Sayfa Yükleniyor...
Ülkemizde geçmişten günümüze kanun ve nizam tam oturmadı, hep bir şeyler eksik yapıldı ve herkes taşra yasalarıyla yönetilmeyi daha cazip gördü çünkü demokrasi, hukuk ve adalet gibi kavramlar bazı coğrafyalara uymaz. Yaşadığımız toprakların insanları da eski kültürün de etkisiyle bir türlü ayak uyduramadı yeni dünya düzenine. Kimi zaman yönetimsel olarak ve kimi zaman da yaşanan toplumsal olaylar veya inançlardan dolayı, hiçbir zaman taşra kültüründen kopamadı. Bunun en büyük sebebinin eğitimsizlik olduğunu savunanlar da olabilir ama eğitim almış ve çok iyi yerlere gelen bilim insanlarının bile taşra kültüründen kendini kurtaramadığını dile getirirsek yanlış olmaz kanaatimce.
Toplumda eğitimli ve eğitimsiz insanlar birbirinden çok uzaklar, aynı duygu ve düşünceleri taşımıyor olmaları yadırganacak bir durum değil ama eğitimsizliğin verdiği cehaletli özgüven ve adını eğitim verdiğimiz lakin sadece öğretim kurumları olan yapıların da cehaletli eğitimcileri çıkardığı çarpık bir insan ilişkilerini ortaya çıkmış durumda. Anlayacağınız üzere ülkemizin eğitim kurumları yok, sadece öğretim kurumları var ve onların da pek iyi olduğu söylenemez zaten. Kendini elit gören okullu insanlar, medeniyeti kendilerinin bulduğunu zannederek, yüksek okul okumayan halkı küçük gördüler yıllarca ve halkla ilişkileri koptu. Halk da gelecek nesiller için pek çaba harcamadı desek yeridir çünkü
Cehalet bir toplumu geriye götüren ve insanların da çağın gelişimine ayak uyduramamasına sebep olur. Herkesin siyaseti, sporu, eğitimi, bilgiyi, bilimi, sosyolojiyi ve aklınıza ne geliyorsa bildiği bir coğrafyada, aslında hiç kimsenin pek bir şey bilmediği yorumunda bulunmak doğru olanıdır. Görevim gereği mali müşavirlik yapmaktayım ve haliyle vergisel konularda uzman olarak değerlendirilmesi gereken bir meslek ve bir ortama girdiğimde ise vergisel konularda veya alanımla ilgili konularda o kadar çok konu konuşuluyor ki insanlar tarafından, inanın benim haberim yok diye üzülüyorum (!) Sonra gidip tekrardan derinden ve ayrıntılı bir şekilde araştırma yapıyorum, acaba kaçırdığım bir kanun ve yeni bir konu mu var diye, sonradan anlıyorum ki aslında konuşulanların neredeyse yüzde doksanı yanlış bilgilerle dolu ama halkımız bu durumu, yani sadece duyduklarıyla konuşmayı iyi bilir diyor ve konuyu kapatıyorum.
Toplumu ve ülkeyi geliştirmek için özellikle ilkokuldan başlayarak, çocukları ilgi duydukları veya ebeveynleriyle birlikte en iyi yapabilecekleri alanlara yönlendirmek doğru olanıdır. Bizim gibi gelişmekte veya az gelişmiş toplumlarda ise en hızlı şekilde nasıl iş sahibi olunurun derdine düşüldüğü için böyle bir ortamın ülkemizde olması çok zor ve hatta imkansız çünkü ekmek bulamayan bir insana gidip, pasta al demek gibidir. Ülkemizi, Avrupa ve Amerika veya Japonya’yı örnek göstermek çok yanlıştır, bu gibi birlikler ve ülkeler gelişimini yüz yıllar öncesinden tamamlamıştır. Reform, Rönesans, Fransız İhtilâli gibi asırları etkileyen ve dünyaya yön veren olayların yaşanması ise ülkemizde hala gerçekleşmemiş diyebiliriz.
Özellikle ülkemizdeki siyasi çekişmelerin esiri olmuş toplum ve topluma yön veren siyaset, bürokrasi ise ülkeyi ileri taşımayı bırakın, sabah akşam kavga etmekten pek bir şey yapmadığı ortadadır. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana ve öncesinde de siyasi çekişmeler, ülke yönetiminde söz sahibi olabilmek için karşıdakini zorla veya değişik yöntemlerle rezil etmeye kadar varan olaylar durmadan yaşanmıştır. Daha doğrusu ideolojisi farklı olduğu için karşıdaki ideolojiye yaşama hakkını vermeyen yapıların sazı eline almasıyla, toplumda aynı yöne evrildi. Kemalizm ve muhafazakâr kesim arasında yaşanan, bazen kanlı ve bazen de kansız olayların yaşanması da toplumu adeta ikiye böldü. Şu an ki siyaset anlayışına laf edenler, eskinin kirli yönetimine laf etmez ve hatta Kemalizm adı altında insanlara yapılan zulümden bahsetmezler çünkü bütün insanları balık hafızalı gibi görürler. Örneğin; Yılmaz Özdil gibi insanlar Atatürk’ü kullanarak köşeyi bulmuş ve hiçbir meziyeti olmamasına rağmen sadece ağzı laf yapan Fatih Altaylı gibi eski sistemin esirleri ise şu an demokrasi dersi veriyor(!) İşte gördüğünüz bu gibi insanlar her şeyi biliyor ve insanlara laf söyleyebiliyorlar. Ahmet Kaya’ya, Recep Tayyip Erdoğan’a, muhafazakâr topluma, başörtülü kadınlara ve Kürtlere aşağılayıcı lafları etmekten hiç çekinmemişlerdir. Güç kendilerinde diye, zulümleri baki kalacak zannettiler muhakkak!
Cehalet topluma kelepçe vurmuşsa, toplumda bu kelepçeden rahatsız değilse, o zaman o toplum için umutlu olmak gereksizdir çünkü bazı coğrafyaların insanları cehaleti sever. Aslında cehalet mı yoksa böyle yaşama isteği mı diye değerlendirirsek, bu şekilde yaşama isteğinden daha hoşlanır gibi görünüyor. Özellikle Cumhuriyet döneminde, Kürtleri, muhafazakar ve İslamcı toplumu ezmek yerine, barış içinde ve konuşarak olaylar halledilebilseydi, sanayi devrimini yapmış toplumlara yetişmek daha kolay olabilirdi belki de. Değişimle gelen her siyasetçi ise Ankara’nın tatlı makam koltuklarında ısınınca, ne için geldiğini biraz unutmuş olsa gerek ki yanlışa ve günaha batmaktan çekinmediler. Aslında bu tür olayların olmamasının en büyük sebebi Kemalizm ideolojisini savunanların hala partilere darbe teşebbüsünde bulunması ve hatta cumhurbaşkanını yok etmek için askerlere duacı olması ise tam rezalet bir durum.
Bütün suç siyasetçilerin mı diye sorarsak, kesinlikle hayır demek doğru olanıdır. Sonuç olarak siyasetçiler gökten inmiyor ve toplumun içinden çıkıyor nihayetinde. Öncelikle bazı coğrafyalarda yaşayan insanların cehaleti kabul etmediğini hep eleştiriyoruz ama gözden kaçırdığımız bir durum var ve belli ki her toplumun beyin yapısının farklı olduğu ve herkesin demokrasi, özgürlük istemediğidir. Özgürlükten kasıt ise soyunmak, sokak ortasında hayvanlar gibi sevişmek değil ve olmamalı da ama bazı kesimler ise özgürlüğü tam da böyle görüyor. Özgürlükten kastımız, hakaret ve şiddet olmadan herkesin, her şeyi eleştirebiliyor olmasıdır ama ülkemiz cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana, bu eksikliği hep hissetti ve gerek kanlı şekilde gerekse de derdest edilerek olayı çözmeye çalıştı ve cehalet ise kartopu gibi büyüdü. Kim bilir belki de bir gün toplum olarak cehalet girdabını hep birlikte, yani tek kişilerin esiri olmadan becerebilir.
Türkiye devleti kurulduğundan beri, karşıt görüşlü tarafların birbiriyle çatışma halinde olduğu bir ülke olmuştur. Özellikle cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda Anadolu topraklarında dinle yönetilmek isteyenler daha fazlaydı ve sonradan Balkanlar’dan yoğun bir göç dalgası başladı, tabii ki Türkiye’den de Balkanlar’a göç yaşandı. Ülke toplumuna dayatılan Laiklik daha doğrusu dinle yönetilmeme ve hatta toplumu da dinden koparma çalışmaları başladı o yıllarda. Zaten devrimlerin çoğu kanlı biter ne yazık ki ve yeni bir rejim içinde binlerce insan katledildi, karşı çıkan binlerce insan ya yerinden edildi ya da öldürüldü. Bilmeyenler için söyleyelim, o zamanlar savaştan çıkan bir toplum fakirlikten, açlıktan ve hastalıktan perişan bir durumdaydı. Yeni bir rejim ve toplumun çoğunun bu rejime karşı çıkması sonucu üzücü olaylar yaşandı maalesef.
Laiklik taraftarları ve din taraftarları arasında acımasızca olaylar yaşandı, özellikle devlet kurumlarının laiklik taraftarlarının elinde olması sebebiyle, din kanunlarına inanan insanlar baya hırpalandı ve yıllarca sürecek bir çekişme içine girdi toplum. Özellikle ülkenin büyük bölümünde askeri rejimin güçlü olması, mit ve emniyet güçlerinin, görsel ve yazılı medyanın da laikçilerin elinde olması ve her şeyi kendi Avrupai kültürüne göre dizayn etmeleri kaosa sebebiyet verdi, haliyle dinci kesimde bunlara karşı çıktı ve bazen şiddet yanlısı eylemler, bazen de mitinglerle tepki gösterdi ama nihayetinde resmi kurumlar, din taraftarlarına karşı olduğu için baya muhafazakarlar ezildiler ve Aleviler, Kürtler’in de hakeza daha çok ezildiğini ifade edebiliriz. Çok partili sisteme geçilmesi de büyük sorunlara neden oldu, bazen askeri darbeler ve bazen de işlenen cinayetler sonucunda karşı taraflara gözdağı verilmeye çalışıldı. Halkın seçtiği siyasetçilere irtica adı altında darbeler yapıldı veya askeriyeye ve Atatürk ilke ve inkılaplarına karşı olduğu bahanesi üretilerek, siyasi partilere ve siyasetçilere kumpas kuruldu. Daha doğrusu halk yok sayıldı yıllarca ama herkesin ve her şeyin bir sonu olduğu gibi laik kesiminin de gücü azaldı ve özellikle AK Parti zamanında neredeyse darmadağın edildi. Özellikle 2008 yılına kadar başörtü sorunun olması ise aslında laiklik meselesinin din ve devlet işlerini ayırmak değil de karşı tarafı sindirmek için kullanılan bir görüş olduğunu söyleyebiliriz. Üniversiteye alınmayan başı örtülü kadınlar, askeriyeye alımlarda namaz kılan bir tane bile aile varsa, o kişinin alımının durdurulması gibi çarpık olaylar vardı, din ve devlet işleri ayırımı savunan görüşün böylesi eylemlere başvurması ise büyük bir çarpıklıktı. Belki de laiklerin kastettiği FETO tarzı bir irtica ve devlet içinde bir devlet yapılanmasıydı ama laikliği savunan kurumların uygulamaları hiç masumca değildi, ezdikçe ezdiler insanları. Özellikle taraflar arasında sağ, sol, dine inananı, laikçiler arasında yaşanan Çorum, Maraş, Tunceli, Ağrı, Menemen, On iki Eylül, İstiklal Mahkemeleri gibi yaşanan olaylar ise ülkeyi iyice geriye götürmüştür.
Laiklik elden gidiyor diyenler, nasıl kendi güçlerini kaybetmemek için bunu bahane ediyorlar ise şimdi de kendi güçlerini kaybetmemek için din elden gidiyor diyenler çoğaldı. Şu an için ülke yönetimi dine inanan ve İslamiyet için mücadele ettiklerini ifade eden kişiler ve bu söylem kendi fikirleri, laikçilerin söylediği argüman gibi. Peki şu an yönetenler de laikçilerin yaptığı hataları yapacaklar mı acaba? diye demokrat insanlar kendilerine soruyor. Çünkü Kemalist’im diyenler için Anadolu insanı çobandan farksızdı ve hatta yaşlı kesimde bu düşünce daha fazladır, nihayetinde yıllarca böyle eğitim verildi okullarda, medyada ve kurumlarda. Evet şimdi muhafazakâr kesimde aynı hataya düşecek mi? Devlet kurumlarına baktığımızda torpilin baya olduğu konuşuluyor, kendi kesiminden veya partisinden alımlar daha fazla olduğu söylemi ise karamsarlığa itiyor insanları. Her gelen politikacı kendi kesimine yarar ve sahip çıkar diye bir yazılı olmayan kanun var maalesef ülkemizde (!) Adalet, eğitim ve medyada yaşanan olaylara baktığımızda ise tek sesliliğin hakim olmaya çalıştığı toplum tarafından dile getiriliyor. İnsanları başı açık diye veya rakı içiyor diye yaftalamak ise işi çığırından çıkarıyor. Tabii ki aynı düşünce karşı taraf içinde geçerli. Namaz kılıyor diye kimseye gerici dememek lazım, sonuçta Hristiyanlar ve Yahudiler gibi Müslümanlar da dinini yaymak isterler. İki tarafında birbirine saygılı olması ve zorlayıcı unsurlardan kaçınması gerekiyor.
Herkes özgürce yaşasın ve ne laiklik ne de din elden gitsin, kim ne yaşamak istiyorsa yaşasın ve bu yaşam biçimi de karşı tarafı rahatsız etmeyecek şekilde olmalıdır. Özellikle Avrupa’nın belli ülkelerinde ve Amerika’da bir düzene oturmuş durumda. Aslında dine inanan toplumun insanları gittikleri yerlere hem küfür edip veya kötü ilan edip, hem de o taraflara gitmesi de tabii ki çelişkili bir durum. Amerika’ya, Avrupa’ya hakaret edenlerin çoğunun çocukları oradaki okullarda eğitim ve öğretim görmüş, tabii ki insan ister istemez bunu yanlış olduğunu düşünüyor. Yani laiklik de elden gitmez, din de yeter ki yönetenler ve bir görüşe inananlar, diğer tarafa kendi fikirlerini zorla kabul etmeye çalışmazlarsa. Ne molla oluşumuyla ne de ölülerin fikirleriyle devlet yönetilemediğini gördük ve görüyoruz, birbirimize saygılı bir şekilde ve kimseye de zorla bir şey dayatmadan, medeni toplumlar gibi yaşamak en iyisidir. Molla devletine örnek olarak İran’ı, diktatörlük olarak da Arabistan’ı örnek gösterebiliriz, sonuçta diktatörlükle yaşayan ve mollalarla yaşayan toplumlar geri kalırlar. Onun için topluma laiklik elden gidiyor veya din elden gidiyor diye gaz veren siyasetçilere susun demek elzemdir. Milletin şu an ana gündemi laiklik veya din değil, insanların karnını doyuracak ve rahat yaşayacak bir hayat istemesidir.
Balık baştan kokar diye bir tabir vardır, herkes kullanır bu tabiri çünkü kendindeki eksikliği ve ahlaksızlığı başkalarına atmak ister, yani yönetenlere. Böylelikle suçlu psikolojisinden kurtulur kendince ve vicdanını rahatlatmak ister, hayatları ise sürekli yaptığı yanlışlara bahane aramakla geçer uyanıklar ülkesindeki insanların. Adaletin eksik işlediği, ekonomik krizlerin olduğu, suçluların kolaylıkla suç işleyip dışarıda gezdiği, kurumlarının torpille, rüşvetle döndüğü, zenginlerinin fakirlere acımasızca davrandığı, fakirlerin ekmekten başka düşünecek bir şey bulamadığı ve siyasetçilerin buna izin vermediği bir uyanıklar ülkesi.
Uyanıklar ülkesindeki toplumun çoğu utanma duygusunu yitirmiştir artık, herkesin birbirini kandırdığı, ticaretin yalan üzerine kurulduğu, parti fark etmeksizin devlet kurumlarının kendi yandaşlarına peşkeş çekildiği, fakirlerin de bu peşkeşten belki bir gün sıra bize de gelir umudu, zenginlerin ise ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler fikriyatı ise ülkeyi ve toplumu daha da büyük karmaşaya sürüklüyor. Aslında her kazık atanın, bir gün kazık yiyeceği bir toplum oldu Türkiye! Belki de ana hedef ve politika tam da budur düşüncesi çoktandır yerleşti zihnimde. Kabile toplumu ve devleti olarak devam etmek, bu ülke insanının ve siyasetçilerinin istediği bir yönetim şeklidir belki de.
Başımdan geçen bir konuyu anlatayım size, evimdeki doğalgaz petekleri tam çalışmıyordu ve ben de tamir etmek için tam dört ustayla görüştüm ve üç bin
Sonradan görme insanların kültürüdür bu durum, eli ve gözü para görünce, mal mülk elde ettiğinde ise pervasızca insanların gözüne sokarcasına hareket eden, insanlara tepeden bakan aşağılık insan sendromu yaşar böyleleri. Kendi karakterleriyle değil de altındaki arabanın, kolundaki saatin ve servetinin verdiği güçle balon gibi şişerler. İnsanlara kendilerini kanıtlamak için ortalığa kişiliğini değil de zenginliğini ön plana çıkarmak ister çünkü o da biliyordur görgüsüz toplumların zenginlere yalakalık yaptığını(!)
Eskiden ağalık sistemi vardı ve onlar çizmelerini giyip, ata binip ve gittiği her yerde güzel karşılanmak isterlerdi, sanki küçük dağları onlar yaratmıştı(!) Günümüz zenginleri de özellikle de devletin desteklediği, belediyelerin hukuksuzluklarına göz yumdukları kişiler ise sanki servetinde fakir fukaranın ve yetimin hakkı yokmuş gibi davranırlar. Aslında bu zenginlerin ve sonradan görmelerin bu kadar pervasız olması ise toplumdan kaynaklı bir durumdur. Örneğin Türkiye’deki bir futbolcu dışarı çıktığında yüzlerce taraftar peşinden gidip fotoğraf çekmek ister ama Avrupa kültüründe böyle durumlar çok azdır. Hatta bu hafta yabancı bir futbolcu da hemen hemen benzer kelimeler kullanmıştı. Bu durum ise toplumun paraya ve güce hayran olduğunun ve taptığının en büyük delildir.
Dışarı çıktığınızda ve kafelere gittiğinizde ise durum değişmez, pahalı telefonunun, sigaranın ve araba anahtarının masaya koyulduğu, sürekli gayrimenkul ve ticaretten bahsedildiği ortamlar bitmez çünkü konuşulacak başka bir konuları yoktur. Ülkemizin genel durumu ise kadın ve erkek kültürlerinin sosyal medyanın da etkisiyle iyice yozlaştığı ve herkesin birilerine bir şey kanıtlamak zorunda kaldığı bir sidik yarışı başladı adeta. Ayşeler’in düğünü ve nişanı böyle oldu, biz altta kalmayalım diyenler mi görürsünüz, amca çocukları yat kat, daire aldı ve biz eksik kalmayalım daha iyisini alalım diyenler mi görürsünüz (!) Yani anlayacağınız lüks ve şatafat ülkenin büyük bölümünü teslim almış durumda çünkü sonradan görmeler böyle oluyor maalesef.
Görgüsüzlük kültürü sadece zenginler ve alt grup insanlara değil, siyasetçilerin de bir numaralı yaşantısı haline gelmiş durumda. Bazı valiler, belediye başkanları, vekiller odalarını ve banyolarını altın tozuyla yapabiliyor, mobilyalarına milyonlarca para dökebiliyor ve bunu da halkın parasıyla yapıyor. Üstelik kendi ceplerinden tek kuruş bile ödemeden. Ülke halkının büyük bölümü sıranın kendilerine gelmesini beklediği için ses çıkarmıyor, olaylara gıpta ile bakan diğer insanlar ise bazen dua ediyor bu duruma gelmek için ve bazen de heykellerden medet umuyor(!) Sonuç olarak görgüsüzlük her alana yayılıyor. Pahalı elbiseler ve kıyafetler, hiç işine yaramasa bile lüks telefonlar, başkaları görecek diye bol keseden para harcamalar ve altından, paradan geçilmeyen düğünler. Ülkedeki doğu ve batı kültürü ise birbiriyle yarışırcasına rekabet ediyor şu an, birileri düğünlerini ön plana çıkarıyor, diğeri ise hoyratça yeme ve içmelerini, gezmelerini paylaşıyor tüm internet ve sosyal medya aracılığıyla, insanların gözüne sokarcasına.
Görgüsüzlüğün temeline indiğimizde ise okulda, ailelerde ve toplumda çocuklara yeterince eğitimin verilmediği ve televizyonlarda, sosyal medyada adeta bir sonradan görme yani görgüsüzlüğün modalaştırıldığı bir hareket var gibi duruyor çünkü ne kadar görgüsüzlük, o kadar lüks şatafat ve tüketim, harcama yapılması demektir. Düşük ve düşkün insanların en temel özelliği ise birine veya birilerine bir şey kanıtlama endişesidir, maalesef ki ülkemizde özellikle son on beş yıldır müthiş bir görgüsüzlük furyası var. Çözüm olarak ise siyasetçilerin, eğitimin, ailelerin ve toplumun şapkayı önüne koyması ama görünen köy kılavuz istemez misali, ülkenin ve toplumun görgüsüzlüğü bırakmayacağı. Ülkenin çoğunluğu ise bu sonradan görme rezil insanlara gıpta ile bakıyor çünkü toplundaki statünün böyle şeyler yaparak atlanacağına inanıyor.
İzmir’in güzel ve şirin bir ilçesidir Menemen. Hem tarihi olaylar hem de ülkenin tarım açısından en değerli topraklarına sahiptir. İlçe sakinleri geçmişten günümüze geçimini tarımdan elde eder. Menemen sanayinin de ilçeye kaymasıyla birlikte müteahhitlerin ilgi alanına girdi. Şehre yoğun bir göç dalgası başladı ve devam ediyor. Öte yandan Menemen ilçesinin derdi çoğaldı ve katlanarak büyüyor. Seçim zamanlarında güzel çalışan Menemen Belediye Başkanı Aydın Pehlivan halkın içinden olan biri olmasıyla şahsımın da takdirini kazanmıştı ve hatta başarısından dolayı köşe yazısı yazmıştım ama seçim biter bitmez aynı başarıya devam edemedi ve adeta halk sorunlarıyla baş başa kaldı diyebiliriz. Seçim sonrasında işten çıkarmalar başladı. Belediyeye ait araziler ihale usulüyle yavaş yavaş satılmaya başlandı. Muhakkak ki belediyeler gelir elde etmek zorunda ve bazen ihale usulüyle arazi satabilir, tabii ki bu halkın yararına olursa(!)
Seçimden önce neredeyse ülkenin her belediyesi gibi İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden de işçi çıkarmalar başlandı ve bunun hemen ardından Menemen Belediyesi de emekçileri kapı dışarı etti. Bunu ayrı bir köşe yazısı olarak yazacağım ileriki tarihlerde, ama görünen şu ki sözler seçime kadar oluyor. Menemen’in neresine giderseniz gidin yollar çukur ve üzeri yara bandı gibi toprakla örtülmeye çalışılıyor. İzmir’den Menemen’de gelen ve Çanakkale’ye giden yol ise adeta obez olmuş bir
Ülkemize ve dünyadaki ülkelere baktığımızda, terazinin bir tarafında mazlumlar ve bir tarafında da zalimler vardır. Bu öyle bir terazidir ki mazlum olanlar gücü eline alınca bazen zalimleşir ve tıpkı kendilerine zulmedenlere dönüşürler. Belki de mazlumlaşmamak için bunu yaparlar, belki de güç onları cezbeder ama nihayetinde her türlü adaletsizliği yaparlar veya yıllardır kendilerine, atalarına kötülük edenlere kinlerini kusarlar.
Ülkemize ve dünyadaki ülkelere baktığımızda, terazinin bir tarafında mazlumlar ve bir tarafında da zalimler vardır. Bu öyle bir terazidir ki mazlum olanlar gücü eline alınca bazen zalimleşir ve tıpkı kendilerine zulmedenlere dönüşürler. Belki de mazlumlaşmamak için bunu yaparlar, belki de güç onları cezbeder ama nihayetinde her türlü adaletsizliği yaparlar veya yıllardır kendilerine, atalarına kötülük edenlere kinlerini kusarlar.
Ölüm denilen gerçeği unutur insanların çoğu, dünyanın güzelliği ve yalancı baharı cezbeder onları. Kimileri yollarını kaybedip, dünyadaki amacını unutur ve bazıları da amaçsız yaşayıp, kuralsız devam etmek ister. İnsanları amaçsız bıraktığınızda ise başıboş bir sokak köpeği gibi uzatılan her ekmeğe ve bir baş okşamasıyla mutlu olur. Halbuki amacı olsa bir kişinin, hem ekmeğini elde eder ve hem de baş okşamasının aslında onu küçük düşürdüğünün farkına varır. Bunun içindir ki hangi tarafı tutarsanız tutun bu önemli değildir, önemli olan hakkı ve adaleti tam savunabilmektir. Muhakkaktır ki zordur bazı dönemlerde adaleti savunmak çünkü adaletsizlikler kaya gibi her taraftan üstünüze yağıyordur.
Dünyadaki ve ülkemizdeki siyasetçilerin, zenginlerin çoğu ise insanları önce açlık sınırına mahkum ederler, sonra da ölmek üzere olanlara gelip, bir ekmek uzatıp, al hayatta kal derler(!) Özellikle cehaletin kol gezdiği ve dini tahakkümlerin hüküm sürdüğü coğrafyalarda bu daha kolay uygulanabilir bir durumdur çünkü insanları korkutmak, sindirmek için ya sıkı kanunlar lazım veyahut din denilen olgu. Tabii ki ülkemi dinin şartlarıyla yönetilmesini istiyorum diyene kızamayız, veyahut ülkemi laiklik çerçevesinde yönetilmesini istiyorum diyene kızmadığımız gibi. Bizim gibi toplumlarda ne dinin esasları ve ne de laiklik eksenli bir ülke yönetimi olabilir, çok renkli ve çok sesli bir insanlar topluluğunda bu mümkün değildir ama iki tarafında hür yaşadığı bir toplum pekala kurtulabilir.
Bizim ülkemiz ve toplumumuz ne tam demokrasiyle yönetilebilir, ne de tam şeriat kanunlarıyla çünkü insanları kendi amaçları için kullanan siyasetçiler ve zenginler var ortada. Aslında demokrasi denilen olguyu halka benimsetmek kolaydır, adaleti ve ekonomiyi toplumun şehrinden, köyüne kadar eşit şekilde dağıtırsanız herhangi bir sorun kalmaz. Topluma laikliği dayatmak ne kadar abesse, şeriatı da dayatmak o kadar abestir. Aslına bakarsanız, siyasetçiler ve düzeni kuranlar ne tam demokrasi ister ve ne de tam şeriat, ne kadar kaos olur ise o kadar koltukları sağlam olur çünkü. Hesabına gelene ses çıkarıp, namus bekçisi kesilenler, kendi evindeki namussuzluklara ses çıkarmazlar. C partisinin belediyesi, halkın parasını boş konserlere ve ülkeye, nesillere hiçbir faydası olmayan şarkıcılara milyonlarca para verirken, A partisi bas bas bağırıp ortalığı yıkıyor ama A partisinin kendi belediyesi bunun on katını yapınca da dut yemiş bülbüle dönüyor(!) Anlayacağınız üzere güç kimdeyse onun sesi gür çıkar ve bakmayın şu an mazlum rolünde olanlara çünkü yarın onlar güçlü olunca da aynısını yapacaklardır.
Benim tarafım, senin tarafın ve onların tarafı değil de bir olamayan toplumlar ve adaleti yek vücut savunamayan ülkeler fakir kalmaya, koyun gibi güdülmeye, yağmalanmaya mahkumdur. Sadece bizim ülkemiz değil, tüm dünya milletleri ve ülkeleri için geçerlidir bu durum ve asla şaşmaz. Her şeyin para, her şeyin gösteriş ve her şeyin şatafat olduğu toplumlar geri kalan ülkelerdir. Bu coğrafyada yaşayan insanların çoğu da adaletten yoksundur ve herkes kendi adaletini sağlamak ister çünkü kargaşa sürekli birilerinin makamını sağlamlaştırır. Tıpkı İran ve İsrail’in birbirinden beslenmeleri gibi. Kargaşanın olduğu yerde ise kimsenin aklına demokrasi, hukuk, ahlak ve adalet gelmez çünkü adaletin altını oymayı hukukçulara, toplumların çürümesinde doğru bilgi vermeyen din adamlarına, ahlaksızlığı ise siyasetçilere görev olacak şekilde verdiler. Sonuç olarak ahlaksız, adaletsiz ve çürüyen toplumlar ortaya çıktı.
Dünyamız ezelden beri insanların birbirleriyle çıkar çatışmasına şahit olmuştur. Bazen ticaret, bazen taht kavgaları ve bazen de sosyal yaşam üzerine. Her birey menfaatçi değildir ama insanların çoğu da menfaate dayalı ilişkiler kurar. Çağımızda menfaati olmayınca, elini bile kıpırdatmaz insanoğlu çünkü toplumları birbirinden ayıran, küçük parçalara ayıran ve sonra da onları kendi menfaati için kullananlar ortaya çıktı. Önce ırka ayırdılar, sonra renge ayırdılar ve en sonunda din unsurunu kullandılar ki kimse sesini çıkarmasın. Kurulmuş yapılara karşı koymak kolay değildir, toplumsal fikirleri yok ederek, bireyselliğe önem veren bir yapı kuruldu. Herkesin sadece kendini düşündüğü, benlik duygusunun zirve yaptığı yeni bir dönem. Bu dönem ise insanları ve toplumları birbirinden uzak tutarak; bazen devlet, bazen siyaset ve bürokrasi, bazen de ulusları birbirine kırdıran bir vahşi dönem özellikle oluşturuldu. Haliyle bu durumun sonucunda da insanların birbirine bakışı sadece yeşil kağıtlar ve menfaat üzerine kuruldu. Dünyamızdaki tepkisizliğin nedeni en büyük nedeni ise herkesin kendini düşünmesi, bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesi ve benim rahatım yerinde o halde diğerlerine üç maymunu oynarım fikri dünyayı kasıp kavuruyor ve sıranın sana gelmesini beklersin, sıranın sana gelmeyeceğini düşünerek! Dünyada ki tüm karışıklığın özellikle Müslüman ülkelerde olması ise toplumlarının gerçekçi düşünceleri değil de hayali düşüncelere sarılıyor olmasındandır. Araplar, Farslar, Türkler, Kürtler, Azeriler ve orta doğuda yaşayan tüm halkların ortak özelliği hiçbir kural ve kaideye uymamaları çünkü devlet denilen otoritenin hakkıyla ve adaletli şekilde bir yapıya kendini dönüştürememesinden kaynaklanıyor. Kurallar ve kanunlar ne kadar sert olursa, bireyler ve toplumlar o kadar suçtan uzak durur ve menfaati yaklaşıma girişse bile önünde koskocaman bir adalet anlayışı olduğu aklına gelir, işte buradaki temel unsur ise devleti yönetenlerin ve kurumların hakkıyla işini yapması gerektiği anlayışı ortaya çıkıyor. Toplum siyasetçiye, siyasetçi topluma ayak uydurur, sonuçta ne siyasetçiler gökten indi ve ne de toplum, kurumlardaki ve siyasetteki yozlaşma ise toplumun daha da çürütür. Devletleri devlet yapan üç unsur vardır; toprak, toplum ve kurumlar, işte bunlar bozulduğu için Filistin adındaki devlet şu an yok oluyor. Liderleri ve halkı, yiyip içtiler ve sofrayı kuran kaldırsın dedikleri için şu an İsrail tarafından yerle bir oluyor. Mesela Yaser Arafat denilen adamın kızı ve karısı, İngiltere’de koskocaman bir sokağı satın almışlar ve sadece kendilerine ait sokakları var, işte durum tam da budur. Araplar yılda milyarlarca dolar para kazanıyor Kabe ziyaretlerinden ve petrolden mesela ama gel gör ki yanı başındaki soykırım için tek ses etmiyorlar. Çocukları Avrupa ve Amerika’da zevk-ü sefa sürerken hemen yanlarında milyonlar yok oluyor. Tabii ki sadece Araplar değil, tüm toplumlar ve devletlerin liderleri bir yandan zalimle birlikte iş tutarken, bir yandan da zalimlere televizyon önünde sert söylemlerde bulunuyorlar! Nereden baksanız riyakarlık, mesel İran devleti ve başka devlet liderleri. İşte bireysel menfaatin bu kadar yaygınlaşmasıyla birlikte coğrafyalar huzursuz ve herkes sıranın kendisine gelmesini bekliyor çünkü herkes çantasını doldurmakla meşgul şimdilik. Devletlerin adalet düzeni bittiğinde ise devletler yozlaşır, devlet çöküşe gider ve bu çöküşü de büyük devletler destekler çünkü yıkılması en kolay devlete dönüşürler. Avrupa’da yolsuzluk, hırsızlık ve adam kayırma gibi problemlerin ortadan kalkmasının sebebi ise kesinlikle devletlerin sert kurallar ve kanunları uygulamasıyla ortaya çıkmıştır. Adalet herkes için geçerlidir, birilerinin fikirlerini beğenmiyorsunuz diye onları kör kuyuya atmak ve desteklemek yanlıştır. Ülkemizin durumu şu an aynen böyle, devlet hangi tarafın eline geçerse, o taraf diğerlerine düşüncelerini zorla kabul ettirmek istiyor. Yani ne zalim belli ne de masum!
Tarihi olaylara baktığımızda, dünyanın ve ülkemizin çokça badireler atlattığını öğrenebiliriz. Bazen büyük savaşlar ve ekonomik buhranlar yaşanmış, bazen de toplumsal olayların patlamasıyla ülkelerde devrimler gerçekleşmiştir. Kimi devrimler iyi, kimileri de kötü şekilde olmuştur ve en önemlisi de bu devrimler sonucunda insanlar zarar görmüş ve hatta insan katliamları yaşanmıştır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde gerçekleşen değişimler, ülkemizde de kanlı şekilde olmuştur. Özellikle de 1923 yılında acı olaylar yaşanmıştır. Bir oluşumu yüceltirken, diğer oluşumların üzerine kan atmak ise ancak olayları daha çok büyütür. İşte ülkemizde şu an gerçekleşen tüm olayların kaynağı geçmişte atılan yanlış veya erken adımlardır diyebiliriz çünkü yıllarca sürebilecek değişimlerin kararlarını bir günde yapamazsınız. Kararları uygulamaya koymaya çalıştığınızda da trajediler ortaya çıkar ve toplumsal olayların önünü alamazsınız veya Cemal Gürsel, Kenan Evren gibi kaba kuvvetle halletmeye çalışırsınız. İşte bu yüzdendir ki her şeyin başı ve sonu adaletle olmalı, adalet denilen olgu herkese lazımdır, terazilerde güçlü olanın değil, haklı olanın ağır geldiği bir durum olmalıdır. Kimsenin hukuk kararlarına inanmadığı, kimsenin suç ve cezaları önemsemediği bir dönemdeyiz. Avrupa’dan gelen gurbetçiler bile iki günde ülkeye ayak uyduruyor, Almanya’da İsviçre’de tüm kanunlara harfiyen uyan insanlar gelip burada magandalık yapıyor çünkü adalet kavramına kimse inanmıyor artık. Bin lira borcu olan insanın bütün mallarına haciz getirenler, milyon dolarlık kara para aklayan suçluları el üstünde tutuyor! İşte böyle bir adalet var. Dünyamızda ve ülkemizde maalesef ki güçlü olanın, zenginin, makam sahibinin dediği oluyor her zaman. Her ne kadar görsel medya (TV) ve yazılı basın gazeteler göstermesede ülkemizin adalet terazisi kırılmış ve bunu da ancak sosyal medyada yaşanan olaylardan öğreniyoruz. 46 suç kaydı olan ve topluma zarar veren bir caniyi ise adalet sağlayıcı hakim ve savcılar serbest bırakıyor ya da adalet sağlaması gerekenlere böyle bir talimat veriliyor, yoksa başka hiçbir açıklaması yok bu film gibi olayların. Şu an yüzlerce ve binlercesi dışarda bu suçluların, özellikle bir siyasi partinin talep etmesi üzerine mafyacıları içerden çıkaran kanun tasarısının kabul edilmesi sonucunda, tüm dosyaların içi boşaldı! Evet geçmişte de olaylar çok oluyor, geçmişte de düzen yoktu, adını koymak gerekirse Atatürk’ün ismini kullanarak kendine alan açan ve kendine Kemalist diyen gruplar topluma kan kusturdu. Kendinden olmayanlara ve düşünmeyenlere karşı köpek muamalesi yaptılar ve bu durum herkesin malumu. Belki şu an sosyal medyada patlak veren olaylar yeni olmuş gibi görmek tamamıyla yanlıştır, evet düzensizlik daha da arttı ve olaylar daha çok büyüdü ama geçmişten gelen bir kartopu vardı zaten. Şu an kimse görmek istemese de ülke bir yangın yerine dönüşmüş şekilde, kimsenin birbirine tahammülü yok, eline silah ve bıçak alan ise kendi adaletini sağlıyor! Sadece normal sokaktaki insanlar değil, emniyet görevlileri, adalet sağlayıcılar, siyasetçiler ve makam sahiplerinin hepsi kendi adaletini sağlama peşinde. Bunun en büyük nedeni ise adaletsizliğin adalet olduğu yerde, herkese kendince adaletini yerine getirmeye çalışır. Ben bu olayların bilerek önünün alınmadığını düşünenlerdenim çünkü baraj suyunun kapısını açtılar bir kere, mecburen her yer sele teslim olacak. Aman benden uzak olsun bu sel dediğiniz an, bir gün gelip kapınıza dayanacak. Dünya genelinde de durum çok farklı değil aslında, hukuk ve evrensel değerleri tanımaz ülkeleri görüyoruz, istediğine saldırıyor ve istediğine savaş açıyor, ne masum dinliyorlar ve ne de mazlum. Özellikle orta doğuda bu olayların önünü almak artık imkansız hale geldi çünkü terör örgütlerinin yuvası haline gelen veya bilerek getirilen ülkeler var artık. Örneğin 1970’li yıllarda daha özgür olan İran, Afganistan ve Pakistan gibi ülkeler şu an terör devleti haline geldiler çünkü terör örgütleriyle yönetilen damgası yediler dünyadan, aslında bu ülkeleri bu hale getirenler en büyük terör devletleridir ama güçlü oldukları için kimse bir şey yapamıyor. Nereye gideceğini artık kestiremediğimiz bir yapıya doğru gidiyor ülkemiz, eskiden de berbat olan bir durum, daha da kötüye gidiyor. Belki de böyle isteniyor tam olarak, kimsenin görmek istemediğini kaleme almaya çalışıyorum, aslında daha da derine girmek isterdim geçmişten günümüze kadar yaşanan olayları ama maalesef ki ülkemiz fikir beyanında özgürlükçü değil bey çok az. Herkesin başını avucunun içine alması gereken bir dönemdeyiz, geri dönülmez bir yola çoktan girmiş ülke ama bunu düzeltmek için de demokratik yollara başvurmak elzemdir. Kendimiz için, gelecek nesiller için. O, bu, şu demeden birbirimize destek verip, suçluları ve toplumsal olayları körükleyenlere engel olmak lazım, yoksa o baraj suyu evinizi de alıp götürecektir bir gün. Tıpkı İstanbul surlarında vahşice ve namussuzca başı koparılıp sokağa atılan kardeşlerimizin akıbeti gibi ve ailerinin dramını yaşamak istemiyorsanız birlik olmak lazım. Şunu söylemeden geçemeyeceğim, Türkiye’nin en büyük sorunların başında vasıfsız muhalefet gelir.
“Mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan.” bu söz aslında insanların dünya malına tapmasının ne kadar gereksiz olduğunu ifade ediyor ve en çok etkilendiğim sözlerdendir. Dünya malı için ailesine, sevdiklerine ve tüm insanlara kin besleyecek kadar gözü dönmüşlük derecesine varan ve şahsiyetini kaybetmiş asalaklar vardır herkesin çevresinde. Paranın kölesi olmuş insanların çoğuna baktığımızda ise sürekli hayali düşmanlar üretirler kafalarında, halbuki bilmezler ki mezarlıklarda olanların çoğu da onlar gibi akılsızdı.
Dünyamız menfaat yeri oldu, insanların işine yaradığın kadar değerin ve saygın vardır. Daha doğrusu ise parayla adamlığın olduğu bir çağdayız. ‘Silah icat oldu mertlik bozuldu’ atasözü on yıllar önce lügatımıza girdi ve çok doğru bir söz, ben de şunu eklemek isterim: Para icat oldu, insanlık bozuldu. Evet yeşil kağıtlar ortaya çıktığından beri kavgalar, savaşlar ve entrikalar bitmedi insan hayatında. Sadece devletler arasında değil, yan komşumuzdan, akrabamıza ve oradan da tüm insanlığa yayılan bir insanlık bozulma meselesidir bu. Kardeşin kardeşe düşman olduğu, makam sahibi insanların daha fazla para için birbirinin kuyusunu kazması ve devletlerin acılı ve kanlı savaşlara girmesi ise hep menfaat ve paranın eseri. Peygamberlerin bile maddiyat için öldürüldüğü, peygamberlerin dönemlerinde bile ganimet için sert tartışmaların olduğu yerde ve halifelerin birbiriyle kanlı bıçaklı olmasını gözönüne alırsak, dünyanın insanları ne kadar körleştirdiği ortaya çıkıyor. Toplumdaki dayanışmayı, sadakati ve eski bağları göremediğimizi herkes biliyor veya yaşı yetenler, insanlığın altına dinamit koyan bu yeşil kağıtların; eşleri birbirine düşmanlaştırdı, akrabaları kanlı bıçaklı hale getirdi, toplumu ise adeta ucu sivri kılıcın üstüne oturttu. Özellikle gelişen ve değişen çağımızdaki insanların artık kimseye hiçbir aidiyet hissetmediği, sadece benlik duygularına kapılıp, bencil bir kişiliğe dönüştüğünü herkes gözlemleyebilir. Madem herkes paranın kölesi oldu, o halde köleleri yönetmek çok kolaydır diyor siyasetçiler ve zenginler çünkü para için her şeyi yapanlar, çabucak köle olurlar ve her türlü ahlaksızlığı yaparlar, ayrıca da hiç utanmazlar. Muhakkak dönemimiz zor ve herkesin kendini, ailesini düşündüğü bir dönem lakin toplumu çukura atıp, sadece benim yükselmem gibi fikirler ise insanların çoğunu aç kurtlara dönüştürür, sevgiyi ve samimiyeti, hatta saygıyı bitirir. Baba eş, baba çocuklar, anne çocuklar ve aileler ile toplum arasında önü alınamaz bir uçurum ortaya çıkarır ve bu durum ise yeşil kağıtlar için her şeyi yapacak insanlara dönüştürür hem aileyi hem de toplumu. Böyle olunca da suç oranları artar, intihar oranları yükselir, dolandırıcılık, kumar gibi unsurlar ülkenin uçuruma sürüklenmesine sebep olur ve şu an ülkemizde yaşanan durumun özetidir aslında bu. Herkesin kendini düşündüğü, kimsenin kimseye eyvallah demediği ve tüm olanların, yaşananlar neticesinde toplumlar hapı yutmaya mahkumdur çünkü herkes birbirinin kıyusunu kazar, böyle toplumlarda. İnsanların dönüşmesi ve medeni olması kolay değildir çünkü bazen genlerden kaynaklanan bir durumdur. Yetişkinlere insanlığı anlatmak zordur ve değiştirmekte haliyle ama çocukları değiştirmek kolaydır, devletin iyi bir eğitimle ve sağlıklı bir gelecek vadettiği küçükleri menfaat için değil de insanlık için yararlı olabileceklerine inandırmak lazım. Bunu yapmak tabii ki hemen olacak bir olay değildir, belki de bir neslin gitmesi ve sonraki nesli iyi yetiştirmekle olabilecek bir şey ama siyasetçiler bunu ister mi, tabii ki orası meçhul (!)
Dünyanın neresinde olursanız olun, yaptığınız yanlışların ve suçların üstünü örtmek için bazı kutsallar bulabilirsiniz. Bu kutsal sayılanların arkasına sığınarak ve bunlarla ilgili olabildiğince nara atarak, kendinizi her zaman güvence altına alabilirsiniz ve bunun zamanla, çoğrafyayla pek ilgisi yoktur. Hatta üstüne bir de zenginseniz ve siyasetçiyseniz zaten sorun yoktur, toplumlar ve insanlar kendi kutsallarını kendileri doğurur, bu bazen savaşlardan, bazen icraatlarından ve bazen de eski zamandan gelen inanışlardan kaynaklanır.
Türkiye toplumuna baktığımızda ise din, devlet, bayrak ve Atatürk kutsal sayılan ve dokunulması, eleştrilmesi yasak olan çizgilerdir. Özellikle toplumu yanlış yönlendiren yazarlar, siyasetçiler ve kanaat önderleri sebebiyle, hiç kimse yapılan yanlışları ve suçları açıklamak istemiyor çünkü toplumun ağzına baktığı bu insanlar, millete gaz vererek suçluları ve zenginlere korunaklı bir alan açmışlar ve açıyorlar.
Öncelikle toplumu baskı altına almak ve kendi ideolojisini, diğer ideolojilere karşı üstün göstermek için bazı kutsallar ortaya çıkarmak lazım ve bunun neticesinde ise kurumları, toplumu ve kısık ses bile olsa herkesi susturmak amaçlanır. Özellikle siyasetçiler bu işi çok iyi yapar, Atatürk eleştirildiğinde, yoksa sen Atatürk düşmanı mısın derler mesela veya dinin bazı yanlışlarını ifade ettiğinde ise bakın bu dinsiz ha diye toplumum önüne atarlar o insanı. Binlerce defa şahit olmuşuzdur bu duruma, kendi menfaati ve geleceği için kutsalların
Dünya öyle bir yer oldu ki insanlar birbirinin kuyusunu kazar oldular, tanıdıkları veya tanımadıkları, aile içi ve dışı akrabalar da fark etmiyor bu devirde. Muhakkak eski çağlarda da güven ve güvensizlik üzerine insan ilişkileri kuruluyordu ve o zamanlarda da güven krizi vardı ama şu çağımızdaki gibi kan emiciler daha azdı. Bunun birçok sebebi var; nüfus artışı, teknolojik aygıtların fazlalığı, görsel medyanın kötü olan olayları daha cazip hale getirmesi, ekonomik ve maddiyat kavramlarının haddinden fazla yüceltilmesi sonucu ortaya çıktı bu durumlar.
Bu hayat yolunda, kimi aldığımız kararlar başımıza bela olur ve kimi kararlarımız ise hayatımıza taç olur. İnsanlar karar vermeden, bir şeylerin olumlu mu yoksa olumsuz olduğunu anlayamaz, bunun için bir konu hakkında cesurca davranıp, hareket etmek şarttır çünkü en kötü karar bile kararsızlıktan iyidir. Amaçsız yaşayamaz canlılar, ister bu hayvan olur, ister insan ve isterse de bitkiler, hepsinin bir amacı vardır ve olmalıdır. Amaçları için çalışmalı ve ona göre karar vermeyi bilmelidir aklını kullanmayı bilen canlılar, yani insanlar. Herkesin hayatında, dönemsel olarak kararsızlık içinde boğuştuğu zamanlar vardır ve bu bazen korkudan, bazen risk almayı göze alamadığı ve bazen de yapamayacağını, başaramaycağına kanaat getirdiği içindir. Özellikle gençlik dönemlerinde atılan her karar, ileriki zamanlarda karşımıza çıkar ve bu kararların etkisi bir ömür devam edebilir. İşte bu durumdan dolayı insanlar atacakları adımı, düşünerek atmayı tercih ederler. Böyle bir düşünce kesinlikle doğrudur ama hiçbir adım atmadan yaşamak ise kötüdür çünkü oturduğun yere, kimse altın tepside bir şey getirmez.
Yaşam güzeldir kimileri için ve kimileri için de ızdırap, bunun en büyük sebeplerinden ikisi ise yanlış zamanda atılan doğru kararların hiçbir işe yaramadığı ve doğru zamanda atılan yanlış kararlar yüzünden hiçbir şeyin olumlu halde yürümediği gerçeğiyle yüzleşir insanlar. Peki doğru veya yanlış zaman, ya da
Kitaplarda, masallarda veya batılı ülkelerin elit ortamları için iyi, nazik ve anlayışlı olmak kavramları yüceltilir hep ve bu davranışların her ortamda, her toplum için geçerli olduğu söylenir. Belki de bu gibi kavramların işe yaradığı yerler vardır ama kesinlikle bu durum toplumdan topluma ve insandan insana değişir. Medeniyet görmemiş, her şeyi kaba kuvvetle hal edeceğini düşünen birine gidip, tatlı dil dökmek ise ancak sizi ezik gösterir. Anlayacağınız üzere nazik ve anlayışlı olmak herkes için geçerli değildir ve özellikle ülkemizdeki toplum için hiç uygun değildir çünkü medeniyetin geç geldiği, özellikle de konuşma medeniyetinden uzak olan insanları düzeltmek zordur.
Aslında insanların hayatı biraz da orman kanunlarına benzer, daha doğrusu insan medeniyetinin gelmediği ülkelerde böyledir çünkü ormanlarda kim güçlüyse ve gözü karaysa o kazanır ve herkes ondan çekinir. Ne yapacağı belli olmayan, raydan çıkan imajı verenler hep öndedir ve karşılarındaki insanlar savunmaya geçer. Gönül isterdi ki diğer yazılarımda olduğu gibi iyiliği, güzelliği ve ahlak kavramlarını yüceltebileyim ama bazen hayatın asıl gerçekleri vardır ve bunları anlatmak gerekiyor. Tabii ki yine iyi olacağız, ahlaklı olcağız ama batı medeniyetinin veya ülkemizdeki masallarda anlatılan hayali kavramların da içinin boş olduğunu belirtmeden geçmemek lazım.
İnsanlara iyiyi, doğruyu anlatmak lazım ve hatta bu devlet politikası olmalı,
Bu gibi insanlar tehlikelidir, uyanıktırlar ve toplum önünde savundukları ideolojilerini, inanıyoruz dedikleri dinlerini kendi menfaatleri için çok güzel kullanırlar. Kimseyi düşünmez, fakirin ekmeğini elinden alır ve çıkarı için gözü kör olmuştur böylelerinin! Toplumun, yakınlarının ve çevresinin arkasından her türlü alavere dalavereyi yapar lakin topluma ve karşısındakilere tam tersini savunur. Yani ne iseler, neyi yapıyorlarsa tam tersini savunurlar. İnsani duyguları kalmamıştır böylelerinin, garibanı ve temiz niyetli insanları kandırmayı büyük marifet sayarlar çünkü onları kullanıp ve sonra da atılacak bir çöp gibi görürler. Bulundukları ortamlarda ve sosyal medya mecralarında özlü sözler söylemekten, namus edebiyatı yapmaktan kesinlikle geri kalmazlar, böyle yapınca insanları etkilediklerini düşünürler ve çoğu zaman da etkilerler! Hep planları vardır; bir yerlere gelmek, makam elde etmek gibi ve para kazanmanın insan canından, toplumdan daha değerli olduğuna kanaat getirmişlerdir! Ahlaksızlıklarından kesinlikle hicap duymazlar, yüzlerine yaptıkları rezillikler vurulunca da hemen konuyu başka mecra ve konulara çekmeyi bilir, böyle bir şeyi ifade etmediklerini, aslında bunu, şunu söyledik ama siz yanlış anladınız derler, hatta karşısındakileri suçlayacak pozisyona getirip, sonra da mağdur edebiyatı yaparlar. Söylediklerini, eyleme geçirdiklerini video kaydı olarak bile izletseniz yine kabul etmez ve içten içe gülerler bu duruma, yüzleri kızarmaz çünkü. Narsist bir kişiliğe sahiptirler, insanların aklıyla alay edip ve sonrasında ise
Her şeyi kendine müstahak gören insanlar vardır çevremizde, pragmatik (faydacı) davranan bu kişilerin ana özelliği ise kendileri en iyi şekilde yaşarken, başkaları dibin dibini görsün fikri vardır beyinlerinde. Kötü insanlar için ne bir ahlak ne de bir etik kural yoktur; çünkü insani duygularını kaybetmiş ve adeta ormanda yaşayan vahşi bir hayvan gibi davranır. Ben merkezli fikirleri vardır, sadece benlik anlayışı içine giren ve dünyada sadece onlar yaşıyormuş gibi davranırlar. İster devlet adamlığında ister kurumlarda çalışan bir memur ve isterse de ailemiz, çevremizden biri olsun hiç fark etmez böyleleri ve hemen kendilerini belli ederler. İyi insanların karşı koyamadığı veya karşılarına çıkmaya cesaret edemediği bu insanlar, zamanla daha azgınlaşır ve daha da rezilliklere bulaşırlar.
İnsanlar yaptığı yanlışlardan, hatalardan ve işledikleri eylemlerden bir mahcubiyet yaşayabilmeli çünkü insani değerler bunu gerektirir. Şahsiyetini kaybetmemiş her birey; utanma duygusunu iliklerine kadar yaşar, yüzü kızarır ve başı önünde gezer, toplum ve insan medeniyetinin red ettiği olayları yaşadığında. Sosyal yaşamda kabul olunmayan davranışları hepimiz yaşayabiliriz çünkü düşmez kalkmaz bir Allah ama o davranışı yaptıktan sonra bir geri çekilme olmalı insanın hayatında, mesela özür dilemeyi bilmeli veyahut o davranışı bir daha yapmamalı ki gerçekten o mahcubiyet içinde olduğu gözlensin.
Toplumun rolü çok fazladır, yanlış yapılan davranışlara tepkisini göstermeli ve bu yanlışları, suçları ayıplayabilmeli ki genelleşmesin ve doğal karşılanmasın bu tür olaylar. Bir toplumu yıkan en büyük nedenlerin başında ise her şeye kayıtsız kalması gelir, aman bana ne veya bana dokunmayan yılan, bin yaşasın gibi davranışlar içine girmek doğru değildir. Herkes tepkisini koymalı, bireylerde ayıplı davranışlara nasıl tepki veriyorsak, devlet ve devlet büyükleri de ayıplı davranışlara girdiğinde tepki verilmeli ki daha da büyümesin bu tür rezillikler. Devlet kutsaldır ama insan da kutsaldır çünkü devlet; ben, sen, biz, siziz ve böylelikle hepimiz devleti oluşturuyoruz. Örnek vermek gerekirse, Turgut Özal’ın “Memurum işini bilir.” sözü aslında rezilliğin ve suçun genelleştiğinin en büyük göstergesiydi. Her şeye göz yumulan bir ülkede, her tür rezilliğin yaşanması olağandır.
Kendini herkesten üstün görme hastalığıdır. Hiç bilmediği konularda bile haklı olduğunu düşünür, bilgili olduğunu zanneder, konuşurken karşısındakilere küçümçeyici kelime kullanmaktan çekinmez. Başkalarına yaptığı davranışlar kendisine yapıldığında ise öfekelenir ve küser çünkü cahil ve narsist bir kişiliği vardır bu tür insanların. Toplum önünde hata yapmaktan veya rencide edilmekten korktukları için bu role giren insanlardır. Bir patron ise işçilerini, bir aile büyüğü ise eşini ve çocuklarını, toplum içinde ise hemen kendini gösterme telaşındadır. Havaya bakar yürürler böyleleri, küçük dağları bunlar yaratmıştır çünkü! Anlayacağınız üzere psikolojik bir durumdur ve kişi de kendini bilir ama dışarıdan saygınlık kazanmak ve üstün olduğunu göstermek ister.
Gurur ise kendini beğenme halidir, yani ben kendime yeterim ve kimseye ihtiyacım yok duygusı içine girmesidir. Nihayetinde kibir, gururun doğal bir uzantısı ve neticesidir diyebiliriz çünkü gururlu insan özünde diğer insanlardan üstün görür kendini, kibir ise dışarıdan saygı görmek ve üstünlük taslamayı eylemlere dökmektir. Narsist insanların genel özelliğidir kibirli ve çok gururlu olmaları, en iyisi, en güzeli, en önemlisi odur. Ben merkeziyetçi bir davranış içindedirler ve kaba, saygısız, sonradan görme, patavatsız ve rezil insanlardır böyleleri. Daha doğrusu cahil bir yaratıklardır ama kimse bunları onların yüzüne söylemez genelde, söylediklerinde de bir daha o kişiyle konuşmazlar. Madem ki hepimiz toprak olacağız sonunda
“Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur.” diyor Yunus Emre. Dünyadan kimler geldi, kimler geçti, sayısını kimse bilemez, belki milyarlarca insan olduğu tahmin edilebilir o kadar. Mal, mülk, şöhret ve makamlar hep gelip geçicidir dünyada, bunlara sahip kişilerin ise toprak altında belki de kemikleri bile yoktur. Dünya menfaati için insaniyetliğini kaybetmek, şahsiyetini beş paraya tercih etmek ise o insan için utanç verici bir durumdur.
Dünyamızda dertler, hüzünler ve mutluluklar insanların hayatını olumlu veya olumsuz etkileyebiliyor. Hatta bazen insanların psikolojisini bozup, insanları uzun bir süre depresyona sokabiliyor. Bu durum her insanın başına geliyor ve gelecekte çünkü her şey zıttıyla yaşar bu gezegende. İşte böyle olduğunu bilmek gerekiyor, öğrenince ve bilince insan, bu tarz olayların sadece kendi başına gelmediğini iyice anlıyor.
Gözümüzün önünde milyonlarca insan katlediliyor! Kimileri yerinden yurdundan kaçıyor, kimilerinin bedeninden parçalar kopuyor ve kimileri ise ölüyor. Belki de ölenler en şanslı olanlardır çünkü dünyanın zalimle birlikte olmasından, sessiz duranlardan ve kürsüden yalandan kabadayılık yapanların sesinden kurtuluyorlardır. Hamas denilen terör örgütünün masum insanları katletmesiyle başlamadı olaylar, yarım asırdır devam eden bir savaş veya tek taraflı katliam bu. Bu insan trajedisini siyasetine alet edenler, sokakta veya toplum içinde külhanbeylik yapanların aslında hiçbir şeyin umurlarında olmadığını çok iyi biliyoruz çünkü münafıklığın en büyük göstergesidir, bir duyguyu yaşamadığı halde yaşıyor gibi gözükmeler.
Televizyonda, sosyal medyada görüyoruz hepimiz, birleşmiş milletler toplandı veya elli Müslüman lider toplandı ve Filistin için ortak bildiri yayınladılar haberleri! İnsan bazen düşünüyor bu BM ve elli tane Müslüman lider veya ülke var ama bir İsrail devletinin bu acımasızlığını durduramıyor, işin ilginç tarafı toplanıp hiçbir halta yaradıkları da yok çünkü sadece kınama çıkıyor. İsrail devletini kınıyoruz ve eylemlerini bir an önce durdurmalarını istiyoruz gibi palavradan bildiri. Ama bir yandan da bakıyoruz ki Müslüman olduğunu iddia eden devletler hala İsrail’le ticarete devam ediyor ve Israil’le ilişkilerinde hiçbir gerilemenin olmadığı herkesin gözünün önünde cereyan ediyor.
Böyle mi devam edecek peki bu vahşet diye soracak
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki köpek kelimesi mecazi anlamda kullanılmıştır ve köpeklerin de en az diğer canlılar kadar bu dünyada yaşamaya hakkı vardır. Yaptığınız her işte, başarıda ve çıktığınız her yolda size köstek olmaya çalışanlar olacaktır.
Bununla da kalmayıp, iftira atacaklar, hakaret edecekler, doğrularınıza yanlış diyecekler, bazen hakaret edip, kendi kirlerini ve çamurlarını size atmaya çalışacaklar ama siz bildiğiniz yoldan, onlar istedi diye vazgeçmeyeceksiniz.
Dost, arkadaş ve kimi zaman ise aile üyeleri bile birbirinin iyiliğini ve başarısını istemez, sürekli bir çekememezlik durumundan kaynaklı tartışmalar ve kavgalar meydana gelir. İnsanlarda kin ve kıskançlık duyguları kötüdür, kişileri birbirinden uzaklaştırır ve gönüllerini soğutur sevgiye, merhamete ve iyiliğe. Böyle olunca da insanlar birbirinden uzaklaşır ve birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışırlar.
Bizlere de kin, sevgisizlik ve kıskançlık duygularıyla yaklaşanlar vardır ve tabii ki sizin hayatınızda da bu durum geçerlidir lakin birileri istedi diye, birileri olumsuz etki bıraktı diye, bir şeylerden, doğru bildiğimiz yoldan vazgeçmeyiz ve vazgeçmemeliyiz.
Her tatlı dille yaklaşanı iyilik meleği görmemek lazım, her sarılanın da derman olacağını düşünmemek lazım. Bazen tatlı dille konuşan kişi, yol doğru bile olsa kötü yola yönlendirir, bazen de sarılan kişi ise daha yakından bıçağı ve zehri vermek niyetinde olabilir.
Günümüz insanın ne niyetle