Salgın döneminde yüz yüze canlı görüşmeler neredeyse bitti, onun yerini bilgisayar ağı üzerinden yapılan toplantılar, sunuşlar, tartışmalar aldı. Eskiden “seminer” ya da “panel” dediğimiz toplantıların ağdan yapılanına da güzel bir Türkçe ad bulundu: sanaltay! Tıpkı Sayıştay, Danıştay, çalıştay gibi.
***
Sanaltaylı görüşmeye hiç katıldınız mı bilmiyorum. Görüşmeye katılanlar dünyanın dört bir yanından kalkıp ekrandaki kutucukların içine girip yerleşiyorlar. Herkes bir vesikalık fotoğraf boyutuna inip ekrana öyle çıkıyor. Siz de kıpırdayan vesikalık fotoğraflardan biri haline gelip toplantıya, pardon sanaltaya katılıyorsunuz. Kutucuklar arası ilişkiler, bilgisayar aleminin izin verdiği belli katı kurallara göre yönetiliyor.
***
Ekranda kendinizi de seyredebiliyorsunuz, ama bu sizden farklı bir “siz” oluyor, çünkü sanaltayda kimin kime baktığı belli olmuyor. Ekranda görülen kendiniz ayrı bir kişi gibi, katılanlardan bir kısmının, belki de hepsinin sürekli odağı olabilirken, gerçek “siz” bambaşka bir konuda konuşuyor ya da dikkatinizi başka bir konuya yöneltiyor olabiliyorsunuz. Ekranda duran kişiliğiniz, sanki sizin ödünç verdiğiniz bir kopyanız gibi duruyor.
***
Artık biliyoruz ki insanların evden çıkmadan böylesine dar kutucuklara, hücrelerin içine sığınmaları ve saklanmaları; salgında virüse yakalanma, hastaneye yatma, yoğun bakımda kalma, belki de ölme korkusundan kaynaklanıyor. İnsanoğlunun zor zamanlarda kurmayı başardığı bu son derece ileri haberleşme yöntemi, akıllara, tekniği hayli eski de olsa, Macar asıllı İngiliz yazar Arthur Köstler’in 1941’de çıkan “Gün Ortasında Karanlık” romanında geçen, Stalin’in zindanlarında tutukluların tecrit hücrelerinin duvarlarını tıklayarak gerçekleştirdiği müthiş iletişim yöntemini getiriyor.
***
Kendisi de İspanya iç savaşında hapse düşen Arthur Köstler’in bu romanında, Sovyetler Birliğinde 1930’larda işlemediği bir suçtan dolayı tutuklanan Nikolay Rubaşov adlı bir entelektüelin, infaz edilmeyi beklerken tecrit hücresinde yaşadığı dram anlatılmaktadır. Eleştirmenler bu kitabı, nadir bir yazınsal değere sahip, ahlaki erdemleri öne çıkaran ve yücelten, ikna gücü yüksek bir sadelikte yazılmış bir melodram olarak nitelendirmişlerdir.
***
Arthur Köstler’in bu en çok okunan eserinde tutuklular, gözlük ya da kalem gibi bir cisimle fazla ses çıkarmadan duvara vurma esasına dayanan ilginç bir haberleşme yolu kullanıyor. Hapishanenin kalın ve rezonansı zayıf duvarlarıyla birbirinden ayrılan on bir tecrit hücresi arasındaki mesajlaşma, tutukluların “kareli alfabe” dediği bu “tıklama” yöntemiyle yapılıyor. Buna göre alfabeden 25 harf, her birinin içinde sırayla beş’er harf bulunan beş gruba ayrılıyor. Örneğin FAZ sözcüğü için, F harfi ikinci grupta olduğundan duvara belirli aralıklarla önce iki defa, daha sonra F bu grubun ilk harfi olduğundan bir defa vuruluyor. A için önce bir defa, sonra yine bir defa, Z için önce beş, sonra yine beş defa vurmak gerekiyor. Bu yöntemle hücreler arasında etkin bir iletişim zinciri kurulmuş oluyor. Cezaevinin korkutucu karanlığının ve sessizliğinin içinde tutuklular bu tıkırtılar yoluyla yalnızlık zincirini kırmış oluyorlar. Duvara vuruş tarzından, bir tutuklu zamanla komşu hücredeki arkadaşının sinirli mi, rahat mı olduğunu da anlayabiliyor.
***
Dört duvar arasına kapatılmış insanlar bu yolla dayanışma içine giriyorlar. İnfaz sırasının kimde olduğunu öğrenmeye çalışanlar, yan hücredekine “konuşmak” için yalvaranlar, komşusunun tutuklanmadan önceki siyasi eğilimini merak edenler, titiz bir telsiz memuru gibi, bir kulağı hep yan duvarda, elinde gözlük ya da kalem, dış dünyayla bağlarını böyle kurmaya çalışıyor. Haberleşmenin kesilmesi hepsini birden korkuya sürüklüyor, örneğin aradaki bir hücrede kalan tutuklunun götürülmesi bütün iletişimi altüst ediyor, zincir kopmuş oluyor. Romanın sonunu merak edenler için, Rubaşov’un da ne yazık ki hücresinden alındığını ve göstermelik bir yargılamadan sonra infaz edildiğini söylemek zorundayız.
***
Stalin döneminde yüzbinlerce masum insanın sudan sebeplerle toplama kamplarında ve zindanlarda hayatını kaybetmesine neden olan bu dehşet ortamı, günümüzün sanal “kutucuklu” görüşmelerine elbette hiç benzemiyor. Fakat insanoğlunun benzer koşullarda, hele ölüm tehlikesi karşısında gösterdiği müthiş yaratıcılığı da görmezlikten gelmemek lazım.
***
Evet, bunlar uç örnekler, ancak yakından baktığımızda, sanal görüşmelerde de birtakım sıkıntılar yaşandığını söylemek mümkün. Örneğin, canlı toplantılarla karşılaştırdığımızda, insanların zihninin sanal görüşmelerde daha çok yorulduğu ortaya çıkmış. Öte yandan, canlı bir toplantıda sessizlik anları doğal yorumlanırken, sanal görüşmelerde sessizlikler farklı anlamlara çekilebiliyor. Ayrıca kişinin ekranda sürekli kendini görmekte olması ve toplantı için hep aynı yerde oturması da gerginlik nedeni olabiliyor.
***
Sanal toplantılarda örneğin odanızdaki yemek kokusu hiçbir sorun çıkarmasa da, ekranda sürekli birtakım kurallara ve işaretlere odaklanmak sıkıntı yaratabiliyor. Bu da bir yandan araba kullanırken diğer yandan önemli bir konuda konuşuyor olmak gibi bir şey. Ayrıca, yüz yüze konuşmaların aksine, kutucukların içine yerleşmiş kişilerin tepkisini kavramak veya ölçmek de zorlaşıyor. Onları sadece kutucuktaki resimlerine bakarak değerlendirmenin de yanıltıcı olabileceği söyleniyor.
***
Yine de, salgın geçse de evlerimizin rahat ortamı içinde katıldığımız sanal görüşmelerin yerini, kolay kolay başka yöntemlerin dolduramayacağını söylemek mümkün. Hele Köstler’in romanındaki dehşet verici uygulamaları hiç akla getirmemek lazım.