Sayfa Yükleniyor...
“Şimdi sustum, örtün beni, yatırın buraya,
Dünyanın bütün çiçeklerini getirin buraya.” Ceyhun Atuf Kansu
Geçenlerde çok önemli bir konu olan “Çocuklarda Yaşamsal Riskleri” SAĞLIK HAKTIR programımızda elimizden geldiği kadar değinmeye çalıştık. Misafir ettiğim Prof. Dr. Adem Aydın hocama bilgi birikimini ve deneyimlerini paylaştığı için içtenlikle teşekkür ediyorum. Kendisi, Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatri Anabilim Dalı ve Sosyal Pediatri Bilim Dalı Başkanı olarak, çocuk sağlığı ve sosyal pediatri alanında önemli bir uzman. Onun sunumları, benim için sadece akademik bir bakış açısı sunmakla kalmayıp, aynı zamanda daha geniş toplumsal konular hakkında da farkındalık kazandırdı. Prof. Dr. Aydın, öncelikle iklim değişikliğinin çocuk sağlığı üzerindeki etkilerini vurguladı. Çocuklar, çevresel değişikliklerden en çok etkilenen gruplardan biri. Örneğin, hava kirliliği ve su kıtlığı gibi sorunlar, çocukların sağlıklarını doğrudan tehdit ediyor. Bu durum, çocukların solunum yolları hastalıklarına yakalanma riskini artırıyor. Ayrıca, iklim değişikliği nedeniyle yaşanan doğal afetler, çocukların güvenliğini tehlikeye atıyor. Bu nedenle, iklim değişikliği ile mücadele etmek, çocuk sağlığını korumak için kritik bir öneme sahip. Mikrobiyota, çocukların bağışıklık sisteminin gelişiminde önemli bir rol oynuyor.
Prof. Dr. Aydın, son yıllarda mikrobiyota dengesinin bozulduğunu ve bunun çocuk sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini açıkladı. Antibiyotik kullanımı ve sağlıksız beslenme alışkanlıkları, mikrobiyota dengesini bozarak çocukların hastalıklara karşı direncini azaltıyor. Bu nedenle, sağlıklı beslenme alışkanlıklarının teşvik edilmesi ve antibiyotik kullanımının dikkatli bir şekilde yönetilmesi gerekiyor. Çocukların, anne sütü ile beslenmesinin, sağlıklı bir mikrobiyota gelişimi için ne kadar önemli olduğunu da vurguladı. Prof. Dr. Aydın, ebeveyn eğitiminin çocuk sağlığı üzerindeki etkisini de ele aldı. Ebeveynlerin, çocuklarının gelişimi ve sağlığı konusunda bilinçli olmaları gerekiyor. Bu bağlamda, evlilik öncesi ebeveyn eğitim programlarının oluşturulması gerektiğini belirtti. Bu programlar, ebeveynlere çocuklarının sağlıklı gelişimi için gerekli bilgileri sunacak ve onları bilinçlendirecektir. Ayrıca, çocukların eğitim sisteminde sağlık eğitiminin yer alması, çocukların sağlıklı alışkanlıklar edinmelerine yardımcı olacaktır. Aşılar, çocuk sağlığını korumada en etkili yöntemlerden biridir. Prof. Dr. Aydın, aşılamanın çocuk ölümlerini azaltmadaki rolünü vurguladı. Türkiye’de aşılanma oranlarının yüksek olduğunu ancak gelişmekte olan ülkelerde bu oranın düşük olduğunu belirtti. Aşılar, sadece bireysel sağlık için değil, toplum sağlığı için de kritik öneme sahiptir. Aşılamanın yaygınlaştırılması, bulaşıcı hastalıkların önlenmesinde önemli bir adım olacaktır. Ayrıca, sağlık taramalarının ve erken teşhis yöntemlerinin artırılması gerektiğini de ifade etti…
Prof. Dr. Aydın, çocuk sağlığında doğal denge yaklaşımın önemine dikkat çekti. Çocuk sağlığı, sadece fiziksel sağlıkla sınırlı değildir. Toplumsal, çevresel ve psikolojik faktörler de bu sürecin bir parçasıdır. Sağlık hizmetlerinin, bu etmenleri göz önünde bulundurarak tasarlanması gerekmektedir. Aile hekimlerinin, çocukların sağlık risklerini azaltmada daha aktif bir rol oynaması şarttır. Bu bağlamda, sağlık sisteminin tüm bileşenlerinin bir arada çalışması önemlidir. Aile hekimleri, çocuk sağlığını korumada önemli bir rol oynamaktadır. Aile hekimlerinin çocukların sağlık risklerini azaltmadaki önemli görevleri vardır. Aile hekimleri (Daha doğrusu sağlık ocağı hekimi) çocukların sağlık durumlarını izlemek, aşılarını izlemek ve sağlık eğitimi vermekle yükümlüdür. Ayrıca, aile hekimlerinin, toplumda sağlık bilincini artırmak için eğitim programları düzenlemesi gerekmektedir. Bu sayede, aileler çocuklarının sağlıklarına daha fazla önem verecek ve sağlık hizmetlerine erişimlerini artıracaklardır. Sonuç olarak hocamız ile yaptığımız bu sohbet, çocuk sağlığı konusundaki farkındalığımızı artırdığını düşünüyorum. İklim değişikliği, beslenme, ebeveyn eğitimi ve aşılamanın önemi gibi konular; çocukların sağlıklı bir şekilde büyümeleri için kritik öneme sahiptir. Bu konulara yönelik atılacak adımlar, gelecekte çocuk sağlığını korumak için büyük bir fırsat sunacaktır. Sağlık sisteminin, bu dinamik ve çok yönlü yaklaşımı benimsemesi, çocukların sağlıklı bir geleceğe sahip olmaları için gereklidir.
Değerli meslektaşım Prof. Dr. Aydın’a tekrar teşekkür ediyorum…
Programı izlemeyenler için aşağıdaki linkten izleyebilirler…
https://saglikhaktir.substack.com/p/cocuklarda-yasamsal-riskler
Sevgiler…
“Cevapları olan değil soruları olan insanları dinleyin.”
Albert Einstein
Son zamanlarda “Kalp Damar Sisteminden” kaynaklanan hastalıklardan ölümler gerçekten ölümler arttı mı? Arttıysa bunlar COVİD-19 enfeksiyonunu ve yan etkilerini önlemek için yapılan COVİD-19 mRNA aşılarının komplikasyonuna yani yan etkilerine mi bağlı olarak gelişmiştir? Bu sorular ile nerdeyse her an karşılaşmıyorum dersem yalan olur. İmmunity, imflammation disease dergisinin 2023 Mart sayısında çıkan araştırma yazısı (Immun Inflamm Dis. 2023 Mar 17;11(3):e807. doi: 10.1002/iid3.807) yukarıdaki sorularımın yanıtlarını araştırmış. Elimden geldiği kadar bu yazıyı Türkçeleştirip, özetlemeye çalıştım. Umarım COVİD-19 ile yakinen ilgilenen biz infeksiyonculara ve diğer yakın uzmanlara konuyla ilgili sorulan sorulara da bu araştırma ile bir nebze yanıt vermiş oluruz.
Bu sistematik inceleme, COVID-19 mRNA aşıları (BNT162b2-Pfizer-BioNTech ve mRNA-1273- Moderna) sonrasında bildirilen kardiyovasküler komplikasyonlar, tromboz ve trombositopeni olgularını analiz etmektedir. COVID-19 aşılarının hızla geliştirilmesi, güvenlik konusunda endişelere yol açmış ve aşılama programlarının ilerlemesiyle birlikte çeşitli yan etkileri rapor edilmiştir. Çalışmada PRISMA yönergeleri doğrultusunda yürütülmüş ve PubMed, PMC NCBI, Cochrane Library gibi veri tabanlarında Ocak 2022’ye kadar yayımlanmış ilgili makaleler taranmıştır. 81 makale detaylı olarak incelenmiş ve toplam 17.636 bireyde kardiyovasküler (Kalp Damar Sistemi) yan etki tespit edilmiştir…
Bulgular
• Toplamda 17.636 kardiyovasküler olay rapor edilmiştir.
• 13.936 olguda tromboz (pıhtı oluşumu),
• 758 olguda inme (felç),
• 511 olguda miyokardit (kalp kası
“Yaşamın ve ölümün hükümdarı sensin. Sen ne isen, yaptıkların da odur.” Lao Tzu
“En iyi yatırım bilgiye yapılan yatırımdır.”
Benjamin Franklin
“Demokrasi cahil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim şekline dönüşebilir.” Aristoteles-
Ülkemiz giderek Kronik Ana Muhalefet Partimizin destek ve katkılarıyla, halka rağmen bir dikta yönetimine evriliyor. Bilindiği gibi gazeteci Mehmet Ali Birand bundan tam 12 yıl önce, 17 Ocak 2013 tarihinde yaşamını yitirmişti. Türkiye’nin bilinen gazetecilerinden birisiydi. Öyle ki bugün dahi YouTube üzerinden yayınlanan “32. Gün Belgesellerinin” izlenip beğenildiğini, yorum aldığını görürüz. Şüphesiz Birand bugün yaşasaydı ve İktidar Partisi’nin bir belgeselini hazırlayacak olsaydı, 31 Mart 2024 seçim tarihini belgeselinde çok ön plana alırdı. Bu tarih hem muhalefette hem de iktidarda birçok kırılmalara, yeni yollara, eski dostlukların yeniden canlanmasına, eski “düşmanların” yeniden “dost” olmasına önayak olmuş tarihi bir seçimdi. 31 Mart 2024 tarihi bunlarla kalmayarak, seçilmiş belediye başkanlarından kimine bilinen tekliflerin iletilmesine neden olurken, kimine de kelepçeyi taktırdığını gördük. Bu kelepçe takılanlardan sonuncusu da Beşiktaş Belediye Başkanı sayın Rıza Akpolat oldu. Rıza Akpolat’ın tutuklanmasıyla ilgili olarak hafta boyunca birçok haberi okumaya çalıştım. Bakabildiğim kadarıyla, sosyal medyada paylaşılanlara göz atıp, aynı zamanda kim ne söyleyecek diye kulak kabarttım. Fazla ayrıntıya girmeden şunu belirteyim sayın belediye başkanımızı Kronik Ana Muhalefet Partimiz içinde savunanlar olduğu gibi, kararsız kalan ve net olarak savunmayanların da olduğunu gördüm. Daha da ileriye gideyim; diğer muhalefet partilerden de ses seda yoktu. Bugün sayın Akpolat’ın tutuklanmasına toplumun bir bölümü ikna olsa da büyük bölümü sırf yargıya güven duymadığı için ikna edilmediğini anlıyoruz. Esenyurt Belediye Başkanı sayın Prof. Dr. Ahmet Özer’in ve diğer muhalefet partimizin belediye başkanlarının tutuklanma olaylarının tamamen siyasi bir hamle olduğunu neredeyse sağır sultan bile anladı. Bu hamlelere karşı yapılacak hamlenin; geniş halk yığınlarının arkaya alınarak, sadece savunmada kalınmayıp, karşı hamlenin püskürtülmesi ve doğrudan insiyatifin ele alınması, mücadelenin sokakta olması gerektiği neredeyse muhalif tüm kanallarda konuşan, yazan uzmanlarca dile getirilmiştir…
Maalesef “Kronik Ana Muhalefet Partimiz” o kadar pasif kalıyor ki kendi içindeki iç savaşı bir türlü çözemediği gibi, bu çekişmenin dışarıya vurduğunu da görüyoruz. İster istemez bu tür tuzaklara düştüğünü, pasif kalıp ezildiğini, artık görmeyen kalmadı. Sayın Akpolat tutuklandığı gün CHP’li belediye başkanlarının sosyal medyadaki paylaşımlarına bakınca; Afyon’dan Aydın’a, Ankara’dan Antalya’ya, Muğla’dan Eskişehir’e kadar belediye başkanlarından tek satır paylaşım olmadığını görebilirsiniz. Yanılıyorsam düzeltmeye hazırım.
Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ve kurmaylarının Rıza Akpolat’ın gözaltına alınması ve tutuklanmasıyla ilgili en azından bir kınama dahi yapmaması benim gibi sizlerin de gözüne çarpmıştır. Amiyane tabirle Kronik Ana Muhalefet Partimiz kendi içinde Rıza Akpolat’ı dövmüştür. İçerideki “Fransızların” yine ortaya çıktığını ayrıca vurgulayalım. Burada konuyu suçlu suçsuz ekseninden çıkarıp, sayın Beşiktaş Belediye Başkanı ve Ana Muhalefete yapılan saldırıda bile, bu partinin içindeki çatışma ve çıkar ilişkilerinin gün yüzüne çıkması, geniş halk kesimleri gibi bizleri şaşırttığını belirteyim. Bilindiği gibi sayın Rıza Akpolat eski Başkan sayın Kemal Kılıçdaroğlu döneminde aday olmuştu. Son kurultayda KK genel başkan olup, Rıza Akpolat da Kılıçdaroğlu’na destek vermeseydi, Akpolat yeniden aday olacak mıydı? Bilemiyorum.
Sayın Kılıçdaroğlu’na destek verenler, Rıza Bey’in başına bu durum geldiğinde arkasında durmaları gerekmiyor mu? İYİ Parti’den, DEVA’dan, DEM Parti’den ve Gelecek Partisi’nden bu olaya tepki veren oldu mu? Bilindiği gibi Canan Kaftancıoğlu, Selahattin Demirtaş, Hrant Dink, Enis Berberoğlu, TTB başkanı Şebnem Korur Fincancı, Can Dündar, Ahmet Özer, Özlem Gürses, Rıza Akpolat ve İstanbul Barosu davaları aynı kurum ve kişi tarafından yürütülmektedir. Yukarıda ismi geçenler ve kurumlar ülkemiz siyasetinin bilinen kişileri ve kurumları. Ne hikmetse kaderleri aynı otorite tarafından çiziliyor. Siyaseti otorite hukuku kullanarak, muhalefetsiz bir siyasetin adımlarını mı atıyor? Bu adımlara rağmen tek vücut olması gereken “Kronik Ana Muhalefet Partimiz” 4-5 parçaya bölünmek mi istiyor? DEM Parti’nin yeni görevi muhalefet yapmadan muhalefet partisi mi olmak? Halkın görevi ise “Du Bakali Ne Olacak” demek mi? Felek çakmağını üstümüze mi çakmış dostlarım? Ne yapacağız? Sorular, sorular... Yanıtımız net ve açık; enseyi karartmadan tüm demokrasi güçlerinin sokağa çıkarak, hep birlikte anayasal demokratik mücadele haklarını yaşama geçirilmesidir… Erzurumlu Emrah’tan alınan ve Hamza Başyurt ustamızın derlediği “Felek Çakmağını Üstüme Çaktı” ezgisiyle konuyu bağlayalım…
Felek Çakmağını Üstüme Çaktı.
Beni Bir Onulmaz Derde Bıraktı.
Vücudum Şehrini Odlara Yaktı.
Yandım Ataşına Su Leyli Leyli…
Sevgilerimle…
“Ne kadar çok bilgi o kadar az ego; ne kadar az bilgi o kadar çok ego.”
Albert Einstein
Dün arkadaşlarla birlikte yeni açılışı yapılan bir emekliler sendikası açılışına gittik. Her başlangıç bir umuttur diyerek FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA MÜCADELE gerekir diyerek ayrıldık… İlginçtir ayrıldığımız sendikadan sonra bu sendikanın kaynağı olan yüz metre ilerideki diğer sendikaya DİNLEME konusu söyleşisi için gittik… Maalesef aşağıdaki soruların her iki emekliler sendikasında yeterince içselleştilip, yanıt verilemediğini gördük… Sayıca ezilenler çok olduğu halde niçin faşizme karşı omuz omuza olamıyoruz?..
Niçin ilkelerimiz ön plana geçmesi gerekirken, kişilikler öne geçiyor?..
Niçin ezilenler ezenlerin istemi doğrultusunda ayrışıyor?..
Niçin koltuk sevdasından vazgeçilemiyor?..
Sorularımız bu eksende devam ediyor. Özetlemek gerekirse; Niçin ben ben deyip, karşımızdakini dinlemiyoruz?..
Yönetimi veya gücü eline geçirenlerin tavır, tutum ve davranışlarında bırakın alçakgönüllü olmayı, çok çabuk otoriter, despotik iklime girmeleri karşılaştığımız bir tablo... Düne kadar eşitlikten, demokrasiden, özgür düşüncelerden dem vuranların bu yöne evrilmelerine şaşıp kalıyoruz… Daha öncede yazılarımda değindiğim gibi günlük anlatımda “İlkel Beyin” dediğimiz AMİGDALA, beynin kafa oluşumundan sonra milyonlarca yılda evrimleşmesi ile oluşan sinir ağları kökenli bir organımızdır... Sinir ağlarını kapsayan canlılarda, sinir düğümlerinin birikimleri, beynin oluşumunda önemli bir noktadır… Beynin duygular ile uzun erimli bellek ve davranışlarını oluşturan LiMBiK SiSTEM dediğimiz
Kadınlarımız katlediliyor…
Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurucusu olan Mao Zedong’a ait olduğu söylenen "Bırakın yüz çiçek açsın, yüz düşünce akımı birbirleriyle yarışsın" sözü maalesef kuramsal olarak kalmış, günlük yaşamımızda pek yer alamamış çok güzel bir tümcedir…Ülkemizde kadınlar, çocuklar ve yoksul halk öldürülürken ne yüz çiçek açabiliyor ne de bin fikir yarışabiliyor… Daha öncede defalarca yazdığım gibi “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP) 2010 yılında, Türkiye'de artan kadın cinayetlerine dikkat çekmek ve önlemek amacıyla kurulmuş bir platformdur… KCDP her yıl yerel basından ve ulusal basından derlediği kadın cinayetlerine ilişkin verileri kamuoyu ile paylaşmaktadır… Buna göre, 2024 yılında 394’ü cinayet, 259’u da şüpheli ölüm olmak üzere yurdun tamamında 653 kadının ölüm haberi verilere yansımış… Platform tarafından yayınlanan verilere göre; Türkiye’de öldürülen 394 kadından 233’nün neden öldürüldüğü bilinmezken, 111 kadının boşanmak istemesinden, barışmayı reddetmesinden, evlenmeyi reddetmesinden, ilişkiyi reddetmesinden dolayı öldürülmüş... 21 kadın ekonomik sebeplerden, 2’si nefret, 27’si farklı sebeplerden dolayı öldürülmüş... Öldürülen 394 kadından 9 kadının ise kimin tarafından öldürdüğü tespit edilememiş… 2024’te 19 kız çocuğu babaları tarafından, bunlardan 9’u ise anneleriyle birlikte öldürülmüş... Geride kalan yılda 394 kadının 166’sı evli olduğu erkek, 45’i birlikte olduğu erkek, 31’i babası, 30’u eskiden evli olduğu erkek, 29’u tanıdığı, 25’i akrabası, 23’ü eskiden birlikte olduğu erkek, 22’si oğlu, 7’si kardeşi tarafından öldürülürken; 7 kadın ise hiç tanımadığı biri tarafından öldürülmüş… 9 kadının kimin tarafından öldürüldüğü bilgisine ulaşılamamış… Geçen yıl yani 2024’de 280 kadın aile içindeki bir kişi tarafından öldürülmüş… Kadınların 226’sı evinde, 76’sı sokakta, 13’ü ıssız bir yerde, 13’ü kamusal alanda, 13’ü arabada, 10’u işyerinde, 6’sı suda ve su kenarında, 5’i arazide, 4’ü otelde, 3’ü eğlence mekanında 5’i bunlar dışında bulunan yerlerde öldürülmüş… 20 kadının nerede öldürüldüğü bilinmezken, kadınlar için en güvenilir yer olan evlerinde öldürülen karınların oranı yüzde 57 olup, bu oranı bileğisiniz kaydederken inanamadım. Defalarca teyit ettim ama doğruymuş… Bu yıl öldürülen kadınların 222’si ateşli silahla, 113’ü kesici aletle, 33’ü boğularak, 14’ü darp edilerek, 3’ü yakılarak, 1’i yüksekten atılarak, 1’i ise bunlar dışındaki bir silahla öldürülmüş… 7 kadının nasıl öldürüldüğü tespit edilememiş… Bu yıl öldürülen kadınların yüzde 57’nin ateşli silahla öldürüldüğünü belirtelim… Türkiye’de 2024 yılında öldürülen kadınların 72’i 18 yaşın altında olduğu acı bir gerçek… 2024 yılında toplam 20 kadının öldürüldüğü anda koruma kararı olduğunu öğrenelim... Öldürülen 363 kadın hakkında ise koruma kararının olup olmadığı bilinmiyor… Bu yıl ulaşılabilen verilere göre; öldürülen kadınların 71’nin bir işyerinde çalıştığı, 21’nin ise bir işyerinde çalışmadığı belirtilmiş… TÜİK’e göre işgücüne dahil sayılmayan kadınların sayısı yılın 3. çeyreğinde yani 2024 Temmuz-Ağustos-Eylül aylarında; 21 milyon 40 bin olarak açıklanmış… Ev işleriyle meşgul olduğu için işgücüne dahil sayılmayan kadınların sayısı 7 milyon 5 bin olarak ifade edilmiş… Verilere göre bu yıl öldürülen 394 kadının 210’unun çocuğu olup, 4’nün gebe olduğunu anlıyoruz… 143 kadının ise çocuk sahibi olup olmadığı tespit edilememiş… Ulaşabildiğimiz verilere göre bu yıl öldürülen kadınların 197’i evli, 81’i bekar olup, 116 kadının ise medeni haline dair bilgi tespit edilememiş… Konya'da T. K. evli olduğu B.K'ı boğarak öldürüp uçuruma attığını itiraf etmiş… Yorum yapmadan, sadece şunu söylemek isterim ki ülkemiz maalesef ne hale getirilmiş?.. Biz hâlâ DU BAKALİ NE OLACAK tavrındayız. Aziz nesin Ustamız mezarından kalksa bize ne der acaba?.. Mahkeme, T.K.'a indirim uygulamadan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası vermiş. B.K'ın cesedi hala bulunamamış. Kahrolmamak elde değil… Küçük yaşta zorla evlendirilen ve uzun yıllar cinsel istismara maruz kalan H.K.G.’nin davasında nihayet karar açıklanmış... Fail K.İ’ye “çocuğa karşı cinsel istismar” ve “zincirleme şekilde cinsel istismar” suçlarından 36 yıl, baba Y.Z.G’e “cinsel istismar suçuna iştirak” ve “ebeveynlik görevini ihmal” suçundan 18 yıl 9 ay hapis cezası verdiğini vurgulayalım… Konunun ne kadar önemli olduğunu, biz hekimlerin görevlerinin ne kadar ağır olduğunu, giderlerse gitsinler sözüne aldırmadan; toplumu sadece fiziksel yönden değil aynı zamanda siyasi, sosyal ve en önemlisi RUHSAL yönden iyi etmemiz gerektiğini belirteyim… Bu ülkeyi eğitimli kadınlarımızın düzelteceğini, annelerimizi özlerken onları da çağdaş anlamda eğitmemiz gerektiğini belirtelim… Kadın Cinayetlerini ve ülkemizde estirilen şiddeti önlemenin yolu; bir an önce insan hakları ve demokrasiyi hedefleyen siyasi bir yapının iktidara gelmesi için artık masa başında değil, sokaklarda mücadele etme zamanı geldi de geçti bile… Her yurtseverin taşın altına elini koyması, örgütlenmesi şarttır…Sizleri fazla üzmeden, güzel bir öyküsü acıklı olan bir Edirne türküsü ile bitireyim. Türküyü derleyen Ümit Kaftancıoğlu Ustamızı saygı ile anıyorum…
“Direnmek ve dövüşmek sizin elinizdedir. Sizin elinizdedir ateşi yaymak” Ceyhun Atıf Kansu
“Bir eğik baş, bir boyunduruktan ağır geliyor boynuma.”
Tevfik Fikret
Yıllar önce Tevfik Fikret bu veciz sözleri söylediği zaman acaba ülkemiz halkının şu andaki halini mi tanımlamış? Ben bilemiyorum. Ama kesin olan eğik başımızı kaldırmadığımız sürece, başımızı daha da eğdirecekler. Geçenlerde esnaflar ile sohbet ederken; sürüm sürünüyoruz, bizler de emekçi değil miyiz? Hiç kimse bizi niçin görmüyor? Sanki hayat pahalılığını bizler mi oluşturuyoruz? diye sorular sorarak sitem ettiler. Gelin esnaflarımızın sağlığını verilerle anlatalım. Acaba sosyal, ruhsal ve ekonomik yönden iyiler mi? Öncelikle şunu belirtelim; 2024 yılının son dilimine girilirken, milyonlarca vatandaşın yeni yıl öncesinde gelecek olan zamları ve asgari ücrete yapılacak zam oranına gözünü çevirdiğini söyleyebilirim. Asgari ücretin kurul tarafından değil de tek otorite tarafından maalesef yüzde 30 arttığını hepimiz duyduk. Bu ücretin açlık sınırının üstüne çıkmadığını az çok anlama yeteneği olan herkes görmüştür. Milyonlarca insanımızın, eskilerin tabiriyle “sükutu hayal” yani düş kırıklığı içine girdiklerini görmemek olanaksız. Bu kaçıncı düş kırıklığı? Ben sayısını unuttum. Varın siz hesaplayın!..
Yaşanan kriz nedeniyle dar gelirliler günü kurtarmaya çalışırken, esnaf da maliyetlerini karşılayamadığı için kapıya ya kilit vuruyor ya da esnaflığı tamamen bırakmak zorunda kalıyor. TESK’in verilerine göre, yurt genelinde 72 bini aşkın esnaf kapanırken, 19 binden fazla esnaf mesleği bırakmış. Kahrolmamak elde
Sevgili hocam sizi çok erken kaybettik. Sizden aldıklarımız, eğitimimiz ve mesleki birikimlerimizi harmanladığımızda, verdikleriniz hep ışığımız oldu. Çok kolay olmadı. Ama öğrenciyken tüy-sıklet hafifliğinde aldıklarımızı yaşama aktardığımız ve karşılaştığımız engebeler o kadar fazlaydı ki, bunu çözemediğimizde; yıllar sonra size bir mektup yazma ihtiyacı hissettim. Bu bir çeşit özeleştiri ve iç dökümümdü. Size ulaşmasını o kadar isterdim ki, ulaşmasa da biliyorum ruhunuza ulaşacak. O zaman sizlerden aldıklarımızı hayata geçirmek İstediğimizde ne kadar bocaladığımızı, kısmen başarabilsek de tümünü Koruyucu Hekimliğin İçeriğine geçiremedik. Hayat daha sonra çok fazla emellerimize ulaşmada bize iyi davranmadı. Sevgili hocam Antonia Lavosier doğada hiçbir şey yaratılmaz, hiçbir şey kaybolmaz demiş. Sizin ilkeleriniz ve bizlere verdikleriniz değerler asla kaybolmayacak. Kuşaktan kuşağa ileteceğiz. Buna yürekten inanıyorum. Kasım ayını severim. Bazen de tüm sevdiklerim ve değerlerimin bu ayda kaybettiğimi düşününce hüzünlenirim. Diğerlerini bilmem ama benim bu ayda kendimle yüzleşmem yazdığım nedenlerden ötürü daha kolay olmaktadır. Çünkü kasım ayı aynı zamanda gerçekleri su yüzüne çıkarıyor. Çelişkileri belirginleştirip, içimdeki duygusal metaformozları açığa çıkarıyor. Sevdiklerimizin, en azından benim sevdiklerimi kaybettiğim ay olarak düşündüğümde, içimden ağlamak ve akabinde çağlamak geliyor. Bu yönüyle de pek hüzünlenirim. Kasım ayının 2’de babamı, 3 Kasım’da da sizi sonsuzluğa uğurladık. 10 Kasım ise bizim ve tüm dünyanın aydınlanmasının kırıldığı
“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” Ziya Paşa’nın olduğu söylenen bu sözün, bu günlerde en çok geçerli sözlerden birisi olduğu bana göre kesin gibi. 10 Aralık Dünya İnsanlar Hakları Gününde olumlu sözler yazmamı beklerdiniz ama bu olası değil. 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni kabul etmiştir. Bu beyanname, bütün dünyada insan haklarının korunmasını güya korunmasını hedef almıştır. Bu beyanname bütün bağlı ülkeleri kapsamasına rağmen, Küresel Sermaye bu beyannameyi rafa kaldırmıştır. Suriye’deki olaylar bırakın insan haklarını, BOP’ un direktifleri doğrultusunda yapılan ağır bir insan hakkı ihlalidir. Gelelim asıl konumuza yani meclisimizin karnesine. Bakın meclisimizin yaptığı en önemli işlerden birisi olan verilen önergelerin yanıtlanma verilerini yorum yapmadan gelin kısaca gözden geçirelim. Verilen yanıtların doğruluğunu veya yanlışlığı ayrıntısına girmeden, yani yorum yapmadan sadece verileri aktarayım. Böylece meclisimizin yani vekillerinizin karnesini, onları seçenler olarak sizler verin. Ne dersiniz? 25 Ekim itibariyle bu yasama döneminde, toplam 18 bin 350 soru önergesinden 5 bin 229’una yanıt verilmemiş. Sadece 3 bin 410 önerge süresi içinde yanıtlanmış. 8 bin 311 önergeye ise süresi geçtikten sonra yanıt verilmiş. Bin 398 önergenin yanıtlanma süresi ise halen devam ediyor. Önergelerine yanıt verilmeyen partilerin başında kronik ana muhalefet partimizin yani CHP’nin yer aldığını görüyoruz. CHP toplam 7 bin 310 önerge vermiş. Bunlardan sadece bin 458’i süresi içinde yani zamanında yanıtlanmış. Yine CHP’nin 3 bin 216 önergesine, süresi geçtikten sonra yanıt verilmiş. Ana muhalefet partimizin 2 bin 181 önergesi ise yanıtsız bırakılmış. 453 önergesinin cevaplanma süresi ise halen devam ettiği belirtilmiş. Önergelerine yanıt verilmeyen partiler içerisinde ikinci sırada DEM Parti yer almış. DEM Parti’nin toplam 4 bin 830 önergesinden 633’ü süresi içinde yanıtlanmış. Bin 907 önergesine süresi geçtikten sonra yanıt verilmiş. DEM’in bin 560 önergesi ise yanıtlanmamış.730 önergesinin yanıtlanma süresi halen devam etmekte. İYİ Parti’nin toplam 2 bin 256 önergesinden 467’sine süresi içinde yanıt verilmiş. Yine bu partinin yani İP’in; bin 102 önergesi süresi geçtikten sonra yanıtlanmış. 563 önergesine ise yanıt verilmemiş. 124 önergesinin yanıtlanma süresi hale devam ediyor. Bakanlar AK Parti milletvekillerinin verdikleri önergeleri bile yanıtsız bırakmış. Şaşırmamak elde değil. AK Parti bu dönemde toplam 38 önerge vermiş. Sadece 1 tanesi süresi içinde yanıtlanmış. 4 önergeye süresi geçtikten sonra yanıt verilmiş. AK Partinin 32 önergesine ise yanıt verilmemiş. 1 önergenin yanıtlanma süresinin ise halen devam ettiğini öğreniyoruz. Cumhur İttifakı’nın ortağı MHP ise 190 soru önergesi vermiş. Bunlardan 54’üne süresi içinde yanıt verilmiş. 93 önerge süresi geçtikten sonra yanıtlanmış. 38 önergesi yanıtsız bırakılmış. 5 önergesinin ise yanıtlanma süresi halen devam etmektedir. Milletvekillerinin sorularına yanıt vermeyen bakanlıkların başında ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yer alıyor. Bu bakanlık toplam bin 959 önergeden bin 261’ine yanıt vermemiş. Sadece 211 önerge süresi içinde yanıtlanmış. 407 önergeye süresi geçtikten sonra yanıt verilmiş. 80 önergenin yanıtlanma süresi ise halen devam ettiğini öğreniyoruz. Milletvekillerinin sorularını yanıtsız bırakan bakanlıklar içerisinde ikinci sırada Sağlık Bakanlığı yer alıyor. Bu bakanlık toplam bin 437 soru önergesinden 787’sine yanıt vermemiş. 198 önergeyi süresi içinde yanıtlamış. 369 önergeye süresi geçtikten sonra yanıt vermiş. 83 önergenin yanıtlanma süresi ise halen devam etmektedir. Sorulara yanıt vermeyen bakanlıklarda 3. sırada İçişleri Bakanlığı yer alıyor. İçişleri toplam 2 bin 718 soru önergesinden 169’unu süresi içinde yanıtlamış. Bin 383 önergeye süresi geçtikten sonra yanıt vermiş. 649 önergeyi ise yanıtsız bırakmış. 517 önergenin yanıtlanma süresinin halen devam ettiğini öğreniyoruz. Bu yasama döneminde en fazla yasa teklifini ise bin 748 yasa teklifi ile CHP vermiş. İkinci sırada 361 teklif ile DEM Parti gelmekte. 3. sırada da ise 191 teklif ile AK Parti yer almakta. Bu yasama döneminde toplam 2 bin 637 yasa teklifi verilmiş. Ancak bunlardan sadece 72’si yasalaşmış. Yasalaşan tekliflerin tamamı AK Partiye ait. Burasını lütfen not edin! Yani AK Parti dışındaki diğer partilerin verdikleri hiçbir yasa teklifi kabul edilmemiş. Cumhur İttifakı’nın ortağı MHP’nin toplam 69 yasa teklifinden de hiçbiri kanunlaşmamış. Tamamının halen komisyonlarda beklediğini öğreniyoruz. Bilindiği gibi İki yıl görev yapan, yaş ve hizmet gereklerini yerine getiren milletvekillerimiz emeklilik hakkına kavuşuyorlar. Şimdiye kadar AK Parti dışında yasa teklifi veren hiçbir milletvekilinin bu istemleri kabul görmemesine rağmen neye kavuşmayı bekliyorlar. Ziya paşanın yukarıdaki sözünü bir defa daha okuyalım ve milletvekillerimiz için yorumlayalım. Ne dersiniz? Bizleri derde düşüren, neredeyse ayak üstü bile durmamızı önleyen bu sistemin, ne kadar devam edeceğini ben bilemiyorum. Sizler biliyorsanız lütfen söyleyin! Sözümü fazla uzatmadan ve sizleri üzmeden sevdiğim bir Giresun türküsü ile konuyu bitireyim. Türkümüzün emekçileri olan Ömer Akpınar ve Yücel Paşmakçı Ustalarımıza ne kadar teşekkür etsek azdır…
Bağlamam perde perde
Düşürdün beni derde
Ayak üstü duramam
Seni gördüğüm yerde
Oy Giresun Bulancak
Bu iş nasıl olacak
Ben hakime danıştım
O yâr benim olacak
Sevgilerimle….
Not: Verileri almam konusunda bana yardımcı olan basın emekçisi kardeşim Aziz Muhammed Ulubaş’a teşekkür ederim…
Dün Soma’da nükleer atıkların Soma’ya getirilmesi hakkındaki gündem değerlendirmesi ve endişelerimizi görüştüğümüz toplantımız devam ederken, bu önemli ve ağır bir halk sağlığı sorunu olan bu konunun mutlaka takipçisi olacağımızı ve demokratik kitle örgütlerinin temsilcisi olarak gerçekleri gün yüzüne çıkarmak için elimizden geleceğimizi, dünya madenciler gününde de gündeme taşıyacağımızı belirttik…Dünya Madenciler günü yine gelip çattı. Yine üzüntüm arttı. Kahrolmamak elde değil…Daha önceki yazımı güncelleyerek sizlerle paylaşıyorum…. Mitolojik anlatıya göre 4 Aralık tarihi Roma İmparatorluğu zamanında babasının gazabından kaçarak, madencilerin çalışmakta olduğu bir mağaraya sığınan ve bu madenciler tarafından korunarak daha sonra azize kabul edilen Santa Barbara’ya atfedilmiş bir gündür… Olayın İzmit’te yaşanmış olması ve efsanenin geçtiği mekanların Anadolu olmasının da bizler açısından ayrı bir önemi vardır… Madencilerin koruyucu azizesi olarak kabul edilen Santa Barbara’nın 4 Aralık tarihinde bu mağaraya yerleşmesi ve mağarada çalışmakta olan madencileri koruyor olmasına inanılması, önce Anadolu’da, daha sonra da Avrupa ve tüm dünyada “Dünya Madenciler Günü” olarak kutlanmaktadır… Madenciler Günü denince Soma’da yakınen tanıdığım, Ali Faik İnter ve Tahir Çetin’i unutmak mümkün mü ? Ankara’dan Soma’ya öncülük ettikleri “Tarihi Maden İşçileri Direnişi” dönüşü, Kırkağaç ilçesi yakınlarında, uykusuzluk ve yorgunluk nedeniyle geçirdikleri trafik kazası neticesinde sonsuzluğa uğurlamıştık… Adeta bilinçli taksirle ölüme gönderilen bu iki yiğit maden
“Bir insanın zekası verdiği cevaplardan değil, sorduğu sorulardan anlaşılır.” Albert Einstein
“Bir insanın zekası verdiği cevaplardan değil, sorduğu sorulardan anlaşılır.” Albert Einstein
Sivrisineklerin neredeyse 10’dan fazla ciddi infeksiyon hastalığına yol açtığını özellikle vurgulayalım. Bunlar arasında Sıtma, Şark Çibani, Dang Ateşi, Chikungunya, Sarıhumma, Batı Nil Virüs Enfeksiyonu ve Zika Virüs Enfeksiyonu önemli sağlık sorunlarına sebep olan sivrisineklerin yol açtığı sivrisinekler aracılığıyla bulaşan hastalıklardandır. İklim değişikliğiyle birlikte sivrisinek kaynaklı hastalıkların kontrolünde yeni anlayışlar ve buna bağlı zorluklar son zamanlarda bilim çevrelerinde tartışılan önemli sorunlardır.
Sivrisinek kaynaklı hastalıkların bulaşma dinamikleri, halk sağlığı açısından iklim değişikliği dünya çapında giderek yoğunlaşan, çarpıcı bir o kadar da zorluklara yol açtığını belirtmekte yarar var. İklim değişikliği ile Sıtma, Dang Humması, Zika, Chikungunya ve Sarı Humma gibi sivrisinek kaynaklı hastalıkların salgınlar bilimiyle bağlantılı çok boyutlu sorunlar incelenmiş, giderek sivrisinek kaynaklı hastalıklarda ciddi zorluklar ve beraberinde artış ön plana çıkmıştır. Sivrisineklerin biyolojisi, hastalık yapma dinamikleri ve sinek dağılımının sürekli artan sıcaklıklardan, değişen yağış düzenlerinden ve aşırı iklim koşullarından etkilendiğini görüyoruz. Bunun yanı sıra Afrika’da sıtma, Güneydoğu Asya’da dang humması ve Kuzey Amerika ile Avrupa’da “Aedes” dediğimiz; başlangıçta tropikal ve subtropikal bölgelerde bulunan, ancak şimdi Antarktika hariç tüm kıtalarda görülen bu sivrisinek cinsinin salgın yapma olasılığının yüksek olduğunu belirtelim.
Moleküler teknikler, “Coğrafi Bilgi Sistemleri” ve uzaktan algılama dahil olmak üzere modern tahmin araçlarında yer alan veri inceleme alanındaki gelişmelerin, salgınları tahmin etme kapasitemizi artırdığını vurgulamakta yarar var. Entegre veri yönetimi teknikleri ve iklim koşullarına dayalı modeller, halk sağlığı planlamalarında çok değerli bakış açıları sağlamıştır. Halk sağlığını daha güvenilir yapmak için yapılan çalışmalar; değişen iklim koşullarına bağlı olarak oluşan zorluklar giderek artmıştır. Bilinen en eski infeksiyon hastalıklarından birisi olan sivrisinek kaynaklı sıtmaya günümüzde de yılda 200 milyondan fazla insan yakalanmaktadır...
Sıtmanın yanı sıra yine sivrisinekler, dünyanın çeşitli bölgelerinde karşılaşılan zika virusu hastalığı, çikungunya, dang, sarı ateş, Batı Nil ateşi, Rift Vadisi Ateşi, Murray Vadisi Ensefaliti, Japon Ensefaliti, Doğu At ensefaliti, Batı At Ensefaliti, La Crosse Ensefaliti, St. Louis Ensefaliti, Barmah Ormanı Virusu İnfeksiyonu ve Ross Irmağı Virusu İnfeksiyonu gibi pek çok viral hastalığın ve Lenfatik Filaryaz ve Dirofilaryaz gibi bazı paraziter hastalıkların sineği olarak önemlerini korumaktadır.
İklim değişikliği ile sivrisineklerin yol açtığı hastalıkların bağlantısı ve artışı bizlere maalesef zorlu engeller çıkarmıştır. Bu konuda çok yönlü yöntemler ve çözümler gerektirdiğini anımsatalım. Sivrisineklerin yol açtığı hastalıklar ve buna karşı yapılan amansız mücadele, doğanın değişim gerçeği, sınırlar arası hareketin giderek yaygınlaşması ve bunlara paralel olarak dünyada bilimsel bilginin de onlarla birlikte gelişmesi gerektiğinin altını çizmemiz gerekir. İklim değişikliğine uyumlu halk sağlığı stratejileri doğrultusunda hareket edersek sivrisineklerin yol açtığı hastalıklara karşı kendimizi daha iyi koruyabiliriz. Sözlerimizi “Muzaffer Sarısözen” hocamızın derlediği güzel bir Tosya türkü sözleriyle bitirelim.
Manda Yuva Yapmış Söğüt Dalına Aman Aman,
Yavrusunu Sinek Kapmış Gördün Mü Amanın Yandım
Yazık ki ne yazık! İzmir’de ve Türkiye’de yaşamını yitiren tüm çocuklara... “Her insan, yapmadığı tüm iyiliklerden suçludur.” Voltaire
Artık kadın cinayetlerine, işçi ölümlerine, çocuk cinayetlerine yönelik yazı yazmanın bir anlamı kaldı mı bu ülkede? Alt alta sıralamaya kalksam Soma’yı, Çorlu’yu, Aladağ’ı, Özgecan’ı, Şule Çet’i, Narin’i, Rüya’yı, Rojin’i ve daha onlarcasını hatta yüzlercesini yazıyoruz. Yazmaya devam ediyoruz… 22 yıldır süren bu kasırga hepimizi şair veya yazar yaptı. Halbuki herkes kendi mesleğini gücünün yettiği kadar yapmaya çalışıyordu. Kayyım dayatmasını protesto için alanda toplanıyoruz. Yine sen, ben ve bizim oğlan. Aynı kişiler, aynı yüzler. Sendikaya gittiğimiz de aynı yoldaşları, meslek odamıza gittiğimiz de yine bildik arkadaşları, çevre derneğimize gittiğimiz de bildiğimiz dostlarımızı görüyoruz. Kısacası halk dediğimiz o sessiz çoğunluğu aramızda maalesef göremiyoruz. Kabahatin çoğu bizde mi? Onlarda mı? Hem bizlerde hem onlarda mı? Gelelim İzmir Selçuk’ta yanarak can veren çocuklarımıza. İzmir’deki bu olay bence çok farklı olup, ortada bir katil ve bir zanlının olmadığı görülüyor. Daha açıkçası ortada hapse atılacak birileri bulunamamış! Ama Narin’in veya Rüya’nın ya da başka bir çocuğun, bir kadının, bir emekçinin öldürülmesinden farklı bir tarafı var mı? Hekim gözlüğü ile; yani olaya toplumsal, fiziksel, ruhsal ve siyasi olarak bakarsak, bu olayın da bir cinayetten farksız olduğu gerçeğini söyleyeyim. Yanlış mı? Bu olay toplumsal, yani daha açıkçası siyasi bir cinayet değil mi? Suçlusu da var olan yönetimin sorumlu ve sorumluları değil mi? Çözümü de bu Selefi Faşizmin bir an önce yok edilmesi dersem yanlış mı olur? Bilindiği gibi İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni Yüksel Çakmur’dan beri, yani 1989 yılından beri Kronik Ana Muhalefet Partimiz (KAMP) yönetiyor. CHP’li Çakmur’dan sonra Burhan Özfatura, ondan sonrada Ahmet Piriştina gelmiş. Piriştina gitmiş. Yerine Aziz Kocaoğlu gelmiş. Kocaoğlu’ndan sonra Tunç Soyer, şimdi de meslektaşımız Cemil Tugay yönetiyor. 1989’u başlangıç alırsak; yani aşağı yukarı 30 yıldan fazla sürede KAMP’li belediye başkanlarımız İzmir’i yönetiyor… İyi veya kötü her belediye başkanının güzel İzmir’e bir tohum muhakkak ektiğini kabul edelim. İzmirlinin yaşamına öyle veya böyle katkı sundular diyelim. KAMP belediyeleri özellikle son dönemde yaşanan belirgin ekonomik kriz karşısında yoksulluğa karşı mücadele vermek için sosyal yardım yaptıklarını açıkladılar, Bunların en bilineni Ankara Büyükşehir Belediyesidir. 30 yılı aşkın süredir KAMP tarafından yönetilen bir büyükşehirden yani İzmir’den söz ediyoruz. İzmir gerçeğinde ne farklı bir parti İzmir’i yönetti, ne de farklı bir ideoloji İzmir’e egemen oldu. İzmir her seçimde, her referandumda KAMP’nin kalesi sayıldı. Ama sosyal belediyecilik yaptığıyla övünen, sosyal yardımlar yaptığını söyleyen, üstelik 30 yıldır yönetilen bir şehirde 5 çocuk elektrikli sobanın devrilmesinden yaşamını yitiriyor! Olay soba devrilmesi olabilir. Ama 2024’ün son diliminde sobadan beş çocuk göz göre göre, hem de Selçuk gibi bir ilçede yaşamını yitiriyorsa, bunun adı sosyal belediyeciliğin sadece söylemden ibaret olduğunu göstermez mi?.. Yoksulluğu tabii ki bir büyükşehir belediyesi engelleyemez. Bu merkezi yönetimin siyasi iklimine, yani emekten yana olmasıyla ilgili temel duruşuna bağlıdır. Bunun için temel hükümet politikaları gereklidir. Ancak yoksulluğa karşı verilecek bir mücadelede belediyeler her ne kadar esas görevli olmasa da çok önemli görev üstlendikleri hepimizin gerçeğidir. Tıpkı bugün Ankara’da, İstanbul’da, Eskişehir’de, Uşak’ta, Bursa’da ve daha birçok KAMP’li belediyede yapıldığı gibi. Kaldı ki belediyelerin büyük bölümü 2019 veya 2024 seçimlerinde KAMP’e geçti. Yani hiçbiri 30 yıldır yönetilen bir İzmir gibi değil. Elbette sorun sadece İzmir’e özgün de değil. 22 yılda geçim sıkıntısı yaşayan milyonlar, ihalelerine katılacak firma bulamadığı için iptal edilen kamu kurumları, okuluna gidemeyen öğrenciler varsa; hepsi 22 yıllık ekonominin yani bu talan ve yağma ekonomisinin faturasıdır. İnsanlar 17 bin lira ile geçinerek ay sonunu getirmenin derdine düşmüşken, hak ettiği yaşamı hakkıyla yaşamadığını vurgulayalım. Emekliler ek iş yapmak, öğrenciler ise hem okuyup hem çalışmak zorunda kalıyorlar. Hatta kimisinin ekonomik kriz nedeniyle üniversite eğitimini bıraktığını işitiyoruz. Kabahatin sahibi bu dikta yönetimi değil mi? Türkiye’deki insanlar da öyle bir yoksulluk oluştu ki; bu yüzden canını kıymaya başlayan insanlarımızın giderek arttığını görüyoruz. Bu ülkede işsizlik olduğu için saç kurutma makinesiyle çocuklarını ısıtmaya çalışan, diğer odada kendini tavana asarak intihar edenler. Geçinemediği için uyuşturucu bataklığına düşen ve katil olan kişiler var. Hangisini yazalım, neyi anlatalım? Ölenler, geçinemeyenler, yaşayamayanlar. Beş çocuğun ölümü 2024’ün Türkiye’sinde adı konulmamış vahşi bir cinayettir. Enflasyonun, belediyenin yetersiz sosyal yardımının, kısaca dikta yönetimin ekonomi politikalarının yaptığı gerçek bir cinayettir. Baktığınızda bir zanlı yok. Ama bu olayın zanlısı bu düzeni değiştiremediği için uykudan kalkamayan Türkiye diyebilir miyiz? Yıllarca herkesin kötünün iyisi diyerek boyun eğdiği; bizlerin resmen kalesi haline dönen şehirlerimizin yöneticileri şüpheli değil mi? Bilinmeden verilen oylar, salt çıkar için yapılan girişimler. Son olarak vicdanımız bunun gibi binlerce olaydan dolayı ne bu olayda ne de bundan öncekilerde ceza almadı. Kim bilir göz göre ölen sayamayacağımız binlerce çocuktan sadece bu beş çocuk bile; eğer birilerini ağlatmadıysa, işimiz çok zor dostlarım. Sözlerimi Durmuş Yazıcıoğlu’nun derlediği, acıklı bir Adana türküsü ile bitireyim.
Bu türküyü her dinlediğimde gözlerim yaşarır…
Şu Kışlanın Kapısına
Mail Oldum Yapısına
Telli Kurban Bağlayayım
Asker Yarin Kapısına
Sevgilerimle…
“Herkes nasıl da her şeyi biliyor. Bir tek ben yeni doğmuş bebek gibi her şeyden bihabermişim.” Lao Tzu
Yıllar önce Lao Tzu ne güzel belirtmiş. Maalesef sağlıkta birileri çok şeyler biliyor ama hekimler ne hikmetse bebek gibi her şeyden bihaberler(!) Türkiye’de bu iktidarın yönetimiyle tanışılan ve bugün devam eden yap-işlet-devret modellemesinde; otoyollar, limanlar, köprülerin yanı sıra “Şehir Hastaneleri” gerçeği yer alıyor. Bursa, Kocaeli, İstanbul, Ankara, Kayseri, Adana, Erzurum, Eskişehir, Kahramanmaraş, Manisa, Mersin ve daha onlarcası bu antidemokratik yönetim tarafından ülkenin güdümüne girmiş. Türkiye’nin daha önce hiç tanımadığı bir sağlık aldatmacasıyla karşı karşıya kaldık. Gelin bu sağlık aldatmacasının İngiltere’deki öyküsünü dilimizin döndüğünce anlatalım. Belki hala konuyu anlamak istemeyenler bu örnekten ders alır.
Bu aldatmaca yıllar öncesinde İngiltere’de uygulandığında sağlık sisteminde yaşanan çöküntü ile birlikte bu ucube sistemden beraberinde vazgeçiş de başladı. İngiltere sağlık sisteminin şehir hastaneleri uygulamasıyla çöküntüye uğradığını görüyoruz.
1992 yılında İngiltere’deki Özel Finansman Girişimi (Private Finance Initiative, kısaca PFI) attığı adımla sağlık sisteminde yeni bir yol izlenmeye başlanmıştı. Bu yöntem çerçevesinde görevli şirket; tasarım, finansman, inşaat, işletme ve bakım-onarım sorumluluklarını üstlenecek buna karşılık idareler görevli şirketlere kullanım bedeli (kira) ödeyecekti. Yapılan anlaşma gereği kamu borcunun oranı GSYH’nin yüzde 60’ını geçmeyecek, bütçe açıkları GSYİH oranı da yüzde 3’ün altına inmeyecekti. Yöntemin içerisinde sadece hastaneler de olmayıp, okullar, yollar, evler, hapishaneler ve kamu binalarının da bu modele dahil edildiğini görüyoruz. O dönemde 722 sözleşmeyi 59 milyar sterlin bedelinde İngiltere hükümeti imzalamış olup, İngiltere’nin ortalama yatırım büyüklüğünün de 112 milyar dolar olduğunu aktaralım. Anlaşma çok basit olup, devlet tasarruf yapacak, halk hizmetten yararlanacaktı. Tam tersine sınırlama çerçevesinde siyasetçilerin harcama yapmayı tercih ettiğini anlıyoruz. İngiltere’deki sağlık sisteminde yaşanan çöküntünün böylece başladığı net olarak görülmeye başlanmıştı. İnşaat maliyetleri, diğer harcama kalemleri, sağlık personeli konusunda yaşanan sorunlar en büyük kalemlerdi. Hepsinden öte bir hastane inşaatı için bu modelle yapım bedeli gerçek değerinin “10 katına, okullardaki duvar prizleri beş katına” mal oldu. Belfast’da açılan bir okul sadece 7 yıl sonra kapatılmak zorunda kalmıştı. İngiltere’nin Londra’daki Bromley kasabasına yapılan Princess Royal Üniversite Hastanesi (PRUH) 2000 yılında hizmet vermeye başladığında ilk bir yıldaki maliyeti 5,8 milyon sterlin, 2012-2013 yıllarında 39,0 milyon sterlin olup, sözleşme bitişinde ise 94,1 milyon sterlin olarak kaydedildiğini öğreniyoruz. Londra’daki Woolwich bölgesine yapılan Queen Elizabeth Hastanesi (QEH) ise tıpkı Bromley’e açılan Princess Royal Üniversite Hastanesi ile aynı yıl hizmet vermeye başladığında 18,2 milyon sterlini bulan değeriyle öne çıkmıştı. 2012-2013 arasında 27,9 milyon sterlin olan proje, 61,3 milyon ile tamamlanmıştı. Bu iki hastane İngiltere’nin en büyük şehir hastaneleri projesiydi. İngiltere’nin o yıllardaki GSYH durumu bu tabloyu daha net göstermektedir. İngiltere’nin 2001’deki gayrisafi yurtiçi hasılası 1,649 trilyon dolar, 2012’deki gayrisafi yurtiçi hasılası 2,706 trilyon dolar idi…
* Güney Londra Sağlık Hizmetleri Vakfı 2011-12 döneminde İngiltere’deki en büyük finansal açıkla karşılaşmıştı…
Yaşanılan açık £65 milyonun üzerinde olup, vakıf her hafta gelirinden 1 milyon sterlin daha fazla harcama yapmıştı. İngiltere’nin kamu özel ortaklığına olan borcu yıllık 89 milyon sterline ulaşmıştı…
•Vakıf yıllık cirosunun ’i sözleşmelere aktarılmıştı...
Dönüş olarak yüksek maliyetler sorunları da beraberinde getirmişti. Sonuç olarak İngiltere’de Personel sayıları azalarak, yatakların iptal edildiğini görüyoruz. Yeterli anlamda sağlık hizmeti verilmemeye başlanmıştı.
Yukarıda anlattığım İngiltere örneği Şehir Hastaneleri aldatmacasının boyutlarını göz önüne sermektedir. İtibardan tasarruf edilmez mantığı ile yapılan cüssesi büyük, içi boş ve sağlıksız devasa yapıların nasıl bir aldatmaca olduğu meydana çıkmıştır…
▪️Ankara Tabip Odası konuyu bakın ne güzel betimlemiş;
*Şehir Hastaneleri, kamu kaynaklarını dolaysız şekilde hortumlayan birer rant aktarım aracına dönüşmüş durumdadır…
*Hatırlanacağı üzere, eski Sağlık Bakanı Fahrettin Koca devir teslim töreninde “şehir hastanelerinin 322 milyar avro olan kira bedelinin bütçeye yükünü 27.5 milyar avroyla sınırladıklarını” itiraf etmek zorunda kalmıştı…
*Şehir Hastanelerinin finansmanı konusunda çalışmalar yapan Prof. Dr. Uğur Emek’in konuyla ilgili hesaplarına göre, 28 bin 548 yatak toplamına sahip 18 Şehir Hastanesine ödenecek toplam tutar 81.2 milyar dolara ulaştığı belirtilmiş. Dersimizi yeterince aldık. Bir an önce bize dert açan etkenden kurtulmamız gerek… Konu siyasi olup, çözümü de siyasidir. Artık toplum olarak dert çekmeye dermanımız kaldı mı? Sözlerimi Ustamız Nida Tüfekçi’den alınma güzel bir Yozgat türküsü sözleri ile bitireyim.
Dersini Almış Da Ediyor Ezber
Sürmeli Gözlerin Sürmeyi Neyler
Bu Dert Beni İflah Etmez Deleyler
Benim Dert Çekmeye Dermanım Mi Var…
Sevgilerimle
“Kimi zaman insanda 'hayvanca' bir zalimlik olduğundan dem vurulur...
Ama hayvanlara yapılan korkunç bir haksızlık, bir hakarettir bu…
Bir hayvan asla insan gibi zalim olamaz…
Böylesine ustalıklı, böylesine sanatsal bir zalimlik insanda olur sadece…” Fyodor Mihailoviç Dostoyevski-Karamazov Kardeşler
Kadın cinayetleri daha doğrusu kadın katliamları 2024 yılı okul açılma ve sonbaharın ilk ayı olan Eylül ayında da diğer aylardan geri kalmadı…Esen şiddetli fırtına yine silip süpürdü… Kronik Ana Muhalefet Partimiz diktacı yönetimle yumuşama manevralarına devam etsin... Yazık ki ne yazık!
Bu ay 34 kadın cinayeti işlenmiş, 20 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulunmuş. Öldürülen 34 kadından 12’si boşanmak istemek, barışmayı reddetmek, evlenmeyi reddetmek, ilişkiyi reddetmek gibi kendi hayatına dair karar almak istemesi bahanesi ile Öldürülmüş… 2’si ekonomik bahanelerle, 1’i nefret bahanesiyle, 1’i hedefteki kadın arkadaşının yanında öldürülmüştür… 18’inin ise hangi bahaneyle öldürüldüğü tespit edilememiştir… 18 kadının hangi bahaneyle öldürüldüğünün tespit edilememesi, kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin görünmez kılınmasının bir sonucudur diyebiliriz…
Acaba kadınlarımız kimler tarafından öldürülmüş?
Ağustos ayında öldürülen 34 kadının 16’sı evli olduğu erkek, 4’ü eskiden birlikte olduğu erkek, 4’ü birlikte olduğu erkek, 2’si oğlu, 2’si tanıdığı biri, 1’i akrabası, 1’i babası, 1’i eskiden evli olduğu erkek, 1’i tanımadığı biri tarafından öldürülmüştür. 2 kadının öldürüldüğü kişiyle yakınlığı tespit edilememiş. Eylül 2024’de kadınların %47’sinin, evli olduğu erkek tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz. Kadınlar en çok evlerinde öldürülmüş. Kadınların 22’si evinde, 6’sı sokakta, 3’ü işyerinde, 1’i otelde, 1’i arabada öldürülmüştür. 1 kadının öldürüldüğü yer tespit edilememiş…
Yine Eylül 2024 ayında öldürülen kadınların %65’i evlerinde öldürülmüş. Kadınlar en çok ateşli silah ile öldürüldüğünü görüyoruz. Yine eylül ayıda öldürülen kadınların 18’i ateşli silahlarla, 10’u kesici aletle, 4’ü darp edilerek, 2’si boğularak öldürülmüş. Aynı ayda yani eylülde; kadınların %53’nün ateşli silah ile öldürüldüğü rapor edilmiş. Maalesef suçlular sokaklarda geziyor… Kadınlar ölüyor…
Kadınları öldürenler cezasız kalıyor. Eylül ayında görevi başındayken öldürülen polis Şeyda Yılmaz’ın failinin 26 farklı suç kaydı olduğu ortaya çıktığını içimiz yanarak öğreniyoruz. Ayrıca, failin daha önce şiddet uyguladığı annesinin defalarca karakola şikayette bulunduğu belirlenmiştir…
Aldığımız verilere göre, 2024 yılında öldürülen 31 kadının failinin de daha önce adli sicil kaydının olduğu aktarılmış. Sözlerimi bu kez türkü ile bitirmeyeceğim. Bu acılar karşısında türküler bile şaşırıp dayanamaz. Hüngür hüngür ağlar… Bu katliamların siyasi olduğunu, çözümün de emekten ve yoksuldan yana demokratik bir yönetimde olduğunu herkesin az çok bildiğini tahmin ediyorum…
Ama nasıl?..
Leonard Cohen bakın ne demiş?
“Herkes biliyor, geminin su aldığını
Herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini
Ve herkes biliyor, zarların hileli olduğunu…”
“Hayat bisiklet gibidir, dengeyi kaybetmemek için ilerlemek gerekir.” Albert Einstein
Çocuk felci aşısını geliştiren Jonas Salk
“Hepiniz farkındasınız; Para da toprak da kanun da fikir de din de bu ülkede her şey sermayedarlara hizmet ediyor.” Friedrich Engels
“Ne mutlu eğri zamanda doğru yerde durabilene.” Pir Sultan Abdal
“Görünen gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı” Karl Marx
“Tek ağaç ne kadar kıymetli olursa olsun ormanın vazifesini göremez.” Hasan Ali Yücel