Başkanlık seçimini kazanan ve göreve 20 Ocak’ta başlayacak olan Joe Biden, dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin Halk Cumhuriyetinin ABD’nin en büyük rakibi olduğunu söyledi. Eski çağın önde gelen uygarlıklarından biri olan Çin, bir Asya imparatorluğu haline geldikten sonra, 1949’da komünizm yönetimine girdi, buradan da modern, büyük bir güç haline geldi. Günümüzde nüfusu 1,4 milyara, gayrı safi milli hasılası 14,4 trilyon dolara ulaşmış olan Çin’in, on yıl sonra ABD ekonomisinin önüne geçeceği konuşuluyor. Ülke, dolar milyarderleri sayısı bakımından (658)dünyada birinci, dolar milyoneri sayısında (3,5 milyon) ise ikinci, aynı zamanda dünyanın en büyük imalat sanayiine sahip. Pazar ekonomisi kurallarıyla yönetiliyor, ancak ülke tek partinin (Çin Komünist Partisi) egemenliğinde ve bildiğimiz Batılı demokratik değerlerden oldukça farklı bir rejim altında yaşıyor.
Trump, Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütüne üye yapılmasının önemli bir hata olduğunu, bu yüzden Çin’den ithalatın işsizliği artırdığını savunuyordu. Görevde olduğu dönemde Çin’i gümrük tarifelerini yükseltmekle tehdit etti. Mayıs 2019’da Çin’le ticaret görüşmelerini kesti. 200 milyar dolar değerinde Çin kaynaklı ürüne tarife artırımı yaptı. Doğal olarak Çin de mukabele ederek tarife artırımına gitti. Trump, başlattığı bu ticaret savaşında Çinli telekom firmalarına da yeni kısıtlamalar getirdi, Çin’deki özel Amerikan yatırımlarını durdurma tehdidinde bulundu ve Çin’i para manüpilasyonu yapmakla suçladı. Trump, fikrî mülkiyet hakları meselesinde de Amerikan ekonomisinin mağduriyetine dikkat çekti. Trump’ın bu hamleleri bir ölçüde sonuç verdi ve Amerika’yla ticaret savaşına girmek istemeyen Çin, ABD ile bir Ticaret Anlaşması yapmayı, ABD’den hatırı sayılır miktarda ürün satın almayı ve bir miktar tarife indirimi yapmayı kabul etti. Fikrî mülkiyet konusunda da yapısal değişiklikler yapmaya razı oldu.
Yeni başkan Biden ise Trump’ın açtığı savaşın meselenin özüne çare bulamadığını, yani Çin’in ticaret taktiklerinin Amerika’nın imalat ve tarım sektörüne verdiği zararı çözemediğini ileri sürüyor. Biden, bu taktiklerin özellikle ABD firmalarının patent haklarını Çin’in elde etmesini hırsızlık olarak niteliyor, Çin’e çevre konularında da baskı uygulanmasından yana olduğunu belirtiyor. Biden’ın Çin’in insan hakları uygulamasını da eleştirdiği, hatta Çin lideri Xi Jinping hakkında “İçinde demokrasi omurgası bulunmayan bir kabadayı” ifadesini kullandığı biliniyor.
Trump ise Biden’in Çin siyasetini safça bulduğunu söyleyerek daha kararlı davranılması gerektiğini savunuyor. Çin konusunda son yıllarda dikkati çeken bir konu da, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, Batı ülkelerinin akademik çevrelerinde Çince’ye ve sinolojiye gösterilen ilginin azalması, Çin’e gitmek isteyen öğrencilerin ve araştırmacıların sayısında düşme olması. Çin uzmanları bunu, Çince’nin bir dil olarak bilinen zorluğu dışında, Çin’de uygulanan internet sansürüne, Çin şehirlerindeki hava kirliliğine ve sosyal hayatta eski serbestliğin kaybolmasına bağlıyorlar. Bu gelişmenin Çin’i daha iyi tanımada bir gerilemeye yol açabileceğini düşünenler yok değil. Zira dışarıdan bakılınca iyi kapitalist gibi görünen Çinlilerin zihniyetini bilmek önem taşıyor. Çinli liderlerin bilinenin aksine, örneğin teknolojide dışa bağımlılığın sonlandırılmasını istedikleri, kazanılan gelirleri topluma geri verme zamanının geldiğini söyledikleri konuşuluyor.
Bütün bunlar tamam, ancak Batılı anlamda demokrasi, insan hakları ve özgürlükler meselesinde farklı davranan bir Çin’in nasıl bir rakip olacağı pek tartışılmıyor. Özgürlükler konusunda Hong Kong’da yaşanan protesto gösterilerini, Çin’in Uygur Türkü kardeşlerimize uyguladığı eritme ve baskı siyasetini bütün dünya izliyor. Çin halkı mutlaka ulaştığı refah düzeyinden memnundur, fakat on yıl sonra ABD ekonomisini geçeceği hesaplanırken, Çin rejiminin insani değerlerde de evrensel kriterlere ulaşması mümkün olur diye umut edebilir miyiz?
Sürprizlerle bizi hep şaşırtan dünya tarihi, bu soruların cevabı konusunda bir ipucu vermiyor. Gelecekte Çin bir rakip mi, yoksa bir partner mi olacak? Nixon döneminde Amerika Çin’le partnerlik ilişkisi kurabileceğine inanıyordu.
Çin’in uygulamalarına baktığımız zaman, günümüzde her uluslararası forumda desteği ve fikri aranılan bir ülke haline gelen Çin’in, Batılı anlamda hegemonyacı veya misyoner bir siyaset gütme peşinde olmadığını; kendisinin dışındaki ülkeleri icraatıyla ve kazanımlarıyla etkilemeyi tercih ettiğini, kendine özgü bir komünizm uyguladığını, lideri Xi Jinping’in demokrasiden kaçındığını, ancak şeffaflık konusunda rejimin halâ şansının olabileceğini görüyoruz. Demokrasi ve insan hakları konusunun ise Çin’i kendisine partner olarak ilan etmiş bulunan ülkeler bakımından sorun olmaya devam edeceğini tahmin etmek güç olmasa gerekir. Batı için bu paradoksu yumuşatmanın tek yolunun, partnerlik diplomasisi ile kuvvet dengesi stratejisini birlikte yürütmek olacağı söylenebilir.