ŞİİR VE SANIK


  • Oluşturulma Tarihi : 09.05.2015 06:44
  • Güncelleme Tarihi :
ŞİİR VE SANIK yazının resmi

Nedir şiir?

Nasıl yazılır.

Diğer yazın dallarından farkı ve ayrıcalığı nedir!

Kim şair.

Hangisi şiir.

Soruları çoğalta çoğalta geçtik bu yollardan. Şiire tutulduğum, yazmaya başladığım tarih bayağı eskidi. Veya ben eskidim. Bu süreç içinde şiir kültürünü oluşturan algılar toplamı ister istemez hayata, topluma ve şiire bakış açımızı perçinledi. Biz kuşak olarak dönemsel genç şairleri hep yukarıda değindiğim soruları tartışarak, okuyarak, paylaşarak ve kendimizi ruhumuzu ve bilincimizi yontarak bu günlere geldik.

Geldik de ne oldu?

Edebiyat adına, şiir adına son kırk beş yıllık sürecin hamalları ve emekçileri olarak değerlendirme, yorum yapma veya eleştirme hakkını hep diyalektiğin değişim hızına bırakarak uslu ama içinde fırtınalar barındırarak büyüdük. Yazdık, yayınladık ve şeytana teslim olmamış, pamuk prensese de gitmemiş ruhumuzla, saflığımız ve çocuk yanımızla dev aynalara girmeden hayatın kıyısından, fırtınalara tanık olarak yaşadık.

Teknoloji ürünü fotoğraf için, genellikle “anı yakalamak” olarak değerlendiririm.

Peki, şiir için ne söylemeli? Yakalamanın ötesinde yaşamak ve yaşamın akışına büyülü bir kanal oluşturmak, zamana, sözcüklerle büyülü anlam katmak, tanık olmak olabilir mi?  Hadi öyle diyelim… Peki nasıl?  Her yazılan şiir mi? Şairi ve soytarıları birbirinden nasıl ayıracağız?  Kabak ile kavunu! Turunç ile portakalı, Armut ile ahlatı birbirinden ayıran nedir!

Mevlana’ya ait olduğunu sandığım bu söyleme bayılıyorum. “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok”. Hayatın içinde birçok olayda ve kişiye mal edebileceğimiz bu söylemi şair ve Şiir’e uyarlayalım isterseniz. Ne şiirler gördüm, şairi yok. Ne şairler gördüm, şiiri yok.

Peki, ölçüt nedir?  Elbette bireyin; şairin yaşamış olduğu çağa, hayata tanık olmasıdır. Yüreğini coşturan ve kanatan duygu ve düşüncelerin; toplumsal anaforun renkleri veya birey sentezindeki çığlığıdır. Toplumdan ve hayattan arta kalan bütün insanlığın melodisi, ninnisi, ağıtı, şarkısı, kavgası ve aşkların toplamıdır. Umuttur, kurgudur. Geçmiş ve yaşanılan anın sözcüklerle büyüye dönüşmesidir. İnsanlığın gelişiminde emperyalizme, faşizme karşı verilen özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin tarihe nakışlamasıdır. Zamanın parmak izlerinin simgeleridir. Mazlum halkların şairi, Nazım babanın hasreti ve özlemidir. Arap şiirinin bayrağı, Nizar Kabbani’nin dediği gibi;

Dostlarım/ Başkaldırmıyorsa, nedir ki şiir? /Azgınları ve azışları devirmiyorsa, nedir ki şiir? / Zamanda ve mekanda / Sarsıntı yapmıyorsa, nedir ki şiir? Bunun için çekiyorum isyan bayrağını / Bugüne kadar gündüz nedir bilmeyen milyonlar adına / Nedir, dalla serçeyi ayıran / Gülle sarı şebboyu ayıran nedir? / Nedir memeyle narı ayıran / Denizle zindanı ayıran nedir?  / Nedir mavi ayla karanfili ayıran. / Yiğitlik kelimesinin sırrını / Giyotinin sırrını ayıran? Bunun için çekiyorum isyan bayrağını / Kediler gibi boğazlanmaya götürülen milyonlar adına / göz kapakları çıkarılanlar adına. / Dişleri sökülenler adına./ sülfürik asitte eriyenler adına, kurtçuklar gibi. / Mahrum olanlar adına / Sesten fikirden, dilden / Çekeceğim isyan bayrağını.” İşte yaşadığı çağa damgasını vuran bir şairin, kanayan yüreği, çığlığa dönüşen şiiri. Tıpkı, 78 kuşağının başucu kitabı olan “ Sanatın Gerekliliği” kitabında Ernest Fısher’in dediği gibi: “Çürüyen toplumda, sanat doğru sözlüyse, çürümeyi de yansıtmak zorundadır. Ve toplumsal görevinden kaçmadığı sürece, sanat dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım edebilmelidir.”

Dönüp bakıyorum ülkeme, hayata. Dünyanın her yerinde zulümler, katliamlar, savaşlar, açlıklar, göçler, ayrılıklar. Ve galiba bu kanamanın tam ortasında olmanın hüznü ve şaşkınlığıyla birbirimize bakıyoruz. Çaresiz ve teslim olmuş bir ruh halinin itaatkar mevsimlerin birer zavallı kullarından farkımız olmadan bir sinema perdesinde kendimizi ve sonumuzu izliyoruz. Zavallı dünya ve zavallı şairler.

Ressamlar da öyle müzisyenler tiyatrocular ve sanatın bütün havarileri. Derin bir rüyanın karanlıklarından parlayan birkaç sanal ışığın peşine takılıp bireysel kutulara, hücrelere doğru gidip kendinden başka kimsenin duymadığı sesiyle kendi ninnisini uydurmaktadır. Tarihin hesap soran bakışlarını kendi karanlığına sığınarak tül perdesinin arkasındaki rakkasenin ruhuyla ve miskin giysiler içinde uykunun karanlığında saklanmaktadır. Teslim olanların veya kendi marazi egoları çevresinde oluşturduğu birkaç aynı kalıp havarilerle, ahkam kesip kuramsal gettolar içinde karşılıklı tatmin saatlerinde çürümeye yol almaktadır.

Birbirini alkışlayan ve kendi karanlıklarını büyüten bu güruhun işgalinde dünya, sisteme entegre olmuş, sanal dünyada havalanan güncel popülist renklerde ayılan, bayılan şair zümresinin arkasında şiir değil, pis ayak izlerini bırakarak gidiyorlar.

Aslında şiir öldü demiyorum… Dünya şiirini takip eden, dinleyen ve izleyen bir şair olarak önce kendi ülkemdeki duyarsızlığa, körlüğe, itaatkarlığa, teslimiyetine şaşırdığımı belirtmeliyim. Toplumcu gerçekçi bir şair olarak umudumu koruyorum. Elbette tek tük de olsa yurtsever, özgürlükçü, hayatın oyun sokaklarında yüreği kanayan, insanlığa mal olmuş insani değerleri siper edinip açlığın ve işkencenin üstüne yürüyen şairler var. Ve elbette tarih yalnızca bunları yazacak. Ve elbette, azalarak pencereden akan sanal hayatın arkasından koşan milyonların arasındaki az, ama farklı ve özgürlüğe uçan çılgın kuşların kanadı olacaklar. Hayata ve bütün insanlığa kalacak olan özgürlük ve barış tablosunun en güzel renklerini ve imgelerini bunlar yaralı avuçlarıyla, yürekleriyle, şiirleriyle kazıyıp, kardeşliğe, tokluğa ve özgürlüğe doğacak günlere armağan edecekler.

Tut gözlerini bütün gökyüzü / yüzyıllardır şarabından aşk içtik / dergah oldu göz bebeklerimiz saz tellerine / yardan geçtik, bu sevdadan geçmedik. Bu hayatın gerçek şairlerine, tanıklarına ve direnenlere selam olsun.

ŞİİR VE SANIK
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan