Sayfa Yükleniyor...
Siz farkında olsanız da olmasanız da aslında her evin bir kokusu vardır. Bu bazen hafif, fresh bir kokuyken bazen de nemli, rutubet kokan, yemek kokusu gibi çeşitlilikler gösterir. Kötü olan nokta ise bu kokulara o kadar alışırız ki kendi evimizin kokusunu alamaz oluruz bazen ancak bir misafirimiz geldiğinde bunun çok rahat bir şekilde farkına varırlar.
Bu sadece ev için, araba için vs. değildir kişilerinde bir koku imzası vardır aslında. Mesela ben fresh kokuları severim bu bana hep zindelik ve ferahlığı anımsatır çünkü. Bu ev içinde böyledir bu yüzden koku imzası diyorum şahsa özeldir ve bir kişiyi ya da mekânı temsil eder. Evlerimizde temizlik yapıldığında, yemek pişirildiğinde, tadilat olduğunda veya evi biraz ihmal ettiğimizde oluşan kokular geçicidir değişebilir. Örneğin bir akşam önce evde balık yapıldıysa ertesi sabah hala evde balık kokuyor olabilir. Ya da vanilyalı bir tatlı yaptığımızda evimizi mis gibi vanilya kokusu kaplayabilir.
Günümüzde çok çeşitli firmalar evlerimiz için temizlik ürünleri, oda spreyleri, koku tabletleri üretiyor. Fakat bunlar aşırı derece kimyasal içerip aynı zamanda da pahalı ürünler olabiliyor. Bu yüzden hem kimyasallara daha az maruz kalmak hem de çok paralar vermek yerine izlemiş
Ülkemiz ve dünyada sürekli artan bir nüfus var ve bu nüfus için yeterli aynı zamanda da insanların refah düzeyinin arttırılması için çeşitli ve kaliteli besinlere ihtiyacımız var. Bu bağlamda ekosistemin bir parçası olan arılar gıda, sağlık gibi birçok sektörde önemli rollere sahiptir. Dünyada gıdalarının yüzde 90’ın da tozlaşmayı arılar ve diğer tozlayıcılar sağlamaktadır. Yani arılar gıda üretimini mümkün kılan en tanınmış ekosistem hizmetlerinden birini, yani tozlaşmayı sağlarlar. Bu yüzden diyebiliriz ki sofralarımızda her 5 kaşıktan üçü arılar sayesindedir.
Arılar, tarımsal üretimin önemli bir parçasıdır çünkü etkili tozlaşmayı, ürün miktarını, kalitesini ve bitkilerin zararlılara karşı dirençlerini arttırır. Arılar doğadaki ekolojik dengeyi ve biyolojik çeşitliliği korunmak için ciddi bir öneme sahiptir. Böylelikle ekosistemlerin yanı sıra hayvan ve bitki türlerini de korur ve korur, genetik ve biyotik çeşitliliğe katkıda bulunur.
Arılar ayrıca ciddi bir çevre dedektörü gibidirler. Çevre durumunun bir göstergesi olarak da hareket ederler. Varlıkları, yoklukları veya miktarları, bize çevre ile ilgili bir şey olduğunda ve uygun bir eyleme ihtiyaç duyulduğunu söyler. Arıların gelişimini ve sağlığını gözlemleyerek, ortamdaki değişiklikleri tespit etmek ve gerekli ihtiyati tedbirleri zamanında uygulamak böylelikle mümkün kılınır. Bu
Bir şey diyeyim mi sizlere aslında bir kedi ile yaşamanın bir insanla yaşamaktan farkı yoktur aslen. Ama bunu çoğu kimseler anlayamaz, bu kadar minik olan bir şeyi nasıl olur da bu kadar fazla sevdiğimi... Öğrencilik zamanımdan beri benim yanımda olan ve evlendikten sonrada evimizdeki bu küçük ve şirin prensesi, çevremde tanıdığım beş insanın üçünden daha çok sevdiğimi söylesem; belki de şok geçirip şaşkın şaşkın suratıma bakarsınız. Bu sebepten çoğu zaman birilerine bir şeyler anlatmaya çabalamak demektir bir kediyle yaşamak.
Aslında her şey düşündüğümüzden daha karmaşıktır. Gerçeklerin sadece onda birini görüyoruz. Hayatında yaptığın tüm seçimlere ilişkinyüzlerce küçük şey vardır; yaptığımız her seçimle hayatımızı mahvedebiliriz ya da tam tersi iyi ki yapmışım diyebiliriz. Ancak bunu anlamak için belki de 20 yıl geçer ve bizler bunun nedenini asla bilemeyiz. Bu olayı sonlandırmak için elimize bazen sadece bir fırsat geçer. Elimizden geleni yapıp sebebini bulmak için. Kader yoktur denir ya hani ama aslında vardır; kişi kaderini kendi yaratır bir nebze. Evren yüzyıllar boyunca devam etse de, bizler içinde minicik bir zaman diliminde bulunuyoruz. Zamanımızın çoğu ya biz doğmadan ya da öldükten sonra geçip gidiyor. Yaşadığımız zaman dilimi içerisinde ise yıllarımızı; bir telefon, bir mektup, bir bakış, bir karar, adalet, mutluluk, huzur ya da bir şeyleri yoluna sokacak şeyleri bekleyerek boşuna harcarız. O beklediğimiz her neyse asla gelmez, bazen tam geldiğini sanırız ama aslında gelmemiştir.
Hepimiz gelmeyeceğini bile bile bekliyoruz bazı şeyleri işte. Bir daha göremeyeceğimizi bile bile bekliyoruz, bir daha aynı şeyleri yaşayamayacağımızı bile bile bekliyoruz. Öyle anlar oluyor canımız fazlasıyla yanıyor ama yine de bekliyoruz. Teselliyi başka bir şeylerde arıyoruz. Bize göre herkes geri geliyordu, herkes gittiği yerlerden
Yakınlarda okuduğum bir kitapta ünlü yazar Kafka sayesinde idrak ettiğim ve günümüzü düşününce bu gerekliliğin nasıl yok edildiğini görünce içten içe üzüldüğüm ‘’yazar olmak aynı zamanda düşünme gerektirir’’ sözü aklıma geldi birden.
Yazdığı eserlerle, dünya edebiyatında derin bir yer almış Çek yazarı okumak; beyin olarak bir gezintiye çıkmaktır. Kafka’nın eserlerindeki; betimlemeler, göndermeler, düşünceler, fikirler insanı bir şeylerin tersyüzünü sorgulamaya iter.
Mesela; Franz Kafka ‘’dava’’isimli romanında yargı sisteminin saçmalıklarını ve anlamsızlığını göstermiş, ‘’şato’’ isimli kitabında ise klasik bürokrasi anlayışının yanlış olduğunu en sert ifadelerle belirtmiştir. Kafka yazdığı günlüklerde “yarattığım karakterle birlikte ölmekten zevk duyuyorum” diyen bir yazardır aslında, bu da Edebiyat sayfalarından yazarın bireysel ölümünü silip yazarın eseri içindeki ölümünü geçirmiştir. Böylece ölümün deneyimi eserin, öteki ise eserin yaşamı olmuştur. Birçok yazarın sadece para kazanmak için kalem oynattığı düşünülürse Kafka’ya yazar demek biraz hafif olur. Çünkü o yalnızca yazmayı sevdiği için yazmıştır, nedensizce yazdıklarını bir koleksiyon edasında biriktirmiş, hayatının son zamanlarında da çok sevdiği dostuna yakması için teslim etmiştir. Ancak dostu iyi ki de yazarın isteğini yerine getirmemiş ve yakıp yok etmek yerine basılmasını tercih etmiş böylece Kafka kıyıda köşede kalmış biri olarak değil
Dünya tiyatro günü her sene Mart ayının 27’sinde kutlanılan ve çoğu oyunun bugün vesilesiyle ücretsiz olarak izleyici ile buluştuğu, perdelerinin asla kapanmadığı ve dolayısıyla tiyatro severler için harika ötesi bir gündür. Aslında her gün tiyatro günü olmalıdır. Yüzyıllar boyunca bu tiyatro ateşi hiç sönmeden dünyanın çeşitli yerlerinde ısrarla yanmıştır. Tiyatro son dönemlerde özellikle sinema, televizyon gibi medya organlarının gelişmesiyle yok olma tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu teknoloji, sahneleri bir kasırga gibi istila etmiştir ve tadı tuzu olan repliklerin yerlerini naylon bir perdede hareketli resimler almaya başlamıştır. Ama şöyle baktığımda artık tiyatro oyuncuları izleyicinin karşısına geri döndüğüne mutlulukla şahit oluyorum. Tiyatro günümüzde kendine özgü olan sınırlarını kabul etti ve replikler artık eskilere nazaran çok daha fazla olarak sahnelerde yerini alır oldu.
Tiyatro toplumla birlikte yaşayan varlık aslında, tiyatro hareket yaratır, fikirleri aydınlatır, yer yer endişelendirir, rahatsız eder, ruhu dinlendirir, düşünceleri ifşa eder, kışkırtır ve sıradanlığı ihlal eder. Tiyatro, hayatımızda ki boşluğu, gölgeyi, suskunluğu, replikleri uçuşturmayı, hareketlendirmeyi, aydınlatmayı yapabilmemiz için bir sanattır. Tiyatro insanlığın varoluş acısını yansıtır ve insanlığın durumuna açıkça dile getirir. Tiyatroda, yapanlar değil de oyunun geçtiği dönem toplumu konuşulur.
Tiyatroyu keşfetmek
Şu sıralar çevremde birçok kişiden “Momo diye bir video var ve bu çocuklar internetten video izlerken aniden ortaya çıkıp çocuğa yapması gereken bazı tehlikeli görevler veriyormuş” diye duyuyorum. Bunu biraz araştırmak istedim, sonuçta Mavi Balina gibi bir oyun yüzünden de ülkemiz dahil birçok çocuğun vefat haberini izlemiştik.
Momo denilen karakter aslında 2016 yılında Keisuke Aisawa isimli bir sanatçı tarafından, korku sanat galerisinde sergilenmek amacıyla yapılmış bir heykel. Aslında büyük kuş, ana kuş anlamlarına geliyormuş bu momo. Zaten heykelin ayakları falan da kuş görünümü gibi. Sergiye giden kişiler tarafından paylaşılan bu resim zaman içerisinde bazı olumsuz haberlere de konu olmaya başlamış. Belki bu bir sergide sergilenmek üzere yapılan karakterdi fakat bunun haricinde internette çocukların gençlerin takip ettiği, izlediği birçok programda, oyunda, filmde, çizgi filmde yanlış davranışlar, kötü örnekler ve hatta tehlikeli telkinler bulunabileceğini ebeveynler tarafından asla unutulmamalı.
Bu tarz tehlikeleri yaratanlar bana göre ebeveynler. Sırf çocuğum susuyor en azından, hem ayakaltında olmuyor rahat rahat işimi yapıyorum gibi bir düşünce içerisinde olup uzun saatler çocuğun kontrolsüz şekilde tablet ve bilgisayar ile ilgilenmesine izin vermesidir. Bizim çocukluğumuzda barbie bebekler vardı, sokakta arkadaşlarımızla saklambaç oynadığımız kuytularımız
Erzurum gezimizden sonra yerel bir seyahat firması ile Kars’a doğru yolculuğumuz devam etti. Erzurum’dan Kars’a gelirken Kars-Sarıkamış İlçesi içerisinden de geçiliyor. Burada ünlü Sarıkamış Kayak Merkezi bulunuyor. Fazla otel bulunmasa da konaklamak istenildiğinde konaklanabilecek yerler mevcut, telesiyejle en tepeye inip çıkabilir, kayak yapabilirsiniz. Burada Sarıkamış harekâtının anma zamanında sergilenmek üzere buzdan heykeller yapılmış.
Kars merkezi çok güzel bir mimari yapısı mevcut burası aynı zamanda İpek yolu üzerinde önemli bir yere de sahiptir. Türkiye’de rakım olarak en yüksek ve en soğuk şehir olarak geçiyor. Senelerdir çok fazla kültüre ev sahipliği yaptığı için şehrin kozmopolit yapısı hemen dikkat çekiyor. Rus’ların yaşadığı zamanlardan beri şehre kazandırılan gravyer peyniri yapımı ve kaz yetiştiriciliği şehrin simgeleri olarak üretime devam ediyor. Kars’a gelmişken kaz etini yemeden dönmeyin diyorum o yüzden bu lezzeti Phuskin Restoran’da ya da Kaz Evi’nde deneyebilirsiniz. Kars’a geldiğinizde bir gününüzü Çıldır Gölü ve Ani Harabelerine ayırmanız gerekiyor çünkü arada ki mesafeler uzak ve özellikle Ani Harabelerini gezmek biraz uzun sürüyor. Şehir merkezinde buralara günübirlik turlar düzenleyen acenteler var onlardan birisini ayarladığınız takdirde sizi sabah kaldığınız otelden alıp akşam gezi dönüşünde yine bırakıyor. Ani harabeleri arabayla merkeze yaklaşık 50 dakikalık bir mesafede ülkemiz ile Ermenistan sınırı arasında
Önce ki haftalarda yazmış olduğum doğu ekspresi ile ilgili yazımda doğu ekspresi deneyimi ile bağdaşmış Kars ve Erzurum illerinde neler yapılır bunları paylaşacağım demiştim biz ilk olarak Erzurum iline uçuşumuzu gerçekleştirdik hadi o zaman başlayalım :)
Erzurum havaalanına indikten sonra hemen havaalanın dışında merkeze giden otobüs veya taksiler yardımıyla şehir merkezine gidebilirsin, havaalanının merkeze yaklaşık 20 dakikalık bir uzaklığı mevcut. Merkeze geldiğimizde ilk olarak Kars’a gidebileceğimiz aracı ayarladık gidiş zamanına kadar vaktimiz olduğu için gezmeye başladık, ilk olarak Erzurum kongre binasına gittik. Bu tarihi bina Cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı yerdir günümüzde de müze olarak kullanılıyor. Binanın bahçesine ilk girdiğimizde bizi binanın önünde 2000 yılında ordu komutanlığı tarafından hediye edilen bronz bir Atatürk heykeli karşılıyor. Binaya giriş ücretsiz ve binaya ulaşım için kongre caddesi tabelalarını takip etmek gerekiyor. İsterseniz toplu taşıma araçları ile de gelebilirsiniz. Bence Erzurum’a gelindiyse bu tarihi binaya muhakkak uğranmalıdır. Bu binaya gelip kongrenin yapıldığı zamanlarda ki sıralara oturup, geçmişimizi ve bu vatan nasıl kazanılmış düşünüp hayal etmeliyiz. Erzurum kongresine katılan tüm delegelerin oturduğu sıralar ve isimlerinin yazılı olduğu isimlikler, yazışmalar, tutanakların sergilendiği harika bir müze olmuş. Binanın koridorlarında dolaşmak insana farklı bir haz veriyor. Kongre binasından çıktığımızda öğlen olmuştu bile hazır biraz acıkmışken de Erzurum’a gelip de
Bu sıralar yakın arkadaşlarımın çoğundan sıklıkla şu cümleyi duyuyorum ‘‘ Alıp başımı gitmek istiyorum’’. Bu cümlede bence çok şey saklı ama şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Tecrübe etmiş sayılırsam eğer, gidecekseniz o başı almadan gitmeniz gerekiyor yoksa değişen hiçbir şey olmuyor maalesef.
Öyle zamanlar gelir ki şehrin stresi, yorgunluğu, işin bunaltması, çevrenizdekilerin üstünüze üstünüze gelmesi ve aniden içimize gelen uzaklaşma duygusu sonunda gitme eylemini hayata geçirebilirsiniz ancak sonuçlar beklenildiği gibi ya da hayallerinizde ki gibi olmayabilir. Neden? Der gibisiniz, açıklayayım. Çünkü insan düşündüklerini, aklından geçirdiklerini kafasından atamıyor, uzaklaştıramıyor. İnsan ne yazık ki geçmişi silemez, bazı insanları da hayatından atamaz, sonuç olarak girilen tünelin ucu yine başlanılan noktaya geri dönmek oluyor.
Günümüzde bir başka püsküllü bela da maalesef teknoloji, istediğin yere git, istediğin kadar uzaklaş ama aklındakilere engel olamıyorsan uzaklaşman senin için hiçbir fayda etmeyecektir. Yine haber okuyacaksın, yine sinirleneceksin ya da üzüleceksin. Şuan bulunduğun ortamdan uzaklaşıp gitmen, seni üzen konuları bir anda unutacağın, ülke gündemiyle birden ilgilenmeyeceğin, yapılan haksızlıkların aniden son bulacağı, terörün artık olmayacağı anlamına gelmiyor, yakınındaki insanların seni arayıp derdini anlatmayacağı anlamına da gelmiyor, aynı ortamı paylaştığın
Eveeet! Son zamanlarda herkesin harıl harıl bilet bulmaya çalıştığı doğu ekspresi ile ilgili biraz yazmak istedim hazır daha geçen hafta ki yolculuğum tam olarak soğumadan. Bu gezi ile ilgili arama motoruna zaten yazdığınızda milyonlarca bilgi bulabilirsiniz ama ben naçizane kendi gözlemlerimi, kendi deneyimleri mi birinci ağızdan aktaracağım. Bence bu doğu ekspresi ve yakın çevre illerine geziyi yapabilmek için en önemli olan sorun doğu ekspresine bilet bulmak, gerçekten zor. Şuan zaten seyahat etmek istediğimiz tarihten 1 ay önce biletler satışa açılıyor. Yani şöyle ki; 24 Ocak tarihinde bilet almak için baktığınızda maksimum 24 Şubat tarihli bilet bulabiliyorsunuz daha ileriki bir tarih için biletler satışa çıkmamış oluyor diğer tarihlerde de tamamen dolu oluyor. Bizde istediğimiz tarihlerde bilet bulabilmek için TCDD’nin internet sayfasını ve mobil uygulamasını tam 2 ay sürekli takip ettik ve tabi ki planladığımız, gitmeyi düşündüğümüz tarihlerde bilet bulamadık. Yeni açılan günler için bile maalesef ki dolu olarak açılıyor bilet alma imkânı bulunmuyordu. Bu arada pulman kısmında az da olsa yer bulunabiliyor ancak örtülü kuşetli ya da yataklı vagonda hiç boş yer bulunmuyor. Pulman tercih ederseniz baya yorucu bir yolculuk maalesef ki sizi bekliyor olur. Baktık ki bilet bulamıyoruz ve bu biletlerin çoğunu zaten tur
Son zamanlarda tükettiğimiz birçok üründe Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) en şikâyetçi olunan konulardandır. GDO’lar tarım alanında kullanılıyorsa eğer “yeşil gen tekniği”, tıp alanında kullanımı ise “kırmızı gen tekniği” olarak adlandırılıyor. Besin değerlerini öldürdüğünü söyleyenden tutun da kanser riskini arttırdığına dair yorum yapanlara kadar dönem dönem popülaritesi artan bir konudur aslında. Bir ziraat yüksek mühendisi olarak aslında bu konuyu keskin çizgiler ile yorumlamak yerine objektif olarak yararları ve zararlarından bahsetme ihtiyacı hissettim.
Aslında her yıl biterken şöyle arkama dönüp bir bakarım neler yaşamışım, neler yapmışım, neleri becerememiş, neler hayal etmiş, hayal ettiklerimin kaçını hayata geçirebilmişim, hayal bile edemediğim neler yaşamışım ve yaşıyorum bunların farkına varmak için en uygun yöntem bir beyin fırtınası gerçekleştirmek. Bu sefer ki fark yorumlarımı içimde tutmayıp herkesin okuyabileceği bir ortamda paylaşım yapıyor olmam. 2015 ve 2017 yılları arasında ki kırılmalardan sonra birçok şey daha basit ilerliyor gibi görünse de zorlandığımız anlar maalesef her zaman var olacak. Hani hep denize girmeden önce ‘ya aşırı soğuksa’ tereddüdünü yaşarız ya onun gibi ama bu sefer bıraktım suya kendimi hiç tereddütsüz.
2018 yılı tam da böyle bir yılı oldu işte benim için. Yeni şeyler öğrendim, bildiğim, asla değişmez diye düşündüğüm, değiştiremem dediğim birçok şeyde yanıldığımın farkına vardım. Tecrübe diye tabir edilen şeyin kutsal olduğuna tamamen inanmasam da kulağıma küpe olması gerektiği ve belki ileride işime yarayabileceğini öğrendim. Vazgeçmeyi, bazı şeyleri umursamamayı öğrendim. Vefa duygumun sefa duygumun önüne geçmemesi gerektiğini öğrendim. Aklımdan bile geçiremediğim, onaylayamadığım, itiraz ettiğim durumlar ve hayal etmenin dahi hayalini kuramadığım anlardan, istesem de hayal bile edemeyeceğim şeylere sahip olduğum anlara geldim. Meğer gözlerimi karartıp suya atlamam gerekiyormuş, ‘yapma su çok soğuk donarsın,
“Selam (Sulh) denizi coştuğunda, gönüllerden kini giderir’’ demiş Hz.Mevlana. Bu sene 745. Vuslat Yıldönümü olan Şeb-i Arûsanma töreni yine müthiş bir coşku ile anıldı. Maalesef yine bizzat giderek izleme fırsatı bulamadım. Ama ölmeden önce yapmak istediğim şeylerden bir tanesi de bu, hatta herkes muhakkak bunu tatmalıdır diye düşünüyorum. Dünyevi algılardan uzaklaşıp, insan sevgisi manevi olarak Allah sevgisi düzeyine erişmiş bu ulu insanı anlamak adına düzenlenen bu tören Mevlana’nın öldüğü geceye deniyor. Şeb-i Arûs kelime anlamı da düğün gecesi anlamını taşıyor. Çünkü Mevlana ölümü, yaratıcıya kavuştuğu düğün olarak görürdü.
O yüzden ölümü bir ayrılık değil, kavuşma olarak görür. Bu yüzden de düğün gecesi olarak isimlendirirdi. Yazmış olduğu bir şiirde de bunu ifade etmiştir;
Cenazemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme, benim,
Buluşmam, görüşmem o zamandır.
Beni mezara koydukları zaman “elveda elveda” deme.
Mezar cennet kapısının perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret.
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir.
Kışın her detayı bana huzur ve mutluluk verici olduğundan en güzel mevsim diyeceğim. Yaz sıcağında bile düşününce mutlulukla dolmamın nedeni; en sevdiğim her şey bu mevsimde toplanmıştır benim için sanki. Mutluluğuma mutluluk katan, yaşadığımızı hissettiren şeyleri sıraladığımda sizin de kendinizden bir şeyler bulacağınıza eminim;
Terlememek harika bir şey, üşümek ise terlememekten daha da güzel. Yanaklarımızın kızarması, ellerimizin soğuktan uyuşması, soğuğu iliklerimize kadar hissetmemiz, dişlerimizin titremesine engel olamamamız ve bunların akabinde sıcak bir mekana gitmek ya da üşürken elimizde sıcak bir şeyler içerek kar yağmış yollarda, karı izleyerek ilerlemek. Aslında aldığımız her nefesin ciğerlerimizde hissedilmesi gibi sıcak-soğuk, üşüme-ısınma ikilileri ile normalde hissettiklerimizden daha çok vücudumuzu harekete geçiren tüm eylemler. Yaşadığımızı, canlı olduğumuzu daha çok hissettiriyor resmen. Bu sayede sevdiğimiz insanlara daha rahat sarılmıyor muyuz, ellerini tuttuğumuzda sıcaktan fenalık gelmemesi. Rahatça el ele tutuşup gezebiliyor olmak ellerin terleyip yapış yapış olmasından uzak kalmak, geniş çaplı düşününce de kış başlı başına insanları birleştirici bir güç içeriyor aslında, daha samimi olan ortamlar yaratıyor.
Doğal ortam olan bir yerde, beyaz rengin yoğunluğu insanda adeta hipnoz etkisi yaratıyor. Üşümekle birleşince resmen çift etki yapıyor bu manzara. Tabi hayal kurmadan olur mu böyle bir ortamda? Kuzey kutbuna gitmişiz ve
Her zaman anlatılan bir hikâye vardır ya hani; küçük bir çocuk var ve resim dersinde bir resim çizer. Resimde anne, baba ve iki çocuktan oluşan bir aile var. Fakat resimde ki bir eksikliği öğretmen fark eder. Eksiklik babanın elleridir. Çocuğu yanına çağırıp sorar “Galiba babanın ellerini çizmeyi unutmuşsun.”Aldığı cevapla öğretmen şaşırır. Aile içinde şiddet problemi vardır ve baba sürekli anneyi dövmektedir. Çocuğun üstesinden gelmeye çalıştığı yöntem ise resim bile olsa babanın ellerini ortadan kaldırmak olmuştur. Burada bence çocuk babanın ellerini çizmeyi unutmamış, babaya unutmuş olduğu insanlığını hatırlatmaya çalışmıştır.
Köşe Yazısının Devamını Okuyun.
Bana göre bir şeyleri ifade etmekte zorlanan, kendisini tam anlamıyla ifade edemeyen ve üşengeç insanlar genellikle takdir etmekten kaçınır. Sonuçta bir şeyleri takdir ederse eğer bunu neden yaptığını, ne için takdir ettiğini belirtmesi gerekir böylece az da olsa kendini açmış ve bazı şeyleri içinden çıkarmış olur. Ama o takdir etti diye herkesin takdir edeceği anlamına gelmiyor dolayısıyla bu alenen fikrini, duygularını belli eden davranış karşısında fikirlerinin karşısında gururla durmak hatta güçlü olmak gerekmektedir. Bu yüzdendir ki beğenmeme, sevmeme, takdire layık bulmama takdir etmenin aksine çok daha kolay elde edilen bir hak oluveriyor şimdilerde, -olmamış bu, -beğenmedim, -cıks’larla geçiştiriverilen hem de kendini hunharca nedenini açıklamak için yormaya gerek kalmayan haktır. Günümüz hastalıklarından biriside bu değil midir basit varken zor neden seçilsin ki?
İnsan yaşamında takdir etmek kadar hatta daha da önemli olan bir kısım daha var ki oda takdir edilmektir. Çoğu insan kendi egosu için, ya da farkında olmadan elde ettiği bir şey için takdir toplamıştır ama en kötü ve akıldan çıkmayacak olan tam ihtiyacı olduğu bir anda, karşı taraftan takdir elde edememesi hatta ve hatta kötülenmesi olayıdır. Bu zamanlar kişinin hayatında dönüm noktası olmuştur. Bu anlar birçok yerde yaşanmış
Hak etmediğiniz halde bir zulümle karşılaştığınızda yapabileceğiniz tek rahatlama yöntemidir belki de ah etmek. Bu deyimin alamı kısaca şudur aslında; “Allah’ım, senden gelsin ne gelecekse onun başına benden değil.” Evet, bu cümle acıyı aklımızdan çıkarmaz belki ama en azından hafiflemesine yardımcı olur. O ah nerede kalır bilmiyorum. Dilde mi yoksa kalpte mi?... Bunun cevabı da öyle kolay verilecek gibi değildir insanlar için. Dil sustuğunda kalp nasıl susturulmalı onu da bilmiyorum. Ama elbet kolaylığını sağlar Yaradan öyle değil mi? Ama şunu biliyorum ki; biz görmesek de duymasak da bize yaşattıklarının aynısını gün gelir başka bir zamanda, başka bir insan onlara aynılarını yaşatır. Neden böyle, hatam ne? Diye düşünürken aklına geliverirsiniz… Bundandır ki hayatta asla bencil olmayacaksın insanoğlu, yoksa seni de o kırdığın yerlerden öyle bir kırarlar ki.
Yunus Emre ne demişti: ‘‘Olsun be aldırma Yaradan yardır. Sanma ki zalimin ettiği kârdır. Mazlumun ahı indirir şâhı. Her şeyin bir vakti vardır.’’ İçten içe üzülen, haksızlığa uğradığını düşünenler genelde ellerinden bir şey gelmeden beklerler, beklerler ki neyi beklediklerinden habersiz. Çünkü bilirsin ki, istersen hakkını helal et, istersen ah etmeyi dilinden hiç düşürmemiş ol. Bizi bizden daha fazla düşünen bir
İlkokul 4. Sınıfa gidiyordum galiba sene 2001. İlk ciddi olarak yazma deneyimimdi diyebilirim. Okulumuzda 10 Kasım ile ilgili kompozisyon yarışması vardı. 1-2 sayfalık bu kompozisyon yazım ilk ödülümü armağan ettirmişti bana. O zaman ki yaşım gereği benim için büyük bir olaydı bu. Boyumdan uzun olan mikrofondan beyaz yakalı, mavi önlüğüm ile sesim titreyerek koskocaman okula bir sürü öğrencinin önünde okumuştum o kompozisyonumu. Böylece benim için 10 Kasım o zamanlar duyguların sözcüklere kavuştuğu gün olmuş işte. O günden bugüne hep bir şeyler karalarım, nefes almaya devam ettikçe sanırım bunu yapmaya devam edeceğim.
10 Kasım her sene takvimin bu tarihi, saatin 9’u 5 geçeyi gösterdiğinde sirenlerin, kornaların etraftan değil de içimizden geldiğini zannedip olduğumuz yere saplanır kalırız. Aslında birde şu yönden düşünmeliyiz belki de, 10 Kasım ağıt ve ağlama günü müdür yoksa hatırlama günü müdür? Bu gün tüm dünyada eşi benzeri olmayan bir saate sahip olan gündür. Sonuçta dünyanın hiçbir yerinde hiçbir insan, yönetici, lider için zorlama olmadan sadece içinden geldiği için saygısından ve içten içe duyduğu sevgiden kaynaklı o saatte her şeyi bırakıp saygı duruşunda bulunmaz. Bu sevgiyi anlayamayan yada yaşayamayanlar yada böyle davranmayanlar hatta bunu fazla romantiklikle bağdaştırıp gerçekleştirmeyenler
İnsanlar çok bilen ve hatta asla hata yapmayan kişileri sevmezler, kendilerinden uzak dursun da nerede olursalar olsun isterler. Çok bilen insanlar, birçok şeye muhalif ancak hiçbir şey bilmeyen insanlardır. Bu tarz insanlar bana göre şaka olması gereken ama maalesef gerçekten var olan bir canlı türüdür. En ufak bir kelimede ya da dalgınlıkla unutup söylediğin dil sürçmelerinde bile seni ordinaryüs profesör edasında düzeltirler. Anlatılan ufak hikâyelerde bile hemen araya “kendince önemli” birkaç kelimeyi serpiştiriverir. Bazı zamanlar tak edip uyardığınızda ise, ‘ne var ki? İyilik yapıyorum bir teşekkürü hakettim’, diyen yüzsüzü bile vardır.
Kısaca söyleyecek olursak artık günümüzde birçok insanda görülen hatta sürekli artan bu durum bir nevi hastalıktır, tıp dilinde Narsistik – kişilik bozukluğu olarak isimlendirilmektedir. Kendilerine olan özgüvenleri müthiş seviyede, küçük dağları ben yarattım edasında, her şeyi ben bilirim, hep ben haklıyım hali içinde olan kişilerin genel adıdır narsistik. Çevremizde gördüğümüz tüm ilgi kendi üzerinde olsun isteyen, hep mükemmel olduklarını, herkesten üstün olduklarını, sosyal hayatlarında ve çalışma yaşamlarında tek olduklarını düşünürler. Başkasının hakkına ve düşüncelerine saygılı davranmazlar. Bencildirler ve her zaman önde olmayı isterler. Para, sevgi, güç gibi diğer niteliklerinde kendilerinde olmasını isterler ve her şeye güçlerinin yetebileceğine
“Sanat olmasına gerek yoktur fotoğrafın. Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zapt ediyorsun. Bir makine ile tarihi durduruyorsun’’ demişti yılların fotoğraf ustası Ara Güler. Aslında birçok kesim İstanbul fotoğrafçısı olarak tanıdı onu. Öyle güzel İstanbul karelerini fotoğraflamıştı ki, birçok turist sadece onun gözünden çekilen o kareleri görmeye gelmişti İstanbul’a. Çekmiş olduğu her kare fotoğrafta bir yaşanmışlık vardı farklı bir bakış açısı. Mesela ben çok severim özellikle siyah beyaz olan İstanbul fotoğraflarını incelemeyi, ne bileyim içim huzur dolu oluyor onlara baktığımda sanki oradaymışçasına. Ara Bey’in çalışmaları, dünya çapında birçok kurumun koleksiyonlarında da yer buluyor. Mesela; Paris’teki Fransa Milli Kütüphanesi, New York’taki George Eastman Museum, Dasimaginärephoto-museum, Köln’deki Museum Ludwig ve Sheldon Museum of Art ve daha niceleri.
“Foto Muhabiri” isimli kitabı merakı olanlar zaten çoktan keşfetmişlerdir bile, ancak henüz okuyamayanlar için kısaca bahsedersem; Ara Güler’in hayatını kronolojik biçimde anlatır ve aynı zamanda Türkiye tarihini de bir hikâye tadında zihnimizde canlandırıverir. Naçizane fikir olarak fotoğrafçılık mesleğine merak salmış kişilerin kesinlikle okuyup, arşivinde bulundurması gereken bir kitap. En sonunda Ara Güler ile yapılmış bir söyleşi ve aile fotoğraflarının ağırlıklı olduğu albüm yer alıyor.
Usta
Son yıllarda çoğu insan yaz tatili planlarının başındayken; -Bu yaz Yunan adalarına gidelim mi? -Aaa sen daha gitmedin mi? -Yunan adaları bir harika! gibi soru ve söylemlere maruz kalıyor. Bu yüzdendir ki her yaz içimizde mutlaka bir Yunan adalarına gitme dürtüsü baş göstermiş oluyor. Gitmek için araştırma yaparken 2012 yılında Yunanistan’nın başlattığı pilot projeyle vize alım kolaylığı için kapıda vize uygulamasının başladığını öğreniyoruz. Öğreniyoruz öğrenmesine de bu uygulamanın hepimizin en merak ettiği bol bol mavi çatılı evleri olan şirin Santorini ve Mykonos adalarında geçerli olmadığını, sadece Rodos, Samos, Kos, Sakız Adası ve Midilli gibi 5 Ege adasında geçerli olduğunu anlıyoruz. Bu durumda merak ettiğimiz adalara gitmek istesek vize işlemlerinin masrafı, artan döviz kuru kaynaklı yanımıza alacağımız paranın azalmasıyla, içimizde ki bu adalara gitme duygusu yavaşça körelip yerini yakında bir yere gidelim sözcüklerine bırakıyor. Böylelikle kendimizi Yunan adalarına gitmeme konusunda ikna etmiş oluyoruz. Eğer zamanında yapılan bazı anlaşmalar iyi değerlendirilebilseydi, vize derdi olmadan bizim olan güzelim adalara elimizi kolumuzu sallayarak rahatça girebilecektik.
Konu açılmışken şöyle eskilere biraz yolculuk yapalım. Osmanlı Devleti ile İtalya arasındaki Trablusgarp savaşı, İtalyanların hazır Osmanlı Devletinin de zayıfladığı ve buraya ordu, donanma ve teçhizat gönderemediği o