Çaresizlik, bireyin bir durumu kontrol edemediği ya da bir sorunu çözme yetisinin olmadığı durumlarda yaşadığı negatif hissiyattır ve hayattaki her şey gibi çaresizlik de öğrenilir. Öğrenilmiş çaresizlik, geçmişte kişinin defalarca çabalayıp baş edemediği durumlarla, gelecekte baş edebilecek olmasına rağmen üstesinden gelemeyeceğine dair geliştirdiği katı inanıştır. Yani kişi, ne yaparsa yapsın hayatındaki olumsuzlukları değiştiremeyeceğine inanır. Bu durum için çok yaygın bir örnek verilir: Bir fil yavruyken ayağına kalın bir ip bağlanır. Bu ipin diğer ucu ise yere çok sağlam bir şekilde çakılı olan bir kazığa bağlıdır. Yavru fil, ne kadar çabalarsa çabalasın bu ipten kurtulmaya gücü yetmez. Sürekli kaçmayı deneyen ancak başaramayan fil, bir süre sonra asla bu ipten kurtulamayacağına inanır ve çabalamayı bırakır. Filler büyüdüklerinde aslında bu ipten kolayca kurtulabilecek kadar güçlü olmalarına rağmen, asla başaramayacaklarına inandıkları için artık kaçmaya çalışmazlar bile. Böylece hayatları boyunca, insanların onlar için çaktıkları tahta kazıklara bağlı yaşarlar. Aslında birçoğumuz, tutsak olan bu fillerden o kadar da farklı değiliz. Henüz çocukken ve yeterince güçlü değilken baş edemeyeceğimiz zorluklarla karşılaştığımız için, yetişkinliğimizde yeterli olmamıza rağmen çabalamıyoruz. Aslında iple tahta kazığa bağlı olan ayağımız değil, zihnimiz oluyor ve o ipin bize izin verdiği ölçüde hareket edebiliyor, ilerleyebiliyoruz. Böylece içinde bulunduğumuz çember hem hapishanemiz hem de konfor alanımız hâline geliyor. Çok küçük, çok tanıdık… Başarabileceğimize inanmadıkça da o çemberin içine kendimizi mahkûm ediyoruz
“Anormal” kelimesinin sözlükteki anlamı; genele, alışılmışa ve kurala aykırı olan, normal olmayan iken psikolojideki anlamı ise tipik, olağan ya da sağlıklı olarak kabul edilenden herhangi bir sapma; normun dışındaki davranıştır.
Sanılanın aksine, anormallik her zaman kötü değildir ya da belirli ölçütleri ve kesin yargıları yoktur. Mesela, bir kişinin yaşıtlarının çok gerisinde kalması da anormaldir, çok yetenekli olup yaşıtlarının ilerisinde olması da. Buna göre Da Vinci, Mozart ve Edison da normun dışındaki insanlardır.
Ruh sağlığı uzmanları bu noktada anormallikten ziyade düşünce veya davranışların kişinin işlevini bozup günlük yaşamı üzerinde olumsuz etkisinin olup olmamasıyla ilgilenir. Eğer farklılıklarımızın herhangi bir zararı yoksa, belirli standartlara göre “normale” dönüştürülmeye çalışılması yanlış olur. Burada asıl yanlış olan, sırf az rastlanıldığı için davranışlarımızın toplum tarafından eleştirilmesi veya hor görülmesidir. Adrian Furnham kitabında, “Kendimizi, kendi davranış ve değerlerimizi normallik ölçütü olarak kabul eden en ilkel fikir belki de budur” der.
Klinik psikoloji, anormalliği 4D modeli ile açıklamaya çalışır: distress (sıkıntı), deviance (sapma), dysfunction (işlev bozukluğu) ve danger (tehlike). Yani, ruh sağlığı uzmanlarının bir davranışı patolojik olarak değerlendirebilmesi için öncelikle normun dışında olan bu sağlıksız davranışın bizi rahatsız etmesi ve bize sıkıntı vermesi gerekir. Daha sonrasında ise bu davranışın günlük aktivitelerimizi yerine getirmemize engel olup bize zarar vermesi gerekir. Aksi takdirde, bir davranışın kimseye bir zararı yoksa ve kişi de bu davranıştan rahatsız olmuyorsa nadir görüldüğü için duruma müdahale etmek yanlış olur. Örneğin Vincent Van Gogh yaşarken “tuhaf” olarak değerlendiriliyordu, ancak onun bu tuhaflığı modern resim sanatını tamamen değiştirdi. Bu nedenle, bir şeyin sık rastlanır olması onun en iyisi olduğunu göstermez. Ruh sağlığı uzmanları da normalliği tanımlamanın siyah-beyaz olmadığını ve bir noktada öznel olduğunu kabul eder.
Psikoloji biliminin en güzel katkısı budur. Kişilere kendi duygu, düşünce ve davranışlarını tanımlayıp açıklayabileceği çok geniş bir kelime dağarcığı kazandırır. Böylece bireyler, sahip oldukları özelliklerin iyi mi yoksa zararlı bir anomali mi olduğunu daha iyi değerlendirebilir.
İkincil travma, kişinin başkalarının acılarını dolaylı yoldan deneyimlemesiyle ortaya çıkan psikolojik bir tepkidir. Bireyler travmayı sadece doğrudan değil aynı zamanda dolaylı yoldan bir olaya şahit olarak, durum hakkında sürekli bilgi edinerek de deneyimleyebilir. Özellikle travmaya maruz kalan insanlara sürekli destek veren meslek gruplarında (muhabirler, psikologlar, sağlık çalışanları, sosyal hizmet uzmanları, ilk müdahale ekipleri vb.) bu duruma sıkça rastlanır.
İkincil travmanın temel nedeninin bazı bilim insanları tarafından empati kurabilme yetimiz olduğu söylenir. Hatta ikincil travma bir süre sonra empati yorgunluğu ve tükenmişliği de beraberinde getirebilir. Bireyler uzun süre acı verici olaylara tanık olup o kişilerle birebir çalıştığında istemeden o olayları düşünebilir, kaygı ve uyku bozukluğu yaşayabilirler. Bu nedenle bu durum bir süre sonra özel hayatı ve mesleki performansı da etkiler. Kişiler artık olaylara karşı hissizleşebilir ya da aşırı tepki verebilir, mesleklerine karşı ilgileri azalabilir hatta mesleklerinin anlamını sorgulayabilirler. Bu nedenle bu meslek gruplarına mensup olan bireylerin öncelikle kendilerini korumaları gerekir. İkincil travmanın etkilerinden korunmak için alınabilecek birkaç önlem vardır. İlk olarak, süpervizyon alabilirler. Böylece hem yalnız olmadıklarını bilirler hem de olaylara karşı daha profesyonel bir bakış açısı geliştirebilirler. İkinci olarak, terapi alabilirler. Bir uzmanla birlikte işlerinin getirdiği duygusal yükle daha kolay bir şekilde baş edebilirler. Ayrıca, iş-yaşam dengesini kurabilir ve öz bakımlarına önem verebilirler. Burada tabii ki de sorumluluğun önemli bir kısmı da iş yerlerine düşer. Özellikle, böyle zorlayıcı işlerde çalışan kişileri yoğun mesai saatlerine maruz bırakmaktan kaçınmak, destekleyici bir iş ortamı sunmak, işyerlerinde travmaya duyarlı normlar edinilmesi hayati bir önem taşır.
Unutulmaması gereken en önemli şey çalışanların mesleklerini icra ederken önceliklerinin kendilerini korumak olmasıdır. Örneğin, uçak düşerken yanında bir çocuk veya yardıma muhtaç biri olsa bile kişi önce kendi oksijen maskesini takmalı, sonra yanındakine yardımcı olmalıdır. Çünkü başkasına faydamızın olabilmesi için önce kendimiz sağlıklı ve işlevlerimizi düzgün bir şekilde yerine getirebiliyor olmamız gerekir. Bu nedenle mesleğimizi yaparken önce kendi mental sağlığımızı korumaya çalışmalı sonrasında etrafımızdaki kişilere iyi gelmeye çalışmalıyız.
Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB); kişi beklenmedik zamanda, şiddetli travmatik stres etkenlerine maruz kaldığında ortaya çıkabilir. TSSB’de en kritik nokta süredir. Kişi travmatik bir deneyim yaşadıktan sonra bir süre bu durumu kabullenmeye çalışması ve zorluk yaşaması çok normaldir. Bu sebeple burada baz aldığımız nokta kişinin bu tepkileri ne kadar süre gösterdiğidir. Uzmanlar tarafından TSSB tanısı koyulabilmesi için bireylerin en az 1 ay boyunca bu semptomları göstermesi ve bu semptomların günlük yaşamlarını etkilemesi gerekir. TSSB, şiddet içeren kişisel saldırı, kaçırılma, terör saldırıları, doğal afetler, ciddi araba kazaları ve savaş gibi birçok olaydan sonra ortaya çıkabilir. Özellikle savaş, travmanın kendini gösterdiği en acı olaylardan biridir. Öyle ki, travma sonrası stres bozukluğu II. Dünya Savaşı’ndan sonra literatürde yerini almaya başlamıştır. Savaş sırasında ve sonrasında askerlerde ve sivillerde ağır stres tepkileri gözlemlenmeye başlandığında, önce bunun alınan fiziksel hasarlardan kaynaklı olduğu düşünülmüş ve buna savaş nevrozu denmiştir. Ancak sonradan durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılmıştır ve sonrasında bu tepkiler sistematik bir şekilde incelendiğinde ise Travma Sonrası Stres Bozukluğu adını almıştır. TSSB adı konmasa da geçmişten günümüze kadar oldukça yaygın bir şekilde gözlemlenmiştir ve hatta bunu konu alan birçok dizi ve film de yapılmıştır. Bunlardan biri de Peaky Blinders’dır. Bu dizinin başrol karakteri Thomas Shelby, savaştan döndükten sonra TSSB yaşayan bir gazidir. Savaştan dönmüş olsa bile savaşın gölgesi hala üzerindedir. Dizide Shelby’nin sürekli kabuslar gördüğünü, savaş anılarını sık sık hatırladığını, öfke patlamaları yaşadığını ve bazı zamanlarda kendini uyuşmuş hissettiğini izleriz. Ayrıca, bu dizide sadece TSSB’nin semptomlarını ve etkilerini görmekle kalmayız, aynı zamanda travmayla baş ederken seçtiğimiz işlevsiz yöntemlerin bize verdiği zararları da görürüz. Başrol karakterimiz, travmanın etkilerinden o kadar muzdariptir ki, dizi boyunca çok yoğun bir madde ve alkol kullanımı ile bu stresin etkileriyle baş etmeye çalışır. Ancak bu yöntemi tercih etmek, sadece anlık olarak travmanın etkilerini hafifletir ve asıl sorunun görmezden gelinmesine sebep olur. Aynı zamanda, madde ve alkol bağımlılığı gibi baş edilmesi güç, ekstra sorunları da beraberinde getirir. Bu çamurdan çıkayım derken, bataklığa saplanmaya benzer. Bu yüzden, burada uygulanması gereken en sağlıklı yöntem, öncelikle kendimiz ve çevremiz tarafından travmanın ciddiyetinin farkına varılmasıdır. Sonra da çevremizden sosyal destek almak ve imkanımız varsa profesyonel destek alarak güvenli bir ortamda sorunlarımızla yüzleşmektir. Bu yüzden problemi görmezden gelmeye çalışıp üstünü örtmek bir çözüm değildir. Çünkü eninde sonunda bir rüzgar çıkar ve o örtü uçar. Bu noktada, kaçındığımız sorunlar çok daha güçlü bir şekilde ortaya çıkabilir.
Travma geçmişle gelecek arasında var olan bağlantıyı koparıp benlik algısını zedeleyen bir deneyimdir. Travma sonrasında bireyler, geçmişte olduğu kişi ile şu anda olduğu kişi arasında bir kopukluk yaşayabilir. Yaşadığı olayla birlikte kişinin hayatının seyri o kadar değişmiştir ki bir gün öncesi bile ulaşamayacağı kadar uzak gelebilir. Şu aşamada kişinin yaşadığı yıkımı algılayabilmesi ve bunu anlamlandırabilmesi çok zordur. Gerçekleşen bu deneyimden sonra kişinin inanç sistemi çökebilir, kişi artık kendini güvende hissetmeyebilir ve geleceğe dair umutlarını kaybedebilir. Kırık köprü metaforu da kişinin yaşadığı travmadan sonra içinde oluşan boşluğu ve bu boşluğu doldurabilme sürecini anlatmak için kullanılır. Nasıl bir köprü iki yakayı birbirine bağlıyorsa kişilerde de geçmiş, şimdi ve gelecek arasında birbirini bağlayan bir köprü bulunur. Bazı kişilerde travma sonrasında bu köprü sarsılırken bazı kişilerde ise bu köprü tamamen yıkılır. Bu noktada, kişilerin bu köprüyü tekrar inşa etmesi veya oluşan çatlakları onarması gerekir. Ruh sağlığı uzmanları, çevrelerindeki insanların desteği ve tabii ki kendi içsel dayanıklılıkları sayesinde, bireyler bu kırık köprüyü yeniden inşa edebilir. Elbette bu köprüyü inşa etmek zaman alır ve eskisiyle birebir aynı olması beklenemez. Ancak, yaşadığımız deneyimlerin bize kazandırdığı öğretilerle bu köprüyü daha sağlam ve esnek malzemeler kullanarak, çok daha dayanıklı bir şekilde inşa edebiliriz. Böylece, bundan sonra karşılaşacağımız zorluklara karşı daha dirençli olabiliriz. Buna travma sonrası büyüme denir. Bu sebeple travma sonrasında, birey eskiden olduğu kişiden çok daha güçlü bir hale gelebilir, hayatının değerinin farkına varabilir, yeni perspektifler geliştirebilir ve hayatına yepyeni bir açıdan bakabilir. Hatta bazı kişiler, travmatik olaylardan sonra hayatlarına devam edebilmenin ikinci bir şans olduğunu düşünüp, yaşamlarına çok daha sıkı bir şekilde tutunabilirler. Sözün özü, bu kavramla travmanın insanlar üzerinde yalnızca olumsuz etkiler bırakmadığını, aynı zamanda bireylerin kişisel gelişimine de katkıda bulunabileceğini söyleyebiliriz.
Parman, “Travma her şeyden önce bir izdir, iz bırakan bir anıdır.”
Yaşamımız boyunca birçok deneyim yaşarız. Kimi zaman bu deneyimler bizi çok mutlu ederken, kimi zaman ise bizi derinden etkileyen yıkıcı olaylar şeklinde karşımıza çıkabilir. İşte tam bu noktada travma kavramı hayatımıza giriyor. Sözlükte travma, canlının bedeni ve ruhunda önemli ve etkili yaralar bırakan yaşantı olarak geçer. Travmalar, nedenine ve şiddetine bağlı olarak çok güçlü ve beklenmedik şekillerde karşımıza çıkarak yaşamımızda derin izler bırakabilir. Bu bağlamda, kişiler travmayı birçok şekilde deneyimleyebilir. Bazen travmayı doğrudan deneyimlerken, bazen de başkalarının başına gelen olaylara tanık olabilir, öğrenebilir ya da bu durumun detaylarına sürekli olarak maruz kalabilirler. Yaşanılan bu olaylar, bireyin hayatını zihinsel, fiziksel, ruhsal veya sosyal yönlerden etkileyebilir ve kişinin günlük yaşamının kesintiye uğramasına sebep olup, günlük işlevsellikte düşüş yaratabilir. Mesela, duygulardan ve anılardan kaçınma, sıkıntı yaratan ve tekrarlayan rüyalar görme, flashback aracılığıyla olayı tekrar deneyimleme gibi birçok durumla karşı karşıya kalabiliriz. Travma karşısında verdiğimiz bu tepkiler travmanın türüne, yoğunluğuna, maruz kalma süresine ve bunların yanı sıra bireysel farklılıklarımıza da bağlı olarak değişebilir. Bu nedenle, aynı olay bir kişide ağır stres tepkilerine yol açarken diğer bir kişi bu olaydan etkilenmeyebilir ya da olaya karşı çok farklı şekilde tepki verebilir. Bir süre bunları