza sunarken  bakışlarımızda donup kalan o heyecanın  perdesini kim çekti…

Çelik çomak oynamanın, kendi yaptığımız ve güç bela bulduğumuz renkli kağıtlarla hayallerimizi  taşıdığımız ve sonsuza kadar peşinden uçtuğumuz  uçurtmaların  ipi bittiğinde veya bilmediğimiz bir evin damına düştüğünde bizden daha hızlı koşan  korkularımız… Topaçların döngüsü, ip ve renkli  bir sayfadan bize ayrılan  masalların üstüne  düşen bez bebeklerin  gece uyanmış gibi açlığımız, süt kokan ağzımızla  günlerin  harmanına, sokakların tozuna, ekmeğin kurusuna, meyvenin  çiçeğine  konmamız ve  bizi uzak diyarlara  saklayan  umutlarımız..

Kızlar… Bez bebekler… Tahtadan beşikler… Kağıt katlamadan doğan  oyuncaklar… Minyatür ve acayip  hayvan figürlerinin ayak izlerinde  bizi gezdiren  yaşlı  teyzelerin  küf tutmuş söylencelerindeki  Şahmeranın  acıklı  rüyası…

Oyun…Oyuncaklar…

Hayat bir oyun muydu yoksa…

Biz oyunlarımızdaki sadeliği, doğallığı, renkleri kaybettiğimiz için mi büyüdük… Biz o büyülü ve kendimize ait olan dünyadan yaramazlık yaptığımız için mi kovulduk…

Cennet dedikleri, sevgiyle örülen o özgürlük müydü !

Sevdiklerimizle aynı sayfada  yaşamak, hiçbir kaygı duymadan  sokağa koşmak… Oynamak… Ve sürekli oynamak… Çabuk gelen akşamlar… Çabuk geçen zaman !

Biz mi büyüdük yoksa oyuncaklar mı öldü… Tahtaları oyarak, boyayarak hayallerimize fırlatan  marangoz amcayı en son kim gördü !

Bu kadar kısa mıydı o film…

Çocukluğumuzun  hangi sayfasında kaldı ağıtçı teyzeler... Sokak aralarında leblebi tozu satan, horoz şekeri, pamuk şekeri ve  rengarenk uçan balonları satan o büyücüler nereye gitti…

Zamanın neresinde saklandık.

Tırmandığımız ve kendimizi sakladığımız o ceviz ağaçlarını kim kesti hayatımızdan.

Toz toprak ama bizim olan o sokakları kim söktü  kitaplarımızdan... Ekmeğin kokusunu, yumurtanın kokusunu, sevmenin, dokunmanın, bakışmanın  duygusal perdesini kim kapattı  yüreğimizden!..

İzmir Luna Park’taki aynaları kim söktü  hayallerimizden… Minyatür treni  kim sattı anılarımıza… Deniz kızını pul pul muşamba derisinin altındaki aşklarını kim boğdu… Akasya ağaçlarıyla saklı, paraşüt kulesinin dibinde çiğdem yiyerek  şaşkınlığını saklayan çocukları kim öldürdü..

Bir rüya gibi geçti hayat. Bütün oyuncaklarımızı toplayıp yaktılar. Sokaklarımızda asfalt kokusu, ağaçların yerine beton direkler... Uçurtmaları öldürdüler. Tahta oyuncaklarımızın ustasını da... Boyozun yumurtalarını çaldılar. Cincibir şişesinde saklanan sesleri, fuardaki kahkahaları… Aşklarımızın utangaç  bakışlarını... Haki elbiseli bekçi amca da öldü... Bakkal ve manavın son çırakları da... Mahalle aralarında dolaşan sütçü ve sübyeci amcalar... Akşamları masala hapsedip bizi de gezdiren  yaşlı teyzeler de kalmadı.

Uyanıyorum, çocukluğumuzun kelebek kanadı anılarından...

Sergideyim… Karşımda, ellerinde ahşap kokusu ve hayallerimizin kaybolan renkleriyle uçurtmalar yapan, bilyeli tahta arabalar, bez bebekler, salıncaklar, topaçlar, ipten düğme testereler, çelik çomaklar, ahşabın içindeki cini yakalamış bir adam... İzzet Kocadağ...

Çocukluğumuzda kalan bütün oyuncakları yeniden üreterek sunmuş salonun ve çocukluğumuzun  derinliğine… Rüya gibi… Çocuk gibi... Zaman gibi…

Aylardır, aynı odayı paylaştığım Halk Kültürü-Folklör Araştırmacısı mesai arkadaşım İzzet Kocadağ’ın yarattığı; çocukluğumuza yolculuk atmosferine girip zamanın aynasında kayboluyoruz. Hayatın derinliğindeki; belki de bizi şekillendiren çocukluğumuzun vazgeçilmez anılarını saklayan oyuncaklara dokunurken, “Pıt” oyunu başlıyor... Herkes donup çocukluğuna yaptığı yolculuğu, büyünün rengi ve kokusunu içiyor… Müthiş bir sessizlik... Ve birden binlerce çocuk... Oyuncaklara saldırıyor... Dokunuyor... Okşuyor... Oynuyor… Çığlıklar içinde geçiyor hayat...

Çığlıklar içinde büyüdük. Hayatın renklerini, büyüsünü, masallarını, oyuncaklarını kaybettik. Herkesin elinde teknoloji ürünü bir kutu… Kendi yalnızlığını, kendi hayallerini, umutlarını, yanı başındaki ailesini, arkadaşlarını, sevgilisini, hayatı arıyor...

Fuar, Resim ve Heykel Müzesi’nde sergilenen oyuncakları görün... Çocuklarınız dokunsun o büyülü ahşap kokusuna... Çocukluğunuza… Zamana…

Teşekkürler İzzet Kocadağ, dostum... Armağan ettiğin hayaller ve zaman dilimi için…  

Zamana Dokunmak ve İzzet Kocadağ
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan