1
Filiz Akkaya
İlkses Gazetesi Yazarımız

Eğitimci Yazar Filiz Akkaya

İlkokul çağlarında şiir yazmaya başladı. Kitap okumak en büyük hobisi. Çeşitli site ve dergilerde deneme ve makaleleri ile yer aldı. İlk hikayesi, BANA BİR MASAL ANLAT ANNE antolojisinde yer aldı. İlk şiir kitabı BİR DOĞUŞ GEREK BANA, 2022 yılında çıktı. İnsanların her şeye rağmen yeniden doğuşunu gerçekleştirebileceğini göstermek istedi. İkinci kitabı henüz basım aşamasında. İlkses Gazetesi'nde köşe yazarı olarak yazmaya devam ediyor.

 

Yazarın Köşe Yazıları

Ağacın Ah’ı

Bir ağaç gördüm çekirdeğini çatlatıp, topraktan süzülüp bin bir mihnetle dallanıp budaklanmaya çalışan. Bir ağaç, uzanan dallarını yapraklarda donatıp, o kutlu göreve hazırlanan. Bıkmadan usanmadan güneşi emip, suyunu içen, nazlı rüzgarlarda usulca dans eden. Nedendir bunca külfet diyenlere bir gün tatlı mı tatlı meyvesini gösterip, işte bunadır onca emek onca külfet diye gülümseyen bir ağaç gördüm. Günbegün sevgiyle besleyip büyüten, ballandıran.
   Bir deniz gördüm, canından can koparıp ırmak der adına. Bilmediğini bilsin, görmediğini görsün der, dolaştırır âlemi. Bir ucundan tutar da izin vermez solup kurumasına.
   Bir dağ gördüm dimdik ayakta. Yuva olmuş kurda kuşa. Toprağıyla, taşıyla, yeşilin her tonuyla. Bir dağ gördüm öyle sapasağlam, bereketli, bir vatan kuşundan karıncaya. 
   Sonra güneşi gördüm her sabah dağa taşa, topraklara, solgun ayçiçeklerine, üşümüş yüreklere, sıcacık gülümsemesiyle can veren. Her gün hiç usanmadan tüm evreni kucaklayan. 
   Yağmur gördüm solgun toprakları görüp gözyaşlarına boğulan, bin bir çeşit yeşile hayat veren. 
   Düşündüm, emek dedim, şefkat dedim, sevgi dedim. Bir “ah” çekip önlerinde eğildim. ANNE dedim. Bildiğim hiçbir harf anlatmama yetemedi, sustum. 
   Ve bir gün, ağaca küsen meyve gördüm. Denize küsen ırmak. Bir kuş gördüm dağa küsüp eteklerinde artık kanat çırpmayan. Güneşten yüzünü çeviren ayçiçeği, bulutlara gönül koyan topraklar, yeşiller gördüm. Ağladım. 
   Meyve çürüdü, nehir kurudu, ayçiçeği


Kayıp aşk

Bu dünyanın şartlarına uygun olarak donatılıp gönderildik. Burada yaşamak için neye ihtiyacımız var ise, bedenimiz, beş duyu organımız, duygu ve düşüncelerimiz, hepsi yanımıza yoldaş olarak verildi. Tüm bunlarla görüp, tanıyıp, analiz eder, kendimize bir yol çizeriz. Çizdiğimiz yolu, iyi kötü tüm getirileriyle yaşar, mutlu veya mutsuz oluruz.
Çok mutlu olduğumuz zamanlarda da mutsuz olduğumuz zamanlarda da eksik bir şeyler olduğunu içimizden bir ses her daim fısıldar. Bazen mutluluktan, bazen de mutsuzluktan koşup göğsüne sığındığımız annemizin şefkatindedir aradığımız. Bazen bir çocuğun saf, berrak, tertemiz bakışındadır. Bazen yağmurun topraktaki, uyanmayı bekleyen tohumlarla buluşmasında. Bazen toprağın suda rehavete kapılıp mis kokusunu salmasındadır. Bir bebeğin, annesinin tenini el yordamıyla tanıyıp huzura ermesindedir. Yalnız kaldığımızda, ben buradayım diyen bir fısıltıdır içimizde nefesimize karışan, bizi yalnızlıktan çekip çıkaran. Sabahın ilk ışıklarının uyandırdığı umut kıvılcımlarındadır.
İşte dünyaya gelirken verilenlerin yanında, bizim kalbimize, gözlerimize, ellerimize, sesimize, kulaklarımıza, ayaklarımıza, nefesimize gizlenmiş bir emanetimiz daha vardır ki, nereye gitsek, kiminle konuşsak, neyi görsek, duysak içimizdeki o emanetin esrarlı büyüsünü ararız. Hiçbir şeyden tam doyum alamayız.
Bize verilen tüm bu donatılarımızın yanında, bunları anlamlaştıran, güzelleştiren, olması gerektiği gibi yapılmasını sağlayan bir emanet olan hakikat aşkı. Geldiğimiz yere olan özlemimizi dindiren, gurbetimizde sılamızı yaşatan AŞK. Onunla baktığın, söylediğin, duyduğun ne varsa anlamlanır. Yürüdüğün yollar güzelleşir. Ah dönüp bir kendimize bakabilsek, kim bilir arayışlarımız son bulup, ruhumuz sakinleşecek. Bize verilip gönderilen o gizemli sırrı keşfedip dünyamıza saçtığımız zaman arayışlarımız son bulacak. Kayıp sandığımız tüm güzellikler bizi saracak. Sıladan gelen bir nefes huzuru, aşkı bulanlara selam olsun...


Değerli mi, önemli mi?

Hayata bakış açımız, anlam yüklediğimiz şeyler de dolayısıyla hayatın içindeki yerimizi ve konumumuzu da belirliyor. Bakış açımızla, beklentilerimizle, kendimize çizdiğimiz şekil, konum ve tarzı oluşturuyoruz. Bazılarımız kendini başkalarının gözüyle bakarak şekillendirir. Tıpkı kendisinin karşıdan gördüğü, gıpta ettiği, yerinde olmak istediği rol modeller gibi. Başkalarının gözünde nasıl görülürse büyür, devleşir, önemli bir insan olur. Tabii ya, nasıl hayranlık kazanır.
Öncelikle bir ünvanı olmalı. O bir ortama girmeden, ünvanı yetişmeli hayranlık duyulması için. Bunun için birtakım ödünler verilirse de değer diye düşünür. Sonra görünüş girer devreye. Göze hitap etmeli, sıradan insanlardan bir farkı olmalı. Ünvanına yakışır bir görünüşü olmalı. Kendine has bir tarzı oluşur böylece. Maddi olarak da belirli bir konuma geldi mi, değmeyin keyfine. Önemli bir kişi olmanın sevinciyle kasılarak yürümeyi hak etmiştir.
Bir de başkalarını gözüyle değil de kendi gözüyle kendini seyreden vardır. Bu kişinin beklentisi farklıdır. Kendini nasıl gördüğünde haz alır. Yürüyüşünde büyüklük değil, tevazu vardır. Gözlerinde hırs değil, sevgi. Kalbi, şan şöhret, güzellik, maddiyat karmaşasından arınmış, şefkat, merhamet ile kaplı, hak ettikleri kadarıyla mutlu, sevinçlerini üzüntülerini paylaşabileceği kişilerin etrafında olduğunu bilerek güven içindedir. Etrafındaki kişilerin gözleri belki büyüklüğünden kamaşmıyor ama sevgiyle parlıyor. Kendi gözüyle kendine baktığında kendine yakıştırdıklarıyla mutlu ve değerli hissediyor.
İşte diyebiliriz ki, önemli bir insanın mutlu olma şansı vardır belki. Ama değerli bir insanın mutlu olması için şansa ihtiyacı yoktur. O zaten mutludur. Ve dahi çevresinin gözünde hem değerli hem önemlidir. Evet, önemli insanlardan değerliler çıkabilir ama değerli insanların hepsi birer önemli cevherdir.


Bağlılık mı? Bağımlılık mı?

Bağlılık, bağımlılığı getirmediği sürece iyidir. Bağlılık durumunda, kendi huyun suyun, kendi alışkanlıkların, tercihlerin, kişiliğin, kısaca seni sen yapan her ne varsa yerli yerindedir, güvendedir, zarar görmemiştir. Tüm bunlarla karşındaki kişiyle, bir şeyleri paylaşma, ortak kararlar alma, iyi kötü tüm durumları birlikte analiz etme fırsatı yakalarsın. Karşındakinin özeline, sınırlarına saygı duyarak, birlikte güven içindesindir. Ama bağımlılık öyle midir? Seni sen yapan bütün özellikler, bağımlı olduğun kişi karşısında öylesine özelliğini yitirmiştir ki, adeta bir bir silinip, yerini karşısındakinin özelliklerine bırakmıştır. Onun senin hayatından çıkma, yok olma korkusuyla verdiğin ödünlerin haddi hesabı yoktur.

Ortada iki kişi gibi görünse de tek bir karar mekanizması vardır. Ve ona uymak zorunda hisseden, kendini yok sayan, bitkin ve mutsuz bir kişi. Ne zamana kadar peki? Duygularının esaretine daha fazla dayanamayıp, tüm ruhuyla özgürlük diye haykırana kadar tabii. Sevmek başka, körü körüne bağlanmak başka bir şey. Bağınız, ilginiz, karşınızdakinin yüreğindeki yerinize göre şekillensin. Gördüğünüz ilgi ve sevgiden fazlasını verirseniz, kendinizi değersizleştirirsiniz. “Sen benden daha değerlisin” demiş olursunuz. Zaten böyle bir bağlılık size asla haz vermez, kendinize saygınız kalmaz. Önce kendinize bir yolculuğa çıkın. Kendinizdeki o muhteşem güzellikleri keşfedip tanıyın. Sevip değer verin. Sonra da sizdeki bu güzelliklere, sevginize layık olana. Kim, ama kim olursa olsun, bizden değerli


SMA Çocukları

Ben bir bebeğim anne, senin gözlerin gibi bakıyor gözlerim. Tanıyorum ellerini, gülüşünü. Kalbim âşina kalp atışlarına. Ben bir bebeğim anne, kardeşlerim gibi, diğer teyzelerin, amcaların bebekleri gibi. Ama sen annem, neden diğer anneler gibi ışıl ışıl bakmıyor gözlerin. Neden gözlerini kaçırıyorsun bakışlarımdan. Her bebek ağlar anne. Kimsenin annesi hıçkırıklara boğulmuyor göğsüne basarken yavrusunu.
Komşunun bebeği ilk adımlarını attı, sen bana sarılıp ağladın. Ben de yürüyeceğim anne, göreceksin. Adımlarım yorgun, bedenim ağır ama, gülüşüm yüreğim gibi kocaman. Bana da bu yakışır değil mi anne. Gülüşümü gözyaşlarınla gölgeleme. Ben henüz karanlığı bilmiyorum. Karnım doyunca, tatlı sesini duyunca aydınlanır ruhum. Bana aydınlanmayacak karanlıkları öğretme anne.
Mutfaktan gelen kokulara üşüşürken kardeşlerim, bana getirdiğin hep aynı mamayı yerken, onlar sokakta oynarken, havuzda sularla dans ederken, anlamsız düşünceler büyüyor içimde. Serçe kanatlarıma ağır geliyor hayat. Senden saklamam mümkün mü yüklerimi? Biliyorum benim tüm hüznünün sebebi. En çok da bu acıtıyor canımı.
Dün gelen teyze ninniler söyledi uyuturken bebeğini. Bir tebessüm vardı tatlı sesinde. Tatlı rüyalara dalarken o mutlu bebek, ben dudaklarda buruk bir acıyla okunmuş dualarla uyutuldum. Başımı okşayan titrek dokunuşlara anlam da veremiyorum bazen. Ama kalbindeki hüznü görebiliyorum
Bazen yüzüme öyle derin bakıyorsun ki, gülüşlerimi unutmamak her daim aklında tutmak için verdiğin çabanın farkındayım. Sanki avuçlarından bir yıldız gibi kayacağım ve sen gülüşümdeki o ışığı hafızanda her daim muhafaza etmek için çabalıyorsun. Beni unutma anne.
Nefesim kesiliyor bazen. Naz yapmıyorum inan. Seni bir daha görememekten korkuyorum. Başka bebekler gibi kucağında büyüyememekten. Anlatamıyorum sana, ama ağlıyorum. Ne olur nefes ol bana. Hani karnında olduğun gibi yan yana. Annem söyleyemediğim, ağladığım zamanlarda sarıl sarmala.
Ben bir bebeğim. Adımı bilmem ama, SMA diyorlar son zamanlarda. Ne olur annem yeniden can ol bana. Ne olur can ol...


Aidiyet

Sonbaharda dalına tutunmaya çalıştıkça çaresizce savrulan yaprakların hüznüdür ait olamamak hissi. Öyle ki ne diğer yapraklara ne dala ne ağaca ne de toprağa aittir. Bir kişi düşünün, şehir şehir gezer, yeni mekanlar insanlar tanır lâkin, aidiyet hissi zarar görmez. Gel gör ki, kırk yıllık aile eş dost, arkadaş çevresi vardır ama kendini hiçbir yere sığdıramaz. Çünkü aidiyet bir mekana bir kişiye değildir. Tüm bunların bir kişiye hissettirdiğidir. Bir duygudur. Ve bu duygunun oluşması, istek, arzu, nefret, ret ve kabul mekanizmasıyla kendini tanımak ile oluşur.


Eyvah Yalnız Kaldım

Ah yalnızlık, ne korkulu bir rüya. Henüz bebekken annemizin parmaklarına sımsıkı tutunarak kendimizi hayata karşı güçlü hissetmeye çalışırız. İhtiyaçlarımız tamamlandıkça, ilgili kişilere bağlılığımız artar. Kendi kendimize yetme yetimizi de iteriz arada. Karşıdan bize uzanan ellerin verdiği rehavete kapılırız.


Fulya ve Açelya

Perdeyi hafiften araladı kadın. Etrafı hafiften süzdü. Bir şey aradı gözleri. O perdeyi açmaya değer kılık kırpık da olsa bir güzellik. Sonra umutsuzca kapatıp ellerini çekti usulca. Bir şeyler olmalıydı o pencereyi açmaya değer diye düşündü. Gözleri loş odada gezinmeye başladı ki, yerde duvar kenarında bulunan bir saksıya takıldı. Aceleyle koşup eline aldı. Elleriyle üzerindeki tozları silkeleyip, masanın üzerine koydu. Evet, işte aradığım bu diye geçirdi içinden. Saksıyı bir güzel temizledi ve gökkuşağının göz alıcı renklerine boyadı. İçini toprakla doldurup, o sihirli tohumları heyecanla serpti. Sıra en heyecanlı bölüme gelmişti işte. Perdeyi hafiften araladı. Pencereyi açıp saksıyı önüne yerleştirdi. Artık perdenin ardına dair bir umudu vardı. Kendi manzarasını oluşturmuştu işte. Bir süre baktıktan sonra pencereyi kapattı. Perdeleri kapatmaya eli gitmemişti. Günler geçiyor, saksıdaki tohumlar suyunu içiyor, sabah güneşinde ısınıp nazlı rüzgarlarda serinliyordu. O sabah kadın pencereyi açtığında, tohumların tomurcuk tomurcuk ona gülümsediğini gördü. Kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Pembe olanına gözü ilişti. “Açelya” dedi, adın “Açelya” olsun. Bir diğerine yaklaşıp beyaz, narin güzelliğini seyredip “Fulya” dedi. Her gün ilk günaydınlar Açelya ve Fulya’ya, her gece son iyi geceler yine onlaraydı. Gün gün onlar büyüdükçe, içindeki baharı da büyüttüler. Artık perdeler umuda açılıyordu. Uyanmak için bir sebebi vardı. Hayat sandığı kadar acımasız değildi diye düşündü. Onlara her baktığında, özgürce kanat çırpan kuşlara gökyüzü oluyordu yüreği. Dalgalara süzülen gemilere derya. Gönlünün şiirlerine vermişti adını. Açelya, Fulya… Bir sabah pencereyi açtığında rüzgar susmuş, güneş puslu, bulutlar ağlamaklı.