Sayfa Yükleniyor...
Bugün size Germiyanoğulları Beyliği'ni anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Germiyanoğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti’nin çökmesi ve dağılmasıyla başlayan Anadolu Beylikleri döneminde Batı Anadolu’da Kütahya merkezli olarak kurulmuş bir beyliktir. Germiyan adının anlamı Farsçada “sıcak” anlamına gelen germâ sözcüğünden, yine Farsçadaki çoğul üretme takısı -yân ile türetilmiştir. “Ilıcalar” anlamına gelir. Germiyan aşiretinin menşei hakkında çeşitli görüşler vardır. Bu görüşler; Oğuzlar’ın Afşar boyuna mensup oldukları, Zeki Velidi Togan’a göre Harezmden Moğol saldırıları yüzünden gelen Kıpçak-Kanglı kabilelerinden oldukları ya da batılı araştırmacıların kişisel tahmin ve çıkarımlarına göre Türkmen ve Kürtlerin konfederasyonundan oluşan bir beylik olduğu yönündedir. Fakat görüşlerden hangisinin gerçeği ifade ettiği kesin olarak tespit edilememektedir. I. Murat döneminde bazı toprakları (Simav, Emet, Tavşanlı ve çevresi) çeyiz olarak Osmanlılara verildi. Ankara Savaşı’ndan sonra yeniden kurulurken, 1428 yılında II. Yakub Bey memleketini kız kardeşinin torunu II. Murad’a vasiyet ederek vefatını müteakip Germiyanoğulları beyliği, Osmanlılara katıldı. Germiyanoğuları’nın kesin olarak hangi tarihte Kütahya ve civarına yerleştikleri bilinmemektedir. Sultan I. Alâeddin zamanında Kütahya’nın kesin olarak Türkler’in hakimiyetine girmesini takip eden yıllarda bu yöreye yoğun bir Türkmen yerleşmesi olmuştur. Anadolu’nun Moğollar tarafından istilası sebebiyle bu yoğunluk daha da artmıştır. O tarihlerde Kütahya ve çevresine yerleşen Türkmenler’in sayısı üç yüz bin civarındadır. Aynı tarihlerde Kütahya merkez olmak üzere bir beylik kuracak olan Germiyanoğulları aşiretinin de Kütahya yöresine yerleştiği görülür.[9] Baba İshak ayaklanmasının 1241’de bastırılmasından sonra, II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından bölgeye yerleştirildikleri ileri sürülmektedir. Ayrıca, Selçuklu şehzadesi olduğu iddiasıyla Karamanoğlu Mehmed Bey’in ortaya çıkardığı Cimri’nin (Gıyaseddin Siyavuş) yakalanması hadisesinde (1277) rol aldıklarına göre bu tarihte Kütahya, Afyon ve Denizli taraflarında yerlesmiş oldukları tahmin edilmektedir. Baba İshak’ın Babai isyânı sırasında Malatya’da olan Germiyanlılar’ın Cimri hadisesi esnasında Batı Anadolu’da bulunmaları, muhtemelen Moğol istilası sebebi ile bu bölgeye göç ettiklerine delâlet etmektedir. Cimri olayı sırasında (1277) Batı Anadolu’da bulunan ve Anadolu Selçukluları’nın hizmetinde hareket eden Germiyanlılara bu hizmetleri karşılığında Kütahya ve civari iktâ, yani timar olarak verilmiştir. Bu hadise sırasında Sâhipataoğulları Beyliği emrinde olduğu görülen Germiyanlılar, bu tarihten itibaren güçlü bir beylik haline gelmeye başladılar. Nitekim Batı Anadolu’daki Aydın, Menteşe, Saruhan, Denizli beyleri ilk zamanlarında Germiyanoğulları’na tâbi idiler. Moğollar’ın Anadolu’yu işgali ve Selçuklu Devleti üzerinde hakimiyet kurmalarından sonra XIII. yüzyılın sonları ile XIV. yüzyılın başlarında uçlardaki beyler bağımsızlıklarını almaya başladılar. Germiyanlılar da Selçuklu-Moğol idaresine karşı çıkarak 1283’ten itibaren bir beylik olarak teşkilatlanarak II. Mesud’a karşı mücadeleye giriştiler. 1286 tarihinde Germiyan Türkleri Eşrefoğulları’nın Gargurum Vilayeti’ni yağma ederek tahribatta bulundular. Bunun üzerinde II. Gıyaseddin Mesud Moğol ve kendi kuvvetleri ile Germiyanlılar üzerine yürüdü. Germiyan askerlerinden elde edilenlerden bazıları katledildilerse de çoğu çekilmek durumunda kaldı. Bu sırada Selçuklu veziri Sahip Ata Fahrettin Ali Konya’ya gelip oradan Gargurum’da bulunan ve Germiyanlıları cezalandırmaya giden II. Mesud’un yanına geldi. II. Mesud, ortadan kaldırdığı Germiyan kuvvetlerinin tekrar meydana çıkacağını ümit etmediğinden askerini ihtiyatsız bulundurmuştu. Hatta Germiyan emirlerinden Mesud’un ordusuna esir olan 10 kişi serbest bırakıldı. Serbest bırakılanlar, Selçuklu ordusunun gafil vaziyetini Germiyanlılara bildirdiler ve Germiyanlılar da ansızın II. Mesud’un ordusuna baskın yaparak Ramazan ayının 17. günü, çarşamba, Selçuklu ordusunu bozguna uğrattılar ve esirlerini de kurtardılar. 1287’de II. Gıyaseddin Mesud kuvvet toplayarak tekrar Germiyanlılar’ın üzerine yürüdü. Germiyan kuvvetleri hiç gözükmediler. Mesud, Germiyan vilayetini yağma ederek ve birçok ganimet malı alarak Kayseri’ye döndü. 1288’de II. Mesud İlhanlılar’ın yanında iken I. Yakub Bey’in kız kardeşinin çocuğu Bedreddin Murat Selçuklular’la barışmak üzere Konya’ya geldi. Gıyaseddin Mesud’un ümerasından Hasbalaban Konya dışında ordugah kuran Germiyanlılar’ın yanına giderek onlarla görüştü ve kendilerine ikram ile gönüllerini aldı ve bu suretle mücadele sona erdi.
Bugün size Ramazanoğulları Beliği ve Dulkadiroğulları Beyliği’ni anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Ramazanoğulları Beyliği, Misis ve Adana yöresinde kurulmuş bir Anadolu beyliğidir. 1352 yılında kurulan beylik 1514 yılında kısmen, 1608 yılında tam anlamıyla Osmanlı Devleti hâkimiyetine girmiştir. Bu sülale Oğuzların Üçok kolunun Yüreğir boyuna mensuptur. Moğolların istilası üzerine Anadolu’ya geçen Türkmenler (Yörükler), burada Moğollarla mücadele eden Memlük Devleti’ne büyük yararlar sağlamışlardır. Zamanla bu Türkmenlerden Bozok koluna mensup olanlar Maraş ve Elbistan civarına yerleşip Dulkadiroğulları Beyliği’ni kurmuş, Üçok koluna mensup olanlar ise Adana, Misis ve Payas çevrelerinde yerleşmeye başlamıştır. Çukurova’nın Memlûklar tarafından fethedilmesinde Üçok Türkmenlerinin büyük yardımlarına istinaden Memlûklular, bu zaferde büyük payı olan Üçoklardan Yüreğir boyunun reisi Ramazan Bey’e Adana çevresi ile Misis’in idaresini vermişlerdir. Bektaşi tarikatından gelen geleneklerin etkisi ile diğer tüm Anadolu beylikleriyle olduğu gibi Osmanlılarla da sıcak ilişkiler devam etmiştir. Memlüklere tabi olarak uzun zaman hizmet ettikten sonra Yavuz Sultan Selim döneminde Çukurova’da Osmanlı hâkimiyetinin kabul edilmesi üzerine Osmanlı ile iyi ilişkiler kurmuşlardır. Bu dönemde beyliğin başında bulunan Halil Bey’in bu tür davranışlarından ötürü Memlük Devleti tarafından azledilmiş, o da bunun üzerine Mısır Seferine çıkan Yavuz Sultan Selim’in Kaşlıca (Misis) dolaylarındaki ordugâhını ziyareti sırasında Osmanlı’ya tabiiyetini resmen arz etmiştir. En son Pir Mansur Bey tarafından yönetilen beylik daha sonra fiilen de sona ermiştir. Anadolu Beyliklerinin en uzun ömürlülerinden birisi olan Ramazanoğulları Beyliği, kuruluşundan itibaren yarım asır kadar Memlûklar’a tabi olmuş, 1510 yılından sonra ise Osmanlılara tabi olarak yaklaşık bir yüzyıl kadar daha varlığını sürdürmüştür. I. Ahmed dönemine denk gelen 1608 yılından sonra Adana’nın Halep’e; Sis ve Tarsus’un da Kıbrıs Beylerbeyiliği’ne bağlanmasıyla Ramazanoğulları Beyliğinin etkinliği resmen sona ermiştir. Günümüzde beyliği yönetenlerin uzak torunlarının çoğu Sivas, Tarsus, Mersin, Adana, Misis, Yumurtalık, Trabzon (Vakfıkebir), Sakarya (Akyazı), Ardahan ve İstanbul civarında yaşamaktadırlar.
Bugün size İspanyol İmparatorluğu’nu anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. İspanyol İmparatorluğu (İspanyolca: Imperio Español), beş kıtada toprağı olan, dünyanın ilk küresel imparatorluğudur. İspanyol İmparatorluğu, İspanya veya İspanya hükümdarları tarafından fethedilen, miras kalan veya el konan arazileri kapsar. Bu arazilere Kuzey ve Güney Amerika’nın geniş kesimleri de dahildir. Hak iddia edilen ancak hiç ele geçirilemeyen topraklar da mevcuttur. Toplam arazilerin yüzölçümü 18. yüzyılın sonunda 18 milyon kilometre kare civarındadır. 16. ve 17. yüzyıllardaki kıtalararası yapısına rağmen koloni imparatorluğu deyimi 1768 yılı itibarıyla kullanılmaya başlanmıştır. 19. yüzyılda ise devlet yapısı tamamen kolonisel bir yapıya dönüşmüştür. Tarihçiler arasında İspanya’nın topraklarının belirlenmesi konusunda bir anlaşmazlık bulunmaktadır çünkü farklı tarihsel dönemlerde kralın, hanedanın veya İspanya’nın toprakları farklılık göstermekte, miras yoluyla alınan veya kralın oturduğu bölgenin yapısı değişik olmaktaydı. Örneğin Hollanda’nın durumu ele alınırsa bu topraklar İspanya’nın sayılmakla beraber, bu toprakları İspanyol İmparatorluğunun parçası olarak değil, Asturias Hanedanı’ nın parçası sayan tarihçiler de bulunmaktadır.[2] İspanyol İmparatorluğu dünya çapında ilk imparatorluktur çünkü ilk kez bir imparatorluğun her kıtada arazileri bulunmaktaydı. Bu yüzden Roma veya Karolenj imparatorlukları bu kapsamda dünyanın diğer bölgeleriyle kopuk durumda değerlendirilmektedir. Kastilya, Portekiz ile birlikte Avrupa kıtasındaki coğrafi keşiflerin ve okyanus ötesi ticaret yollarının öncüsüydü. Ticaret yolları, Atlas Okyanusu’nda İspanya ile Amerika kıtasını, Büyük Okyanusu’nda ise Filipinler üzerinden Asya ile Meksika’yı birleştirilmekteydi. İspanyol fatihler Amerika’da, Asya’da, Afrika’da ve Okyanusya’da çok değişik kültürel özelliklere sahip toprakları keşfetmiş ve ele geçirmiştir. İspanya ve daha öncesinde Kastilya Krallığı büyüyerek, bu bölgeleri kolonileştirmiş ve dünyada o zamana kadar görülmemiş büyüklükte bir ekonomiye sahip olmuştur. 1580 yılında Portekiz İmparatorluğunun da kapsanması[3] ve Amerika’daki kolonilerin 19. yüzyılda kaybedilmesi arasında geçen süre zarfında toprak büyüklüğü olarak en büyük imparatorluklardan birisidir. 18. yüzyılda yaşanan iflaslar ve askeri yenilgiler ise sonun başlangıcı olmuştur. Hanedanlar arası evlilikler sayesinde Avrupa’da geniş araziler elde edilmiştir. Önce Aragon ve Burgondiya, daha sonra da Avusturya Hanedanlarıyla birleşme sağlanmıştır. İspanya denizde de, Yenilmez Armada sayesinde askeri üstünlüğe sahipti, bunun yanı sıra askerleri dönemin en iyi eğitimli askerleriydi. Genel olarak bakıldığında İspanyol İmparatorluk Ordusu altın çağını 16. yüzyılda yaşamıştır. Bu kadar geniş topraklara sahip imparatorluk sürekli olarak düşmanlarıyla savaş halindeydi. Bu savaşların sebepleri toprak anlaşmazlıkları, ticari ve dini konulardaki çıkar çatışmalarıydı. Akdeniz’de Osmanlı İmparartorluğu’yla, Avrupa kıtasında Fransa’yla, Amerika’da Portekiz ve daha sonraları İngiltere ile savaş içinde oldu. Daha sonra ise bağımsızlık mücadelesi veren Hollanda ile yoğun savaşlar yaşanmıştır. Sürekli yaşanan savaşlar, Avrupa’da yeni yükselen güçlerle rekabet, siyasi ve dini çelişkiler ve savunulması çok zor olan muazzam genişlikte topraklar yüzünde imparatorluk gerilemeye ve çöküşe başlayacaktır. 1648 ile 1659 yıllarında imzalanan Vestfalya ve Pireneler antlaşmaları İspanya’nın ilk imzaladığı barış antlaşmalarıdır. Bu çöküş 1713 yılında imzalanan Utrecht Antlaşması’yla pekişmiş, İtalya ve Hollanda’daki haklarından vazgeçmek zorunda kalan İspanya artık Avrupa siyasetindeki hegemonyasını kaybedecektir. Buna rağmen İspanya denizaşırı imparatorluğunu koruyacak ve genişletecektir. Özellikle Amerika kıtasında İngiliz, Fransız ve Hollanda yayılmacılığıyla mücadele edecek ancak 19. yüzyıldaki özellikle Latin Amerikadaki bağımsızlık hareketlerinden darbe yiyecektir. Gelişmeler sonunda İspanya Amerika kıtasındaki imparatorluğunun çok küçük bir kısmını elinde tutabilecek, sadece Küba ve Porto Riko’da hakimiyeti sürecektir. Buna Asya’daki Filipinler ve Pasifik Okyanusundaki irili ufaklı adalar (Guam, Palaos vb) dahildir. 1898 yılında İspanyol - Amerikan Savaşında ise bütün bu topraklarını kaybedecektir. Son kalan adalar ise 1899 yılında Almanya tarafından alınacaktır. Bu kayıpların oluşturduğu etki çarpıcı olmuş, kaybedilen sömürgelerin yerine Afrika kıtasında sömürge arayışına girişilmiştir. Bu şekilde Fas, Sahara, Ekvator Ginesi gibi ülkelerde hakimiyet kurulmaya çalışılsa da 1960-70’li yıllarda buralar da elden çıkacaktır.
Bugün size Otto von Bismarck’ı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Otto von Bismarck (1 Nisan 1815 - 30 Temmuz 1898), 19. yüzyılda, bağları kuvvetli olmayan bir konfederasyon olan Almanya’nın birleşmesinde önemli rol oynayan ve Birleşik Almanya’nın ilk Şansölyesi olan Alman devlet adamıdır. Bismarck-Schönhausen Kontu ve Lauenburg Dükü olarak da anılan Otto von Bismarck, Yeni Almanya’yı kan ve demir politikasına göre kuracağını söylediği için kendisine Demir Şansölye adı verilmiştir. Tam adı Otto Eduard Leopold von Bismarck-Schönhausen olan Bismarck, 1 Nisan 1815’te Prusya’da Brandenburg’un küçük bir kasabasında, büyük arazi sahibi bir aristokratın oğlu olarak dünyaya geldi. Berlin’de lise eğitimini tamamladıktan sonra Göttingen Üniversitesi’nde hukuk okudu. Güçlü bir fiziksel yapıya sahip olan Bismarck vaktini ava gitmek ve ata binmek ile geçirirdi.[1] 1847’de Federal Meclis (parlamento) üyeliğine seçildi. Bismarck, eski yönetim biçimini korumaktan yana olduğu için Almanya’yı sarsan 1848 Devrimleri’nin, askerî güç kullanılarak bastırılmasını savundu. 1859’da Rusya, 1862’de de Fransa büyükelçiliğine getirildi. Ocak 1861 tarihinde tahta çıkan Prusya kralı I. Wilhelm’in askerî harcamaların artırılması yönündeki çabaları, Prusya parlamentosundaki liberaller tarafından engellenmiştir. Bunun üzerine I. Wilhelm, muhafazakârların da desteklediği Bismarck’ı başbakanlığa atamıştır. 22 Eylül 1862 tarihinde göreve başlayan Bismarck, meclisteki ilk konuşmasında büyük sorunların “kan ve kılıçla” çözülebileceğini belirtmiştir. İzleyeceği politika da hep bu temele dayanacaktır. Bismarck, Almanya’da kapitalizmin sanayide ve ticarette gelişmesini desteklemek için, eski karşıtları olan liberaller ile iş birliği yaptı. Bununla beraber katoliklere ve siyasal temsilci Merkez Partisi’ne karşı yeni devletin düşmanları olduklarını ileri sürerek savaşıma girişti. Kulturkampf (Kültür Savaşı) adı verilen bu uygulama katoliklerin direnişi ve Bismarck’ın Almanya’yı yeni ortakları olan tutucuların yardımıyla yönetmek istemesi nedeniyle 1878’de son bulmuştur. Bismarck, ilk işi olarak meclisi dağıttı ve kralın otoritesinin üstünde bir güç tanımadığını açıkladı. 1863 yılında Polonya’da çıkan bir ayaklanmada Rusya’yı destekleyen Bismarck, bu ülkeyle ilişkilerde bir yumuşama sağladı. Ardından Fransa ile bir ticaret antlaşması imzaladı. Bu antlaşma, Prusya’nın denetimindeki ve diğer Alman prensliklerinin de katılmış olduğu gümrük birliği için de geçerli bir antlaşmadır, dolayısıyla Avusturya antlaşmanın dışında tutulmuş oldu. Almanya’nın ulusal birliğini kurmak için yola çıkan Bismarck, Avusturya’yı da yanına alarak, "Cermen Konfederasyonu" adına 1864’te Danimarka’ya savaş açtı. Nüfuslarının büyük çoğunluğu Alman asıllı Schleswig ve Holstein düklüklerini Danimarka krallığından aldı. Bu iki düklükten Schleswig, Prusya, Holstein de Avusturya tarafından ilhak edildi.
Bugün size İran eski Şahı Muhammed Rıza Şah Pehlevi’yi anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Muhammed Rıza Şah Pehlevi (d. 26 Ekim 1919, Tahran - ö. 27 Temmuz 1980, Kahire), 1941’den, ülkesini terk ettiği 1979’a kadar tahtta kalan İran şahıdır. Batı yanlısı bir dış politika izleyen Pehlevi, İran’ın son monarşik lideridir. Şehinşah (Kralların Kralı) ve Sayeh-eh-Hodah (Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesi) gibi imparatorluk unvanları vardır. İkinci Dünya Savaşı sırasında İran’ı işgal eden Britanya ve Sovyetler Birliği’nin baskısıyla tahttan çekilen babası Rıza Şah’ın yerine iktidara geldi. İktidarı sırasında İran petrol endüstrisi demokratik yollarla seçilmiş olan ve ABD-Britanya destekli bir darbeyle görevinden uzaklaştırılacak başbakan Muhammed Musaddık tarafından kısa süreliğine millileştirildi. İktidarına, Pers İmparatorluğu’nun 2.500 kuruluş yıl dönümü kutlamaları damga vurdu. Hükümdar olarak, İran’ı küresel bir güç ve modern bir ülkeye dönüştürme iddiasıyla, içinde kadınlara oy hakkının tanınması ve çeşitli endüstrilerin ulusallaştırılmasının da dahil olduğu bir dizi ekonomik, sosyal ve siyasi reformu içeren Beyaz Devrim adlı programı uygulamaya koydu.
Bugün size Doğu Göktürk Kağanlığı’nı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Doğu Göktürk Kağanlığı, 582-630 yılları arası varlığını sürdüren tarihi Türk devleti. 582 yılında bölünen Göktürk Kağanlığı'nın doğu kısmıdır. 576 yılında İstemi Yabgu ölünce yerine oğlu Tardu geçerek yabgu olmuş ve babası gibi devletin batısını yönetmeye başlamıştır. Devletin batısını yöneten Tardu, doğu kısmın yönetimini de ele alıp Göktürk Kağanlığı'nın başına geçmek isteyince Tapo Kağan ile arası açılmıştır. Tapo Kağan 581 yılında ölünce yerine yeğeni İşbara Kağan geçmiştir. Böylece Tardu ile İşbara Kağan arasında tüm devletin başının kim olduğuna yönelik iç çatışma çıkmıştır. Geleneklere göre doğu tarafının baş kağan olması gerekmektedir. Bu karışıklıktan yararlanmak isteyen Çin, Göktürk Kağanlığı'ndaki mevcut anlaşmazlığı daha da körüklemiştir. Çin İmparatoru, batının yabgusu Tardu'ya elçi, hediyeler ve kurt figürü bulunan bir sancak göndererek Tardu'nun hükümdarlığını tanıdığını belirtmiştir. Çin'in kışkırtmaları sonucu Tardu, İşbara'nın kağanlığını tanımadığını bildirmiştir. Çıkan çatışmalar sonucu Göktürk Kağanlığı ikiye ayrılmış, Tardu batının yönetimini tamamen ele almıştır. Bu olaydan sonra İşbara Kağan'ın elinde sadece doğu bölge yönetimi kalmıştır.
Bugün sizlere Skolastik felsefeyi anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Skolastik felsefe, Latince kökenli schola (okul) kelimesinden türetilen scholasticus teriminden gelmektedir ve kelime anlamı olarak okul felsefesi demektir. Bu anlam önemlidir, zira skolastik felsefe, Orta Çağ düşüncesinde doğrunun zaten mevcut olduğu düşüncesine ve felsefenin okullarda okutularak öğretilmesine dayanan bir yaklaşım sergiler. Bu felsefenin temeli teolojidir, ona dayanır ve onu desteklemeye çalışır. Skolastik felsefe, Patristik felsefenin sürdürülmesi ve orada bir öğretiye dönüştürülmüş olan Hristiyan inancının felsefi anlamda temellendirilip sistematize edilmesi yönündeki çabalardan meydana gelmiştir. Orta Çağın belirli bir döneminden itibaren tüm felsefe etkinliği skolastik zemininde gerçekleştiği için, Orta Çağ felsefesi denildiğinde akla gelen genellikle skolastik felsefedir. Oldukça geniş bir tarihsel dönemi kapsar. İkinci bir nokta, hem Hristiyan skolastiğinin hem de İslam skolastiğinin söz konusu olmasıdır. Felsefe tarihi içinde Skolastiğin üç ayrı dönem olarak ele alınması söz konusudur: Bu dönemlerde skolastik felsefenin belirli bir açıdan ortaya atılan sorunları farklı niteliklerle çözmeye yöneldiği söylenebilir. Ancak bununla birlikte skolastik felsefe denilince anlaşılan genel bir nitelik söz konusudur. Bu genel nitelik ilk olarak Aristotelesçi bir özellik olarak belirtilmelidir. Patristik felsefede Platon ve Platonizm öne çıkmaktaydı, buna karşılık skolastik felsefede Aristotelizmin ilham kaynağı olduğu görülür. Aristo felsefesi Platon’nunkinden daha kesin olarak düşünürleri bilgeliğe yönlendirir, bunun anlamı salt Tanrı’yı bilmeye çalışmamak, olgular dünyasıyla da ilgili olmaktır. Bir okul felsefesi olarak skolastik, ilk olarak teoloji öğretmenleri tarafından, hem sistematikleştirilmiş teolojinin öğretilmesini, hem de antikçağ okullarında öğretilen Yedi özgür sanat’ın (Septem artes liberales) öğretilmesini kapsar. Daha sonraları bu okulun bütün öğreti ve çalışmalarını kapsayacak nitelikte ifade edilir olmuştur. Skolastiğin yöntemsel olarak ortak karakteristiği ise felsefeyi dinin ya da aklı inancın alanına uygulayarak bu alandaki meseleleri kavranılır kılmaktır. Özelikle inanca ve vahye, akıl temelli getirilen itirazlar bu şekilde aşılmaya çalışılmıştır. Bu anlamda da skolastik felsefe yeni bir şeyler bulmak ya da düşünceler üretmek arayışında değildir, aksine zaten mevcut olanlar içerisinde skolastik felsefe uygun olanları temellendirmek ve uygun olmayanları çürütmek çabasında olmuştur. Bu çaba için gerekli mantığı Aristoteles’te ve Euklid geometrisinde bulmuştur.
Bugün size Selçuklu sultanlarından II. Kılıç Arslan ‘ı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. II. Kılıç Arslan (d. 1113 - ö. 1192) Türkiye Selçuklu Devleti’nin sultanıdır. Babası I. Rükneddin Mesud’un yerine tahta çıkmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti tarihinde ilk kez altın sikke basımı onun hükümdarlığındadır. I. Rükneddin Mesud, geleneğe uyarak ülkesini üç oğlu arasında paylaştırmıştı. Büyük oğlu II. Kılıç Arslan hem veliaht olarak ilan edilmiş hem de kendine Elbistan melikliği verilmişti. Üçüncü oğlu Şahinşah’a Ankara ve Çankırı yöreleri verildi. Devlet (veya Dolat) adlı ikinci oğlu hakkında elde belge bulunmamaktadır. Damatları olan Danışmendli Zünnûn’a Kayseri melikliği ve Danişmendli Yağıbasan’a Sivas melikliği verilmişti. I. Rükneddin Mesud’un 1155’te ölmesinin ardından oğulları ve damatları arasında taht kavgaları başladı. II. Kılıç Arslan melik olarak bulunduğu Elbistan’dan Konya’ya gelerek tahta çıktı. Önce Elbistan ve Kayseri’yi eline geçirmek için harekete geçen Sivas meliki Yağıbasan üzerine yürüdü; ama Musul Atabeyi Nureddin Zengi siyasi baskısından korkması dolayısıyla onunla anlaştı. II. Kılıç Arslan’ın bu zayıflığını fark eden Bizans İmparatoru I. Manuil ona karşı geniş bir birlik kurdu. 1159’da Musul Atabegi Nureddin Zengi ile yöredeki Haçlı Devletleri ve kardeşi Şahinşah, kayın-biraderleri Yağıbasan ve Zünun ve Malatya Meliki Zülkarneyn bu birliğe katılmışlardı. Kılıç Arslan uzlaşma çareleri aradı. Önce Yağıbasan’a bir elçi gönderdi ve barış istedi; sonra bunu karşılığında Elbistan’ı ona vermeyi teklif ettiyse de her iki girişimden de sonuç alamadı. Kızını Konya’dan Erzurum melikine gelin olarak göndermekte iken gelin alayı Yağıbasan tarafından baskına uğratılıp kızı Zünun ile nikahlandı. Buna bir karşılık vermek için Kılıç Arslan Yağıbasan’a hücum ettiyse de mağlup düştü. II. Kılıç Arslan devletini ayakta tutabilmek için önce Bizans İmparatorluğu’yla barış yapmanın yollarını aradı. 1162’de İstanbul’a gidip orada 80 gün kalarak Bizans ile bir antlaşma yaptı. Buna göre karşılıklı yardımlaşma yapılacağı gibi, Türkmenler de Bizans’a akınlarda bulunmayacaktı.
Bugün size Orhan Veli Kanık’ı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Orhan Veli Kanık (13 Nisan 1914 – 14 Kasım 1950), daha çok Orhan Veli olarak tanınan Türk şairdir. Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile birlikte yenilikçi Garip akımının kurucusu olan Kanık, Türk şiirindeki eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayarak sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşıdı.
Değerli okuyucular bu hafta sizlere İzmir’de geçtiğimiz hafta yaşanan depremin de etkisinden esinlenerek deprem, yangın ve diğer doğal afetlerde arama kurtarma faaliyetleri yürüterek, hayat kurtarma konusunda hepimize çok önemli dersler veren Arama Kurtarma Derneği yani AKUT’u anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. AKUT; mağara, dağ gibi ulaşılması zor olabilecek yerlerde veya doğal afetlerde kaybolanların aranması ve bu koşullarda kaza geçirenlerin kurtarılması için etkinlik gösteren, Türkiye’nin arama kurtarma konusunda ilk sivil toplum örgütü olan dernektir.
Bugün size Türk beyliklerinden biri olan Hamitoğulalrı’nı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Hamidoğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Eğirdir ve Isparta bölgesinde kurulan 2. Dönem Anadolu Beylikleri’ndendir. Beyliğin kurucusu Feleküddin Dündar Bey, babası İlyas ile dedesi Hamid zamanında da bu bölgede bulunmuşlardı. Bu nedenle bu bölgenin yabancısı değildi. Hamidoğulları’nın bir diğer önemli özelliği ise topraklarının bir kısmını para karşılığı Osmanlı Devleti’ne satmasıdır. Isparta kenti ve çevresinin adı Cumhuriyet’e kadar Hamid olarak kaldı. Güneyde bulunan Tekeoğulları’na komşuydu. Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmaya yüz tutunca, Batı Anadolu’da bulunan Türkmen Beyleri, ayrı ayrı Beylikler kurma girişiminde bulundular. Sayıları (15)’i bulan bu beyliklerden biri de Hamidoğulları Beyliği idi. Isparta, Burdur, Konya İllerinin bazı yerleri, bu beyliğin sınırları içinde bulunuyordu. Beylik yak. 1301 (Hicri 700) de kuruldu. Elyarzigan Bey’in babası; Feleküddin Dündar Bey’in dedesi olan Hamid Bey’in adı verildi. Beyliğe adı verilen Hamid Bey; Selçuklulardandır. Anadolu’da geçimlerini hayvancılıkla sağlayan bazı Türkmen yürüklerini toplamış, onlara baş olmuştur. Eline geçirdiği yerlere “Hamideli”; oralarda yaşayan halka da “Hamid Türkmenleri” denmiştir. Başlangıç yıllarında, Başkent Uluborlu idi. Sonradan Eğirdir’e taşındı. Eğirdir bayındır hale getirildikten sonra, adı değiştirildi; “Felekâbât” oldu. Isparta’ya da “Hamid İli” denilmeye başlandı. Isparta, uzun süre bu adı taşıdı. Gölhisar (Burdur’un ilçesi), Korkuteli (Antalya’nın ilçesi), Antalya; Hamidoğulları’nın egemenliğinin altına girince, sınırları da genişlemiş oldu. Hamidoğulları Beyliğinin sınırları Burdur’dan taşıp, Antalya’ya vardıktan sonra, tarihi olaylar şöyle gelişti. Dündar Bey komşu ve çevrede bulunan öteki beyliklerle iyi ilişkiler içindeydi. Kendi gücüne, kuvvetine aşırı derecede güveni vardı. Kendine olan bu güveni de 15.000 yaya; 15.000 atlı askerinin oluşundan, Beyliğinin sınırları içinde 15 kalenin bulunuşundan idi. Bahadır Han’ın en güçlü adamı İlhanlı Emir Çoban’a boyun eğmeyenlerin içinde Dündar Bey de vardı. Emir Çoban, İlhanlı imparatorluğunun en güçlü adamı haline geldikten sonra, oğullarını her ile vali yaptı. Oğlu Demirtaş’ı da Anadolu’ya gönderdi. Demirtaş (1317) ‘de Anadolu’ya geldikten sonra, kendilerine boyun eğmeyenleri ortadan kaldırmak için, girişimde bulundu. Bunların başında Hamid Beyi Dündar Bey geliyordu. İzledi: yakalattı hemen yaşamına son verdi. Ama bu pek kolay olmadı. Yunus Bey’in oğlu Mahmut kendisine yardım etmemiş olsaydı, Dündar Bey’i yakalaması da öldürmesi de mümkün olmayacaktı. Dündar Beyin ortadan kaldırılmasında Mahmut’un pek büyük yardımını görmüştü. Bu yardımın bir karşılığı olarak da, Antalya ve çevresini Mahmut Beye verdi. Hamidoğulları Beyliği: (1280-1391) arası 108 yıl yaşadı. Başkent önce Uluborlu idi; sonra Eğirdir’e nakledildi.
Bugün size Menteşe Beyliği’ni anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Menteşeoğulları Beyliği (kısaca Menteş Beyliği olarak da anılır) Anadolu Selçuklu Devleti'nin çökmesi ve dağılmasıyla başlayan Anadolu Beylikleri döneminde Güneybatı Anadolu’da kurulmuş bir Türk beyliğidir. Sınırları aşağı yukarı bugünkü Muğla iline denk gelen bu beyliğin hakimiyeti, 13. yüzyılın ortalarından 15. yüzyılın başlarına kadar devam etti. Diğer Anadolu Beylikleri gibi Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine girdi. Muğla ili Osmanlı Devleti'nin son dönemlerine kadar Menteşe vilayeti olarak anıldı. Anadolu Selçuklu Devleti Anadolu'yu iskan politikası çerçevesinde, özellikle Moğol saldırılarından kaçarak doğudan gelen Türk boylarını Batı Anadolu'daki uç bölgelerine yerleştiriyorlardı. Menteşe Bey'in kumandasındaki Türkler de, Bizanslılar ın Karya dedikleri, bugünkü Muğla bölgesine yerleştirildi. Bu arada Moğol baskısının etkisiyle Anadolu Selçuklu Devleti'nin nüfuzunun günden güne azalması, uçlardaki bu Türk unsurlara geniş bir hareket serbestliği vermekteydi. Nitekim, Menteşe Bey idaresindeki Türkmenler de, 1261’den sonra Muğla çevresinde fetihlere girişerek, bölgeye daha sağlam bir şekilde yerleşmeye başladılar. 1278 yılında, Bizans İmparatoru VIII. Mihail’un oğlu Andronikos, Muğla’yı büyük bir ordu ile kuşattı ise de alamadı. Aydın ve Güzelhisar kalelerini tahkim etmekle yetinip geri dönmek zorunda kaldı. Onun dönüşü ile harekete geçen Menteşe Bey, kısa sürede Aydın ile Güzelhisar'ı zaptetti (1282). Böylece Türkler, Menderes havzası na ve güneyine tamamen hâkim oldular. Bölgede 13. yüzyılın ikinci yarısından sonra başlayan Menteşe Beyliği hakimiyeti, Antalya’nın Alakır Çayı batısından itibaren; Finike, Kaş, Elmalı, bütün Muğla, Çameli, Acıpayam, Tavas, Bozdoğan ve Çine’ye kadar yayıldı. Donanmaya sahip olan Beylik, Akdeniz'de faaliyetlerde bulundu. 1282 yılından sonra vuku bulan olaylarda, Menteşe Bey'in adına rastlanmamaktadır. Bu durumda onun, 1282 yılı sonunda veya 1283’te öldüğü sanılmaktadır. Fethiye yakınlarında bulunan türbesinde gömülüdür. Menteşe Beyden sonra, yerine oğlu Menteşeoğlu Mesud Bey geçti. Saltanat değişikliğinden faydalanmak isteyen Bizanslılar, tekrar Karya üzerine sefer yaptılarsa da muvaffak olamadılar. Bizanslıları bozguna uğratan Mesut Bey, oluşturduğu güçlü donanmayla Rodos Adasına çıkartma yaptı. 1300’de yapılan çıkartma ile Rodos Adasının Türkler tarafından fethi, Papalığı harekete geçirdi. Papa V. Clemens ile Fransa Kralı Güzel Filip’in teşvik ve yardımları üzerine, yarı korsan yarı tarikat mensubu Sen Jan Şövalyeleri, Rodos’a hücum ettiler. Sen Jan Şövalyelerinin 1310 yılında başlayan hücumu, 1314 yılında Rodos’un tamamını Hristiyanlık adına geri almalarına kadar devam etti. Mesud Bey, 1320’den önce vefat edince, yerine oğlu Menteşeoğlu Şücaüddin Orhan Bey geçti. Şücaüddin Bey de, 1320'de Rodos Adasına sefer tertip edip adayı geri almak istedi, fakat muvaffak olamadı. 1340’larda öldüğü tahmin edilen Şücâüddin Orhan Bey’in yerine oğlu Menteşeoğlu İbrahim Bey geçti. İbrahim Bey, Latin Haçlıların işgaline uğrayan İzmir’i geri almak için, 1344’te Aydınoğlu Umur Bey'e yardım etti. Menteşe donanması bu dönemde Latinleri devamlı surette taciz etti. Menteşe ve Venedik donanmasının mücadelesi, 1355 antlaşmasına kadar sürdü. İbrahim Bey'in 1360’larda vefatıyla beylik, Musa, Mehmet ve Ahmet adlarındaki üç oğlu arasında taksim olunarak idare edildi. Osmanlı Devleti'nin Anadolu ve Rumeli’nde genişleyip büyümesine paralel olarak, Menteşeoğulları Beyliği toprakları da, Yıldırım Bayezid'in 1390 Anadolu seferi sonunda Osmanlı hakimiyetine geçti ve 1402 Ankara Savaşı'na kadar Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Timur, Anadolu Beyliklerine eski yerlerini iade ettiğinde, Menteşeoğlu İbrahim Bey'in oğlu Menteşeoğlu İlyas Bey'e de Menteşe’yi verip, emir tayin etti. 1402-1413 yılları arasındaki Fetret Devrinden sonra, Menteşeoğulları ailesi, 1414 yılında Osmanlı Sultanı I. Mehmet'in hakimiyetini tanıdı. Menteşe toprakları, 1424 yılında, bütünüyle Osmanlı Devletine katıldı. Anadolu’nun güneybatısında 200 yıla yakın hakim olan Menteşeoğullarına ait kültür ve sanat eserleri, hala mevcuttur. Bölgede cami, medrese, türbe ve diğer sosyal müesseseler inşa eden Menteşe Beyliğinin Milas, Muğla, Beçin ve Balat şehirlerinde, zamanına göre fakülte derecesinde, yüksek vasıflı medreseleri vardı. İlyas Bey'in, 1404 yılında Balat’ta (Milet) yaptırdığı İlyas Bey Camii, Türk sanat eserleri arasında orijinal ve nadide bir örnek olarak göze çarpmaktadır.
Bugün size Hititler’i anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Hititler ya da Etiler, Tunç Çağı’nda Anadolu yarımadasında devlet kuran bir halk. MÖ 1600 civarında İç Anadolu’daki Hatti beyliklerini ele geçirerek Hattuşaş merkezli olarak kurdukları devlet MÖ 14. yüzyıl ortalarında I. Şuppiluliuma yönetimi altında Levant ve Yukarı Mezopotamya’ya değin genişleyerek bir süper güç hâlini almıştır. Halk, Hint-Avrupa dillerinin bilinen ilk örneği olan ve Anadolu dilleri sınıfına ait Hititçe ve Luvice dillerini konuşmuştur. Bu dillerin yanı sıra tabletlerinde Sümerce ve Akadca yazılar da mevcuttur. Çivi yazısını ve hiyeroglif yazı sistemini kullanmışlardır. Hititler anal adı verilen günlükler tutmuştur. Hititler çok tanrılı bir dine inanmışlardır. Hitit uygarlığının arkeolojik olarak keşfedilmesinden önce haklarındaki tek bilgi kaynağı Eski Ahit’te bulunan atıflardı. Francis William Newman, 19. yüzyılın başlarında yaygın olan eleştirel görüşü şu şekilde ifade etmişti: “Hiçbir Hitit kralı, güç konusunda bir Yehuda Kralı ile karşılaştırılamaz...” 19. yüzyılın ikinci yarısındaki keşifler Hitit krallığının ölçeğini ortaya çıkardığında, Archibald Sayce, Anadolu medeniyetinin Yehuda ile karşılaştırılmasından ziyade “bölünmüş Mısır Krallığı ile karşılaştırılmaya değer olduğunu” ve “Yehuda’nınkinden sonsuz derecede daha güçlüydü” şeklinde fikirler öne sürdü. Sayce ve diğer bilim insanları ayrıca Yehuda ve Hititlerin İbranice metinlerde asla düşman olmadıklarını belirtmişlerdir; Krallar Kitabı’nda anlatıldığına göre, İsrailoğullarına sedir, savaş arabaları ve atlar konusunda takviyede bulunmuşlar, ayrıca Yaratılış Kitabı’nda anlatıldığına göre İbrahim’in dostları ve müttefikleri idiler. Hititli Uriya, Kral Davud’un ordusunda bir yüzbaşıydı ve 1. Tarihler 11’e göre onun “güçlü adamlarından” biri olarak sayılmaktaydı. Fransız bilim insanı Charles Texier, 1834’te ilk kez Hitit kalıntılarını keşfetti, ancak bunları böyle tanımlamadı. Kendisinin ve bilim camiasının genel kanısı, bu antik yerleşimin Herodot’un bahsettiği Pteria (günümüzde Kerkenes’de olduğu bilinmektedir.) olduğu yönündeydi.
Bugün size Germiyanoğulları Beyliği’ni anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Germiyanoğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti’nin çökmesi ve dağılmasıyla başlayan Anadolu Beylikleri döneminde Batı Anadolu’da Kütahya merkezli olarak kurulmuş bir beyliktir. Germiyan adının anlamı Farsçada “sıcak” anlamına gelen germâ sözcüğünden, yine Farsçadaki çoğul üretme takısı -yân ile türetilmiştir. “Ilıcalar” anlamına gelir. Germiyan aşiretinin menşei hakkında çeşitli görüşler vardır. Bu görüşler; Oğuzlar’ın Afşar boyuna mensup oldukları, Zeki Velidi Togan’a göre Harezmden Moğol saldırıları yüzünden gelen Kıpçak-Kanglı kabilelerinden oldukları ya da batılı araştırmacıların kişisel tahmin ve çıkarımlarına göre Türkmen ve Kürtlerin konfederasyonundan oluşan bir beylik olduğu yönündedir. Fakat görüşlerden hangisinin gerçeği ifade ettiği kesin olarak tespit edilememektedir. I. Murat döneminde bazı toprakları (Simav, Emet, Tavşanlı ve çevresi) çeyiz olarak Osmanlılara verildi. Ankara Savaşı’ndan sonra yeniden kurulurken, 1428 yılında II. Yakub Bey memleketini kız kardeşinin torunu II. Murad’a vasiyet ederek vefatını müteakip Germiyanoğulları beyliği, Osmanlılara katıldı. Germiyanoğuları’nın kesin olarak hangi tarihte Kütahya ve civarına yerleştikleri bilinmemektedir. Sultan I. Alâeddin zamanında Kütahya’nın kesin olarak Türkler’in hakimiyetine girmesini takip eden yıllarda bu yöreye yoğun bir Türkmen yerleşmesi olmuştur. Anadolu’nun Moğollar tarafından istilası sebebiyle bu yoğunluk daha da artmıştır. O tarihlerde Kütahya ve çevresine yerleşen Türkmenler’in sayısı üç yüz bin civarındadır. Aynı tarihlerde Kütahya merkez olmak üzere bir beylik kuracak olan Germiyanoğulları aşiretinin de Kütahya yöresine yerleştiği görülür. Baba İshak ayaklanmasının 1241’de bastırılmasından sonra, II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından bölgeye yerleştirildikleri ileri sürülmektedir. Ayrıca, Selçuklu şehzadesi olduğu iddiasıyla Karamanoğlu Mehmed Bey’in ortaya çıkardığı Cimri’nin (Gıyaseddin Siyavuş) yakalanması hadisesinde (1277) rol aldıklarına göre bu tarihte Kütahya, Afyon ve Denizli taraflarında yerlesmiş oldukları tahmin edilmektedir. Baba İshak’ın Babai isyânı sırasında Malatya’da olan Germiyanlılar’ın Cimri hadisesi esnasında Batı Anadolu’da bulunmaları, muhtemelen Moğol istilası sebebi ile bu bölgeye göç ettiklerine delâlet etmektedir. Cimri olayı sırasında (1277) Batı Anadolu’da bulunan ve Anadolu Selçukluları’nın hizmetinde hareket eden Germiyanlılara bu hizmetleri karşılığında Kütahya ve civari iktâ, yani timar olarak verilmiştir. Bu hadise sırasında Sâhipataoğulları Beyliği emrinde olduğu görülen Germiyanlılar, bu tarihten itibaren güçlü bir beylik haline gelmeye başladılar. Nitekim Batı Anadolu’daki Aydın, Menteşe, Saruhan, Denizli beyleri ilk zamanlarında Germiyanoğulları’na tâbi idiler. Moğollar’ın Anadolu’yu işgali ve Selçuklu Devleti üzerinde hakimiyet kurmalarından sonra XIII. yüzyılın sonları ile XIV. yüzyılın başlarında uçlardaki beyler bağımsızlıklarını almaya başladılar. Germiyanlılar da Selçuklu-Moğol idaresine karşı çıkarak 1283’ten itibaren bir beylik olarak teşkilatlanarak II. Mesud’a karşı mücadeleye giriştiler. 1286 tarihinde Germiyan Türkleri Eşrefoğulları’nın Gargurum Vilayeti[11]’ni yağma ederek tahribatta bulundular. Bunun üzerinde II. Gıyaseddin Mesud Moğol ve kendi kuvvetleri ile Germiyanlılar üzerine yürüdü. Germiyan askerlerinden elde edilenlerden bazıları katledildilerse de çoğu çekilmek durumunda kaldı.[12] Bu sırada Selçuklu veziri Sahip Ata Fahrettin Ali Konya’ya gelip oradan Gargurum’da bulunan ve Germiyanlıları cezalandırmaya giden II. Mesud’un yanına geldi. II. Mesud, ortadan kaldırdığı Germiyan kuvvetlerinin tekrar meydana çıkacağını ümit etmediğinden askerini ihtiyatsız bulundurmuştu. Hatta Germiyan emirlerinden Mesud’un ordusuna esir olan 10 kişi serbest bırakıldı. Serbest bırakılanlar, Selçuklu ordusunun gafil vaziyetini Germiyanlılara bildirdiler ve Germiyanlılar da ansızın II. Mesud’un ordusuna baskın yaparak Ramazan ayının 17. günü, çarşamba, Selçuklu ordusunu bozguna uğrattılar ve esirlerini de kurtardılar. 1287’de II. Gıyaseddin Mesud kuvvet toplayarak tekrar Germiyanlılar’ın üzerine yürüdü. Germiyan kuvvetleri hiç gözükmediler. Mesud, Germiyan vilayetini yağma ederek ve birçok ganimet malı alarak Kayseri’ye döndü. 1288’de II. Mesud İlhanlılar’ın yanında iken I. Yakub Bey’in kız kardeşinin çocuğu Bedreddin Murat Selçuklular’la barışmak üzere Konya’ya geldi. Gıyaseddin Mesud’un ümerasından Hasbalaban Konya dışında ordugah kuran Germiyanlılar’ın yanına giderek onlarla görüştü ve kendilerine ikram ile gönüllerini aldı ve bu suretle mücadele sona erdi.
Bugün size Akkad İmparatorluğunu anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Akkad İmparatorluğu sınırları kahverengi ile gösterilmiştir. Sarı oklar askeri ilerleme yönlerini belirtir.
Bugün size I. Konstantin’i anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. I. Konstantin veya Büyük Konstantin (Latince: Gaius Flavius Valerius Aurelius Constantinus; 22 Şubat 272 - 22 Mayıs 337), Hristiyanlığı kabul eden ilk Roma imparatoru, Konstantinopolis kentinin ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun “Büyük” lakabıyla anılan kurucusu. I. Konstantin, (günümüzde Sırbistan Cumhuriyeti içinde yer alan) tarihte ise İlirya toprakları içerisinde yer alan Naissus’da (Niş)’da 22 Şubat 272’de doğdu. Babası o zaman bir Romalı general olan Konstantius Chlorus idi. Annesi Helena idi ve VI. yüzyıl tarihçisi Prokopius’a göre, Küçük Asya’da (modern Anadolu) bulunan Bitinya eyaletinin “Drepana” adındaki kentinde doğmuştu. Bazı kaynaklar annesi Helena’nın General Konstantinius Cholorus ile evli olmayıp onun cariyesi olduğunu bildirirler. Konstantin’in babası yüksek rütbeli bir subaydı ve Konstantin gençlik yıllarını, İmparator Diocletianus’un sarayının bulunduğu, günümüzde Türkiye’nin İzmit ilçesinde bulunan Nicomedia’da geçirdi. 286’da Nicomedia’da yaşayıp o kenti Roma İmparatorluğu’nun idare merkezi olan kullanan imparator Dioclietianus, kendine yakın olan general Maximinus’u imparatorluğunun Batı kısmını yönetmek üzere Roma’da Augustus rütbesi ile ortak imparatorluğa yükseltmişti. Konstatinus Cholorus bu sırada Roma’da Praetorian Prefect (Roma’da imparatorluk muhafızlarının lideri) idi. 291’de 19 yaşında iken Konstantin o zaman imparator Diocletianus’un yaşadığı Roma İmparatorluğu’nun idari merkezi olan Nikomedia’da imparatorun hizmetine girdi. 293’te babası Kontantinus Cholorus, Batı’yı yöneten Augustus Maximinus’a daha yakın olmak için (daha önce evli ise Helena’yı boşayarak, evli değilse onu evinden uzaklaştırarak) Maximinus’un kızı Flavia Maximiana Theodora ile evlilik yaptı. 293 yılında İmparator Diocletianus imparatorluğun idaresinde gayet büyük bir reform yaparak Roma İmparatorluğu’nu Batı ve Doğu parçaları olarak ikiye bölerek Tetrarşi sistemini oluşturdu. Her parça bir “Augustus” tarafından yönetilecekti ve onun tayin edeceği bir “Sezar” tarafından desteklenecekti. Konstantin’in babası Konstantius Chlorus bu sistem içinde hemen en yüksek mevkilere erişmeye başladı. (293-305 döneminden Batı’da Maximianus ile Sezar olarak; 305 - 306’da Batı’da Augustus olarak ve Doğu’da Augustus olarak Galerius imparatorluk yaptı. Bu arada I. Konstantin de tetrarşi sisteminde yüksek mevkilere geçmeye başladı. I. Konstantin’in tüm Roma İmparatorluğu’nun tek hâkimi olması için tam 18 yıl geçmesi gerekecekti. 28 Ekim 312 tarihinde Roma kentinin hemen dışındaki Milvian Köprüsü’nde yapılan savaşta Maxentius’un ordusunu bozguna uğrattı. Maxentius kaçmaya çalışırken Tiber Nehri’nde öldürüldü. İmparatorluğun doğu kısmında yönetimini sürdüren Licinius, artık Batı Roma’nın imparatoru olan I. Konstantin’in baba-bir (ama annesi “Flavia Maximiana Theodora” olan) kız kardeşi Flavia Julia Constantia ile evlenerek I. Konstantin ile kardeşlik bağı kurdu. Bu kayınbiraderlik ilişkisi bir yandan kendisine bir koruma sağlarken, öte yandan her iki imparatora diğerinin bölgesi üzerinde hak iddia etme şansını tanıyordu. İlk hamleyi yapan Licinius oldu. Licinius’un I. Konstantin’e yönelik bir komploya karıştığının anlaşılmasıyla (314), iç savaş çıktı. Konstantin’in orduları karşısında Licinius önce İtalya’da ve sonra çekildiği doğuda peş peşe yapılan kara ve deniz muharebelerinde yenilgiler aldı. Licinius son ve en ağır darbeyi Adrianopolis Muharebesi’nde aldı. Hellespont Deniz Muharebesi ile donanmasıyla kuşatmayı yarmaya çalıştı. Temmuz 324’te Amiral Abantus (veya Amantus) komutası altındaki Licinius’un donanması ile Konstantin’in oğlu Caesar Crispus komutasındaki Konstantin’in daha küçük donanması Çanakkale Boğazı’nda iki ayrı çarpışmaya girdiler. Birinci çarpışmada 80 gemiden oluşan Crispus’un filosu boğazın en dar kısmında manevra kabiliyeti daha büyük olduğu için Licinius’un 200 gemilik filosunu yenilgiye uğrattı. Ertesi gün Crispus Ege Denizi’nden aldığı takviyelerle 200 gemilik bir filoya komuta etmekte; Amiral Abantus da aldığı büyük takviyelerle 350 gemilik bir filoya komuta etmekteydi. Çanakkale Boğazı’nın Marmara Denizi ağzındaki Gelibolu açıklarında gemiler arasında yapılan karşılıklı çarpışmalar sonunda Amiral Abantus’un filosundan ancak 4 gemi kurtulabildi ve büyük filonun diğer gemileri ya batırıldı ya karaya vurup parçalandı ya da Crispus’un filosunun eline geçti. Kendi gemisi batırılan Amiral Abantus ancak Asya kıyısına yüzerek çıkarak hayatını kurtarabildi.
Bugün size Türk tarihinin en önemli figürlerinden biri Bilge Kağan’ı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. İkinci Göktürk Kağanlığı’nın kağanlarındandır. Türk tarihinin en önemli figürlerinden biri olarak değerlendirilir. 683 yılında, kağanlığın o zamanki merkezi olan Çugay-Ḳuz Dağı dolaylarında doğdu. 8 yaşında iken, babası İlteriş Kağan’ın 691 yılında vefat etmesiyle birlikte amcası Kapgan Kağan’ın himayesinde büyüdü. Yine amcası tarafından 697 yılında Tarduşlar üzerine şad olarak atanan Bilge Kağan, atamanı (Selçuklulardaki atabey ve Osmanlılardaki lala kurumlarına benzer işlev gösteren bir kuruluş) Köli Čor’un denetiminde yetişti. 698 yılında, amcası Kapgan Kağan’ın isteği üzerine Türgişler ile yapılan Bolçu Savaşı’na katıldı. 699 yılında amcası Kapgan Kağan tarafından Sağ Kanat Şad’ı tayin edildi ve emrine 20,000 kişik bir ordu verildi. Bilge Kağan, 700 yılında Tangutlar üzerine askeri bir sefer düzenledi. Savaş sonunda yenilgiye uğrattığı Tangutların çocuklarını, kadınlarını, at sürülerini ve bütün mal varlıklarını ele geçirdi. 701 yılında Güney Ordos bölgesinde Kapgan Kağan komutasındaki Göktürk ordusu ile Ong Tutuk komutasındaki 50,000 kişilik Tang ordusu arasında meydana gelen Iduk Baş Savaşı’na katıldı. Savaş sonunda Soğd kolonileri Göktürklerin eline geçti. 703 yılında Göktürklere vergi vermeyi kesen Basmıllar üzerine sefer düzenledi ve onların Iduk Kut unvanlı idarecesini yenilgiye uğratıp onları yeniden itaat altına aldı. 17 Ocak 707 tarihinde Kapgan Kağan komutasındaki Göktürk ordusu ile Çaça Sengün komutasındaki Tang ordusu arasında meydana gelen büyük Ming Şa Muharebesi’nde yer aldı. Bilge Kağan, 709 yılında Tang Hanedanlığı’nın kışkırtma siyaseti sonucunda Göktürk konfederasyon birliğine karşı ayaklanan Çiklerin Örpen’de, 710 yılında Kırgızların Kögmen’de, 711 yılında Türgişlerin Bolçu’da itaat altına alınmasında önemli rol oynadı. 711 - 712 yıllarında, Müslümanların Maveraünnehir’i fethi sırasında, Maveraünnehir’deki Göktürk müttefiklerinin yardım istemesi üzerine, Araplara karşı düzenlenen sefere katıldı. Ancak bu sefer istenilen sonuca ulaşamamıştır. Bilge Kağan, 714 yılında hiçbir sorunları yokken ayaklanan Karlukları Tamag Iduk Baş’ta yaptığı savaşta yenilgiye uğrattı. Karluklar bu yenilgiden sonra Tang Hanedanlığı’na sığındılar. 715 - 716 yılları, Göktürklerin kendilerine bağlı boylar birliğine karşı yaptıkları mücadelelerin en şiddetli geçtiği yıl oldu. Bu kez ayaklananlar kağanlığın bel kemiğini oluşturan Dokuz Oğuzlardı. Ayrıca yalnız da değillerdi, yanlarında Karluklar ve Basmıllar da vardı. Bilge Kağan, kardeşi Kül Tigin ile birlikte bir yılda dört kez onlarla savaşmak zorunda kaldı. İlk savaş Togu Balık’ta gerçekleşti. Birbirlerine üstünlük kuramayan taraflar Andırgu’da kozlarını ikinci kez paylaştı. Yine yenişemeyen taraflar Çuş Irmağı başında üçüncü kez vuruştular. Yine sonuçsuz kalan bu savaştan sonra taraflar kesin sonuç için Ezginti Kadız’da karşı karşıya geldiler. Burada gerçekleşen muharebe Türklerin kendi aralarında yaptıkları en kanlı muharebelerden biri oldu. Kıran kırana geçen savaşta Göktürkler, Oğuzları silip süpürdü. Amcası Kapgan Kağan’ın Bayırku Seferi dönüşünde öldürüldüğü 22 Temmuz 716 tarihindenden sonra, Türk Toyu amcasının oğlu İnel’i kağan olarak seçti. Geçen birkaç ay sonucunda İnel Kağan’ın genç ve deneyimsiz olması nedeniyle kağanlığı toparlayamaması, kutun İnel’den alındığı şeklinde yorumlanmasına neden oldu. Çok geçmeden Tonyukuk’un karşı çıkmasına rağmen Alp Eletmiş tarafından desteklenen ve Kül Tigin tarafından planlanıp uygulanan oldukça kanlı bir darbe ile İnel Kağan, akrabaları, destekçileri ve yakınları ile birlikte 717 yılının şubat ayında idam edildi. 734 yılında bakanı Buyruk Çor tarafından zehirlendi. Neden zehirlendiği konusunda kaynaklarda hiçbir bilgi yoktur. Ancak bilinen tek şey 727 yılında Buyruk Çor’un, Tang Hanedanlığı’na Göktürk elçisi sıfatıyla gönderilmesidir. Burada Buyruk Çor’un, Bilge’yi zehirlemesi konusunda Çinliler tarafından ikna edilmiş olması olasılık dahilindedir. Daha sonra zehirlendiğini anlayan Bilge Kağan, Buyruk Çor’u ve bütün ailesini idam ettirdi. Ancak kendisi de 25 Kasım 734 tarihinde öldü. Kendisi için çok büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Cenaze törenine komşu ülkelerden yoğun katılım oldu. 22 Haziran 735 tarihinde defnedilen Bilge Kağan’a, yazıtında yazdığına göre Türk milletinin kendisine duyduğu minnet şöyle anlatılmaktadır: « Bunca millet saçını, kulağını kesti. iyi binek atını, kara samurunu, mavi sincabını sayısız getirip hep bıraktı. »
Bugün sizlere Anadolu Selçuklu Devleti’ni anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Anadolu Selçuklu Devleti, Rum Selçuklu Sultanlığı veya Türkiye Selçuklu Devleti (, Selçuklu Türklerinden olan Kutalmış oğlu Süleyman Şah tarafından Anadolu’da, İznik başkent olmak üzere 1077 yılında kurulmuş olan, Türk-İran geleneğine mensup bir Sünni İslam devletidir. Türkler, çeşitli sebeplerden ötürü ana vatanları olan Orta Asya’dan göç etmek zorunda kalmışlar ve kendilerine yeni bir vatan aramaya başlamışlardır. Bu yüzden Selçuklu Türkleri, çevre bölgelere akınlar düzenlemeye başlamışlardır. Örneğin Anadolu’ya yapılan ilk akınlar, 1015-1018 yılları arasında gerçekleşmiştir. Büyük Selçuklular, 1040 yılındaki Dandanakan Muharebesi ile Gaznelileri mağlup etmiş ve bağımsız olmuşlardır. Selçukluların bağımsız olmasıyla beraber çevre bölgelere yapılan akınlar daha sistemli hale gelmiştir. Nitekim bu akınlar sonucunda Anadolu’nun uygun bir bölge olduğu anlaşılmıştır. Anadolu hakimiyeti için, Büyük Selçuklu Devleti ile Anadolu’yu elinde bulunduran Bizans İmparatorluğu arasındaki ilk savaş, 1048 yılında gerçekleşmiş ve Pasinler Muharebesi olarak bilinen bu savaşla beraber Anadolu hakimiyeti için yapılan ilk savaş, Selçuklu zaferiyle noktalanmıştır. Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in ölümünün ardından Büyük Selçuklu tahtına Alp Arslan oturmuş ve Anadolu üzerine yapılan akınları hızlandırmıştır. Bu dönemde Bizans İmparatoru olan Romen Diyojen ise, Anadolu toprakları için oluşan bu büyük tehlikeyi bertaraf etmek için yaklaşık 200.000 kişilik ordusuyla başkenti Konstantinopolis’ten ayrılmış ve bugünkü Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi’ne doğru ilerlemeye başlamıştır. Sultan Alp Arslan, Bizans’ın büyük bir orduyla Doğu Anadolu’ya geldiğini öğrenince bu orduyu karşılamak için aynı bölgeye bir orduyla ilerlemiştir. Daha sonra iki ordu, 26 Ağustos 1071 tarihinde Muş'un Malazgirt Ovası'nda karşılaşmış ve Malazgirt Meydan Muharebesi, kesin Selçuklu zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu zaferle beraber İran, Azerbaycan, Horasan gibi bölgelerde bulunan Türkler, kitleler halinde Anadolu’ya göç etmeye başlamıştır. Selçuklu Hanedanı'ndan olan Kutalmış oğlu Süleyman Şah, Marmara Bölgesi’ndeki askeri faaliyetleri sonunda İznik’i alarak 1075 yılında Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurmuştur. I. Haçlı Seferi başlarında İznik’in düşmesi üzerine Selçuklular Anadolu içlerine çekilmiş ve sonunda Konya başkent olmak üzere ayakta kalmayı başarmıştır. 13. yüzyıl başlarında Sultan I. Alaeddin Keykubad ile Anadolu’nun en güçlü devleti haline gelen Anadolu Selçuklu, 1243 yılındaki Kösedağ Muharebesi’nde Moğollara yenilmesiyle beraber İlhanlılara yıllık haraç ödeyen tabi bir devlet haline gelmiş ve Moğolların devlet yönetimine zaman içinde artan müdahalesiyle, son Anadolu Selçuklu Sultanı II. Mesud’un da ölümüyle birlikte dağılmıştır. Avrupa’dan birkaç tarihçi, I. Haçlı Seferi sırasında Anadolu’da karşılarına çıkan Türk savaş gücü ve karşılaştıkları Türkmen gruplarına bakarak Anadolu’nun artık Türk diyarı olduğunu görmüşler ve bu topraklara “Türkiye” demeye başlamışlardır. Diğer yandan, bu dönemde tüm İslam dünyasının Anadolu için kullandığı ifade “Diyar-ı Rum”dur. Dolayısıyla ülkeye Rum Sultanlığı da denilmiştir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşu yıllarından önceki yüzyıllarda Anadolu, Bizans – Arap ve Bizans – Sasani mücadelelerinin yaşandığı topraklardır. yüzyıllara yayılan bu savaşlar, ekonomik ilişkileri büyük ölçüde yıpratmış, ticaret daralmış, üretim ve gelir düşmüştür. Hem savaşlar, hem ekonomik çöküntü, nüfusun azalmasına yol açmıştır. Bölgede Bizans merkezi otoritesinin zayıflaması ise yerel otoritelerin bölgeler üzerindeki erkini arttırmış, belirgin bir biçimde kendi başına, keyfi davranmalarına, bunun sonucu halkı daha da ezmelerine neden olmuştur. Uluslararası transit ticaretin Anadolu’dan geçen kuzey – güney ve doğu – batı hatları daha önceden, Orta Doğu’nun ve Levant’ın İslam İmparatorluğu’nun kontrolünde olması dolayısıyla kesilmişti. Bu durum Anadolu’yu transit ticaretin dışında bırakmıştır, ayrıca bir ekonomik daralmaya mahkûm etmiştir. Sasani İmparatorluğu’nun 651 yılında Raşidin Orduları tarafından yıkıldıktan sonra Anadolu yine de politik ve sosyoekonomik olarak rahatlamış değildir. Bu kez de Emeviler ve Abbasiler devrinde Anadolu, İslam dünyasını “gaza sahası haline gelecektir.” Her bahar Müslüman ülkelerden kalkıp gelen mücahitler, toplanma yerleri Tarsus ve Malatya’da bir araya gelerek Bizans yerleşimlerine, zaman zaman derinlemesine akınlara çıkıyordu. Bu derinlik birkaç kez Konstantinepolis’e kadar ulaşmış, kenti kuşatmıştır. Bu akınlar sırasında surlarla çevrili kentler kısmen korunabildiyse de kırsal alan ağır şekilde yağmalanmıştır. Sonuç olarak kırsal alan nüfusu bir kez daha boşalmıştır.
Size bugün Tarih Öncesi Savaşı anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Tarih öncesi savaş, yazının bulunmasından ve devletler gibi büyük sosyal yapıların kurulmasından önceki çağlarda yapılan savaşlardır. Tarihî savaşlar Sümerlerde Bronz Çağı’ndaki profesyonel ordularla birlikte başlar. Bazı topluluklarda ise daha sonraki dönemlerde dahi tarih öncesi savaş varolmaya devam etmiştir.
Bugün size Osmanlı padişahlarından II. Ahmed’i anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Sultan İbrahim’in üçüncü oğludur. Annesi Hatice Muazzez Sultan’dır. 1643’te İstanbul’da dünyaya geldi. İyi bir tahsil gördü. Arapça ve Farsça’yı mükemmel bir şekilde öğrendi. Kardeşi II. Süleyman’ın dört yıllık saltanatı sırasında sarayda kafes hayatı yaşadı. 21 Haziran 1691’de tahta çıktığı zaman 48 yaşındaydı. II. Ahmed’in cülusu sırasında Osmanlı Devleti, İkinci Viyana Kuşatmasını takip eden harplerle meşguldü. Sultan II. Ahmed ağabeyi II. Süleyman’ın ölümü üzerine 22 Haziran 1691 günü 48 yaşındayken tahta çıktı. Taht’a çıktıktan sonra ilk olarak; Avusturya üzerine giden Sadrazam Fazıl Mustafa Paşa’ya bir ferman göndererek sadaretinin ve seferin devamını diledi. Fazıl Mustafa Paşa, 20 Temmuz’da Belgrad’a ulaşan Osmanlı ordusunu, Kırım kuvvetlerinin gelmesini beklemeden ve harp meclisinin kararına aykırı olarak Petervaradin önlerinde bulunan Avusturya ordusu üzerine sürdü. Tisa Suyunun Tuna’ya karıştığı Salankamen mevkiinde, şiddetli geçen harbin ilk anlarında Osmanlı ordusu üstün durumda iken serdarın vurularak şehit düşmesi üzerine, vaziyet Osmanlılar aleyhine döndü. Böylece Salankamen savaşı kaybedildi. Bu savaşta tarihçilerin; âlim, dindar, alicenap, vakur ve adil bir kimse olarak vasıflandırdıkları, iyi bir devlet adamı ve komutan olan Fazıl Mustafa Paşa’nın şehit düşmesi, Osmanlılar için en büyük kayıp olmuştur. Salankamen hezimetinden sonra, Lipva ve Varat kaleleri Avusturyalılar tarafından işgal olundu. Durumu müsait gören Leh kuvvetleri Kamaniçe Kalesini muhasara edip, İsakçı Kalesi civarına kadar geldiler. Ancak Kamaniçe serdarı Kahraman Paşa tarafından bozguna uğratıldılar. Venedikli vali Morosunu Girit’e asker çıkarıp, Hanya kalesini kuşattıysa da İsmail Paşa’nın kahramanca savunması sayesinde adadan ayrılmak zorunda kaldı.
Bugün size dünya tarihinin önmeli aktörlerinden birisi olan Nizamülmülk’ü anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Nizâmülmülk (Farsça: نظام الملك) veya gerçek adıyla Ebu Ali Kıvamuddin Hasan bin Ali bin İshak et-Tûsî (Farsça: نظام الملك، ابو علي الحسن الطوسي ; d. 10 Nisan 1018 – ö. 14 Ekim 1092),Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun baş veziri ve Siyâsetnâme adlı eserin yazarı olan Fars devlet adamı ve siyaset bilimcisidir. Devlet yönetiminde bir hayli etkili olan Nizâmülmülk; Alp Arslan ve Melikşah dönemlerinde vezirlik yapmıştır. “Nizâmülmülk” ismi, “devletin düzeni” anlamına gelir. Nizâmülmülk, 10 Nisan 1018 (Hicri 21 Zilkade 408) tarihinde İran’ın Horasan bölgesinin Tus şehrinde doğmuştur. Bu dönemde bu şehir, Gazneliler’in idaresi altında bulunmaktaydı. İlk devlet görevini Gazne sultanları için yapmıştır. Devlet işleriyle ilk olarak Gazne Devleti’nin Horasan valisinin yanında çalışarak başlamış ve 1059’da Gazneliler Horasan valisi olmuştur. 1063’ten itibaren görevine, Büyük Selçuklu Devleti’nde Alparslan’ın Belh valisinin yanında devam etti. 1064 yılında Büyük Selçuklu Devleti’ne vezir olarak atandı. Sultan Alp Arslan (hüküm süresi: 1063-1072) ve Melikşah (hüküm süresi: 1072-1092) dönemlerinde bu önemli vezirlik görevinde bulunmuştur. “Memleketin nizamlarının kurucusu” anlamında olan Nizâmülmülk ismi, Abbâsî halifesi Kâim bi Emrillah tarafından verildi. Dönemin nakşibendi şeyhi Ebu Ali Farmedi’ye çok hürmet ederdi.[3] Nizâmülmülk, 1092 yılında bir Haşhaşî fedaisi tarafından suikaste uğrayarak bir hançer ile öldürülmüştür.
Bugün size tarihte çok önemli bir yeri olan Babil’i anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Babil, Mezopotamya’da adını aldığı Babil kenti etrafında MÖ 1894 yılında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan bir imparatorluktur. Babil'in merkezi bugünkü Irak'ın El Hilla kasabası üzerinde yer almaktadır. Babil halkının büyük bir kısmını tarih boyunca çeşitli Sami asıllı halklar oluşturmuştur. Bölgede konuşulmuş en yaygın dil Akadca olmuş olmasına rağmen Sümerce dinsel dil olarak kullanılmıştır. Aramice ise ilerleyen yıllarda bölgenin lingua francası konumuna gelmiştir. Başlangıçta Akad İmparatorluğu'nda yer alan önemsiz ve güçsüz bir şehir iken, şehrin Amori hükümdarı Hammurabi tarafından kısa süre içinde büyüyen ve gelişen şehir, kısa ömürlü de olsa bölgedeki en güçlü imparatorluklardan biri haline gelmiştir. Bu dönemden sonra tüm Güney Mezopotamya'ya Babil denilmeye başlanmış, devletin kutsal şehri Nippur olmuştur. Hammurabi'nin oğlu altında güçten düşen devlet uzun süre boyunca Asur, Kassit ve Elam egemenliği altında kalmıştır. Şehir Asurlular tarafından yıkılıp yeniden inşa edilmiştir. MÖ 609-539 yılları arasında hüküm sürmüş Yeni Babil İmparatorluğu, bağımsızlığını Asurlulardan Keldani Nebupolassar önderliğinde kazanmıştır. Bu devletin de çökmesi ile Babil şehri Ahameniş, Seleukos, Part, Roma ve Sasani egemenliği altında kalmıştır. Babilliler, eski halkların çoğu gibi birden fazla tanrıya tapar, tanrıları üzerine kuşaklar boyu anlatılan mitlere inanırlardı. Bunların çoğu Sümer kaynaklıydı. Eski babil silindir mührü, Kral Şamaş'a bir hayvan sunuyor. Evren'in ve insanların yaratılışını konu alan Sümer Destanı'nın kahramanı Gılgamış, efsaneye göre ölümsüzlük otunu bulmak için yola çıkar ve bu arayışı sırasında bin bir güçlükle karşılaşır. Serüven dolu yolculuğunun sonunda bulduğu otu suların dibinden sinsice gelen bir yılan, kayığından çalar. Bu hikâyenin sonraki yüzyıllarda Nuh Tufanı efsanesi ile ilgili ifadelere kaynaklık ettiği ve birçok yönden benzer unsurları taşıdığı ifade edilir. Baş tanrıları Marduk idi. Babil efsanelerinde Marduk, ejderha Tiamat ile dövüşüp onu yener. Yeri, göğü ve insanoğlunu yarattığına inanılan Marduk'un yeryüzündeki temsilcisi kraldı. Marduk dışında toprak, su, gökyüzü, Güneş ve Ay tanrıları gibi tanrılara tapılırdı. Asurlular da büyük ölçüde Sümerlerin ve Babillilerin dinleriyle tanrılarını paylaşıyorlardı. Ama en büyük tanrıları, adını imparatorluğun başkentine verdikleri Asur'du. Hem Babilliler, hem de Asurluların baş tanrıçası ise Eski Yunanların aşk tanrıçası Afrodit'e çok benzeyen İştar'dı. Sümer yazısı bilinen en eski yazıdır. Sümerler, kil tabletleri üstüne yazı yazdıktan sonra pişirirlerdi. Arkeolojik kazılar sırasında bazıları 5000 yıllık olan binlerce tablet bulunmuştur. İlk yazı karakterlerini resimler oluşturuyordu. Bu resimler, yavaş yavaş Babillilerin ve Asurluların kullandıkları çivi yazısına dönüştü. Bu yazı biçiminde kavramları belirtmek için köşeli simgeler kullanılırdı. Bulunan tabletlerin üzerindeki yazılar din, matematik, yasalar, bilim ve başka konulara ilişkindir. Matematikte açılar konusunda bir tam dönüşü 60 birime bölmüşlerdir. Babil'de kil bolluğu ve taş eksikliği, kerpiç kullanımının daha fazla olmasına yol açtı; Babil, Sümer ve Asur tapınakları, payandalarla desteklenen, yağmurun kanalizasyonla taşındığı, ham tuğladan yapılmış devasa yapılardı. Ur'daki böyle bir kanal kurşundan yapılmıştır. Tuğla kullanımı, pilaster ve sütunların, fresklerin ve emaye çinilerin erken gelişimine yol açtı. Duvarlar parlak renkliydi ve bazen çinilerin yanı sıra çinko veya altınla kaplandı. Meşaleler için boyalı pişmiş toprak koniler de sıvaya gömülmüştür. Babil'de, kabartma yerine, üç boyutlu figürlerin daha fazla kullanımı vardı – en eski örnekler, biraz hantal olsa da gerçekçi olan Gudea Heykelleridir. Babil'de taşın kıtlığı, her çakıl taşını değerli kıldı ve değerli taş kesme sanatında yüksek bir mükemmelliğe yol açtı. Babil'in Asma Bahçeleri, Dünyanın Yedi Harikası'ndan biridir. MÖ 7. yüzyılda Babil kralı Nebukadnezar tarafından yaptırılmıştır. Babil'in çorak Mezopotamya çölünün ortasında; ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir. Coğrafyacı Strabon'un 1. yüzyıldaki tanımına göre: “Bahçeler birbiri üzerinde yükselen kübik direklerden oluşuyordu. Bunların içleri çukurdu ve büyük bitkilerin ve ağaçların yetişebilmesi için toprakla doldurulmuştu. Kubbeler, sütunlar ve taraçalar pişmiş tuğla ve asfalttan yapılmıştı. Yüksekteki bahçeleri sulamak için Fırat Nehri'nden zincir pompalarla su yukarılara çıkarılıyordu. Bu şekilde üst seviyelere taşınan su, bahçeleri sulayarak teraslardan aşağıya doğru akıyordu” Söylenceye göre, Nebukadnezar bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Semiramis için yaptırmıştır. Semiramis, Medes kralının kızıdır. Mezopotamya'nın düz ve sıcak ortamı onu bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için yapay dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis'in asma bahçeleri olarak da anılır.
Bugün size Akkoyunlular veya Bayındırlılar devletini anlatacağım. Kaynağımız Wikipedia.
Bugün size Kıpçakları anlatacağım. Bilgileri Wikipedia’dan derledim. Kıpçaklar veya Kumanlar eski Türk halklarından biridir. Dilleri Kıpçakça olup üç kol halinde gelişim göstermiş ve daha sonra da Kıpçak dillerine kaynaklık etmiştir. En azından 8. yüzyıldan beri bilinen, kıbçak/kıpçak adı dışında, aynı Türk topluluğu için, üçü yerli (Türkçe) ve dördü de yabancı olmak üzere toplam yedi ad tespit edilmiştir: Diğer Türk kavimlerinin kullandığı, İslamî tarih ve coğrafya edebiyatında görülen ve daha sonraları Moğol ve Çin kaynaklarında da rastlanan kıpçak Genellikle Bizans yazarları tarafından kullanılan ve nadiren Rus, Şark ve Latin kaynaklarında da görülen kuman; Daha çok Macarların benimsediği ve birkaç Arapça coğrafya kitabında da bulunan kun adları, yerli sözler iken;