1
Prof.Dr. Nezir Akyeşilmen
İlkses Gazetesi Yazarımız

Prof.Dr. Nezir Akyeşilmen

Yazarın Köşe Yazıları

Yeni Dönemde ABD Dış Politikasında Olası Biden Doktrini: Şahin mi, Güvercin mi?

Biden uzun yıllar Amerika senatosunda ve özellikle Dış İlişkiler Komitesinde görev yapmış tecrübeli bir politikacıdır. Obama’nın Başkan yardımcısı olarak çalışmış, dış politika ve adalet konusunda bilgili, deneyimli ve aktivist bir ruha sahiptir. Farklı dönemlerde farklı politikaları destekleyen Biden, zaman zaman Şahin, zaman zaman güvercin olmayı tercih etmiştir. Aktivistliğinin yanında realist bir yaklaşımı da benimseyen ve mevcut olguları göz ardı etmeyen gerçekçi bir portre çizmiştir.

Bosna savaşında Sırp katliamlarını en güçlü şekilde dile getiren ve katillerin cezalandırılması için uğraş veren Biden, Birinci Körfez Savaşı’nda askeri müdahaleyi desteklememiştir.  Oysa 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan ve Irak’a müdahaleyi şiddetle desteklemiş, yine DAİŞ’e karşı savaşa, vekalet savaşları ve drone savaşlarına destek vermiş, fakat İranlı General Kasım Süleymani’nin öldürülmesine itiraz etmiş, hatta Usame Bin Ladin suikastına bile şüphe ile yaklaşmıştı (Tierne, 2020, https://www.fpri.org/article/2020/11/in-search-of-the-biden-doctrine/ ).

Bu nedenle, yeni dönemde, nasıl bir dış politika izleyeceğini tam olarak kestirmek oldukça zor olmasına rağmen, verdiği demeçlerden ve Trump yönetimine eleştirilerden yola çıkarak bazı tahminlerde bulunmak mümkün.

Peki olası Biden doktrinin temel parametreleri neler olabilir?

Öncelikle, Trump döneminde yürütülen içeriye dönük politika nedeniyle gerileyen Amerika’nın dünya politikasında lider bir konuma yeniden yükseltilmesi


AK Parti Fabrika Ayarlarına Rucu mu Ediyor?

AK Parti, Türkiye’nin siyasal hayatında birçok yönden iz bırakan, reformcu yapısından hamaset çizgisine, demokratikleşmeden kızıl elmaya savrulan fakat hala açık farkla en büyük siyasi parti olarak kalmayı başaran ilginç ve ciddi bilimsel analizlere muhtaç bir yapı. Pragmatist liderliğiyle olabilecek en hızlı şekilde kendisini yeni ortamlara adapte edebilen bu yapı, her değişim ve dönüşümde yeni yeni destekler bulabilmektedir. AB reformu yaparken alkışlanıyor, AB’ye meydan okurken alkışlanıyor, yerel yönetimler reformu yaparken de alkışlanıyor, kayyum atarken de. Komşularla sıfır sorun derken de alkışlanıyor, sıfır komşu politikası yürütürken de. Bu kadar koşulsuz bir desteğe sahip olmak bir siyasi parti için büyük bir şans olsa gerek.
AK Parti 2002 yılında iktidara geldiğinde 2010’a kadar AB reformları, demokratikleşme, Türkiye’nin başörtüsü sorunu, Kürt sorunu, Alevi meselesi gibi kronikleşmiş problemlerinde dünyanın ve iç kamuoyunun takdirini ve desteğini kazanacak kadar ezber bozan reformcu bir yaklaşım sergiledi. Dış politikada yumuşak güçle, komşularla sıfır sorun politikası, Kıbrıs’ta iş birliği ve ticaret politikalarıyla dünyada saygın bir imaj kazandı. BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine rekor oyla seçildi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine giden dava sayısı hızlı bir şekilde azaldı. Avrupa Konseyi raporlarında Türkiye’de artık işkencenin sistematik bir uygulama olmadığı açıklandı. AK Parti içeride


İstanbul Sözleşmesi, Din ve Ahlak

Son zamanlarda özellikle sosyal medya üzerinden, din, ahlak, insan hakları gibi evrensel ve ortak insani değerlerimizin tartışmaya açılması büyük bir talihsizliktir. Bunlar hepimizin ortak değerleridir. Bizi toplum yapan, ahlaklı kılan, onurlu kılan, kısaca insan yapan değerlerimiz. Bu değerler, bilimsel ölçütlerle ve nezaket kuralları çerçevesinde tabi ki tartışılacak ve en doğru olanın bulunması için farklı görüşler ileri sürülecektir. Fakat acı olan şey, bu üstün insani değerlerin günlük politik kavga malzemesi yapılmasıdır. Bu tür tartışmalar bile, siyasal kamplaşma ve kutuplaşmanın toplumu nasıl bir çıkmaza ve uçuruma sürüklediğinin açık bir göstergesidir. Sosyal medyanın gizemli dünyasına kapılanların nasıl da akıldışı bir sürü psikolojisine kapıldıklarının net bir işaretidir. Hangi düşünceden olduğunuz önemli değil, öncelikle insan olduğunuzu hatırlayın lütfen.
Son günlerde, hiç ilgisi olmadığı halde “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi” yapılan siyasi tartışmalara dâhil edilmektedir. Genel olarak sosyal medyada, karşılıklı kutuplaşan ve gettolaşan trol ve troliçe gruplarının her türlü değeri Makyalevist bir ahlaksızlıkla siyasi amaçlarına alet etme girişimi topluma ve toplumsal barışa zarar vermektedir. Yapılan tartışmalardan – tartışma değil aslında, atışma ve kavgadan –anlaşılıyor ki ne saldıran ne de savunan İstanbul sözleşmesi okumuştur.


Koronavirüs, Küresel Yönetişim Krizini Derinleştirdi mi?

Koronavirüs salgını kimisine göre modern dönemde insanlığın karşılaştığı en büyük krizlerden birisidir. Buna itiraz etmek oldukça zor. Fakat koronavirüs salgını sadece sağlıkla sınırlı bir olay olmayıp küresel çapta siyasi, ekonomik ve kültürel etkileri oldu ve olmaya da devam edecek gibi. Bu salgın aynı zamanda küresel yönetişim sorununu daha da açık bir şekilde gözler önüne serdi.
Dünya toplumları her ne kadar farklı sosyal, kültürel ve siyasi yapılara bölünse bile, nihayetinde bütün insanlık bir ailedir. Aynı gezegende yaşayan, biyolojik özellik ve ihtiyaçları ortak olan, maddi ve manevi benzer yapılar gösteren ve en önemlisi empati ve işbirliğini yapabilen bir tür. Koronavirüsü bu gerçeği de bize açıkça göstermiş oldu. Yine küresel bir sorun olarak bu virüs, küresel işbirliğinin kaçınılmaz olduğunu gösterdi bizlere. Fakat küresel işbirliği de nihayetinde bir koordinasyon ve liderlik gerektirmektedir. Bu da uluslararası ilişkilerde tarih boyunca büyük güçlerin sorumluluğudur. Bugün tek süper güç olan ABD’nin bu virüsle mücadelede öncülük etmesi, organizasyon yapması, çözüm ve önlemlerde aktif olması ve uluslararası platformları aktif hale getirmesi gerekmekteydi. Fakat şu ana kadar bu yapmadığı gibi, bundan sonra da bunu yapacak gibi görünmemektedir. Bunun hep yapısal hem de ekonomi-politik nedenleri var.


Cemaatle Online Namaz Mümkün mü?

Bilgi ve İletişim Teknolojileri son yıllarda hayatın her alanına nüfuz etmeye başladı. Ticaretten eğitime, haberleşmeden eğlenceye, konferanstan diplomasiye günlük hayatın tüm boyutlarını kuşatan bu teknoloji, günden güne yeni alanları da etkilemeye devam etmektedir. Siber alan yeni alışkanlıklar ortaya çıkarırken, geleneksel uygulamaları da değişime zorlamaktadır. 
Çağımızın en büyük krizlerinden biri olan koronavirüs salgını, bütün dünyada insanları eve kapatmaya zorlamaktadır. Toplu buluşmalar, sosyal alanlar, eğlence ve ticaret mekanları hastalığın yayılmasına hizmet ettiğinden bu alanlar dünya genelinde bir takım kısıtlamalara tabi tutuldular. Tarih boyunca belki ilk defa ibadethaneler de kapatılmak zorunda kaldı. Bütün bu gelişmeler bu ihtiyaçların farklı formlarda sağlanmasının yöntemleri araştırılmaya başlandı. Bu ihtiyaçların önemli bir kısmı internet kanalıyla sağlanırken, bazıları hala böyle bir fırsattan yararlanma konusunda isteksiz görünmektedir.
Bu sıkıntılı alanlardan biri de cemaatle namaz gelmektedir. Cemaatle namaz kılmak farz olmayabilir, fakat Cuma namazı ve Bayram namazları gibi sadece cemaatle kılınan namazlar da vardır. Vakit namazları ve diğer sünnet namazları ferdi kılınabilir ya da evde cemaatle de kılınabilir. Fakat evde Cuma ve bayram namazlarının kılındığı vaki değildir. 
Tam da bu noktada, çözüm olarak online cemaatle namaz mümkün mü?
Ben ilahiyatçı değilim. Biraz dini ilimler okumuşluğum vardır, fakat fetva verecek kadar da bilgim yok. Buna mukabil, siber alanı


Suriye Savaşlarında Filmin Sonu mu?

Suriye savaşlarının en önemli belirleyici noktalarından biri olan İdlib son günlerde yine başat bir gündem haline geldi. Rejimin İdlib’te tekrar hâkimiyet kurmak istemesi, öbür tarafta sivil ve silahlı grupların direnci, Soçi ve Astana mutabakatları çerçevesinde gerilen ilişkiler, dağılan ittifaklar ve yeniden kurulanlar. Bütün bunlar aynı zamanda Türkiye’nin Suriye siyasetini yeniden tasarlaması gerektiğini de zorunlu kılmaktadır. Yeni strateji amasız ve fakatsız barışçıl çözümler olmalıdır. Şimdiye kadar yapılan barışçıl çözüm girişimleri de maalesef başarısız oldu. Başarısızlık nedenlerinin başında uygulanan yanlış yöntemler, şeffaflığın yokluğu, eksik katılım ve taraflardaki isteksizliktir.
İdlib sadece bugün değil, hep gündem oldu, fakat bu defa daha ciddi bir noktada. 22 Ekim 2018 tarihinde İlkses’te yayımlanan “İdlib: Suriye Savaşının Kader Noktası” başlıklı yazımda şunlar yazılmıştır: “Özetle, rejimin İdlib’i ele geçirmesi tamamıyla bir zamanlama meselesidir. Daha doğrusu, orayı alma talebi hep vardır ve bu nedenle, bunu gerçekleştirmek için mutlaka harekete geçecektir. Rusya’nın her fırsatta Suriye’nin toprak bütünlüğüne vurgu yapması ise, aslında Suriye topraklarında kendisi hariç hiçbir yabancı gücün kalmamasına işaret etmektedir.” Bugün bu gerçeklik hala önümüzde durmaktadır.
ABD’nin büyük ölçüde


Öküzler Uçar mı? Ya da Dunning-Kruger Sendromu

Öküz sözlük anlamı itibariyle, “Çift sürmekte, kağnı çekmekte kullanılan, etinden yararlanılan, iğdiş edilmiş erkek sığır” anlamına gelirken, yine sözlükte metaforik anlamda “Bön, görgüsüz, kaba, anlayışsız, yeteneksiz kimse.” Anlamında kullanılmış. Farklı zamanlarda ve farklı toplumlarda farklı şeyler sembolize eden öküz, eski toplumlarda güç ve kudreti, bazen bereketi temsil etmektedir. Tasavvufta ise, “yeme, içme, uyku, güç, haz, baskı” gibi hayvani, bencil ve nefsani sıfatları ifade etmek için kullanılmıştır. Oldukça dinamik bir kavram, aslında hayat gibi, o da değişime uğramaktan kaçınamamış bir olgu.
Eşyanın tabiatı gereği bazı canlılar NŞA’da bazı şeyleri yapamazlar. Örneğin, NŞA’da öküzler uçamazlar. Aynı soruyu kuşlar için sormak anlamsız olacaktır. Çünkü doğalarında zaten uçmak vardır? Fakat öküzler de normal olmayan koşullarda uçabilirler ya da uçurulabilirler. İleride teknoloji fazla gelişir de bir öküzü uçurabilir mi? Onu Allah bilir ama kim uçarsa uçsun bir öküzün uçması yine fazla olası gelmiyor. İkinci olasılık ise, çok zor durumda kalan bir öküz, başka seçeneği kalmamışsa yapabileceği tek şey uçmak ise, onu yapar. Tabi uçmak tek başına yetmez, uçtuktan sonra kontrollü bir şekilde yere inebilmek de önemli. İzlediğim bir sahnede, büyük bir fırtına kopuyor ve oldukça yüksek bir uçurumda bulunan öküzler ya kendileri atlıyor


Sosyal Medya ve Sürü Psikolojisi

Sürü psikolojisi kavramı birçok durum ve olayı anlatmak için kullanılır. Özü itibariyle bilerek ya da bilmeyerek çoğunluğa uyma ya da popüler olana yönelme anlamına gelir. Bugün toplumsal ve siyasal olaylarda en çok görülen davranış biçimlerinden birisidir. Sosyal medya ve kitle iletişim araçları sürü psikolojisinin oluşmasına katkı yapan en güçlü ve etkin yöntemlerin başında gelir. Çünkü oralardan sürüye(çoğunluğa) ulaşmak daha kolay.
Sürü psikolojisinin birçok özel ve genel nedenleri vardır. Fakat başlıcaları dışlanmamak, maddi-/manevi zarar görmemek, çıkarlarını korumak, umutlarını beslemek, güdülerini takip etmek (nefret söylemi/ırkçılık/yabancı düşmanlığı durumlarında) ve kafa konforunu korumak. Sürü psikolojisinde rol oynayan/tetikleyen diğer önemli faktörler cehalet, tembellik, okumamak, araştırmamak, komplo teorilerinin yaygın olması, ön kabuller, ön yargılar, siyasi gerginlik, adaletsizlik, otoriter rejimler, taassup, bağnazlık, radikallik, kimlik unsurları, aidiyet anlayışının güçlü olması vs. Sürü psikolojisinin nesnel nedenlerinin yanında kültürel nedenleri de vardır. Örneğin, “sürüden ayrılanları kurt kapar” anlayışı tipik bir sürü psikolojisi kültürünün temelini oluşturur. Siyasal ve sosyal gelişmeler ya da durumlar da bunu besleyebilir. Örneğin, otoriter rejimlerde yapılan toplu gösteriler, kutlamalar, stadyum gösterileri, bayrak asmalar, birlik-beraberlik, yerli ve millilik söylemleri. Moda, trendler, top 10 türü şarkılar, seçim kampanyaları, popüler kişiliklerle özdeşleşme


Hak-Temelli Siyaset: Demokrasi ve Özgürlükler Şehri

Siyaset kelime anlamı itibariyle idare etme, ılımlılık, kapsayıcılık ve itidal içerir. Arapça’da “Elindekini siyasetle indir” diye bir söz var. Anlamı incitmeden, zarar vermeden, yavaşça indir. Batı dillerinde de toplumla ilgili ya da şehrin yönetimi ile ilgili anlamlar içermektedir. Prof.Dr. Davut Ateş’in “Demokratik Siyaset” isimli kitabında tartıştığı gibi, aslında siyaset modern anlamda dolaylı olarak demokrasiyi de içermektedir. Siyaset deyince kavramın demokratik, birleştirici ve kapsayıcı bir mahiyet taşıdığı bilinmelidir. Bugün dünyada genel olarak bir demokrasi krizinden ya da demokrasi kalitesinin düştüğünden bahsetmek mümkündür. Sadece yeni demokrasiler değil, yerleşmiş demokrasilerde de özgürlük ve haklar bağlamında bir gerileme olduğu gözlemlenmektedir.
Modern demokrasilerde aslında siyaset zaten birleştiren ve toplumsal barışı sağlayan en temel unsurdur. Demokratik olmayan hiçbir toplumda adalet ve özgürlükleri kapsayan pozitif barışı sağlamak mümkün değildir. Fakat ne yazık ki Dr. Muhammed Eyyüb’ün ifade ettiği gibi üçüncü dünya ülkelerinde siyaset yandaşları zengin etmenin bir yoludur. Bu nedenle, siyaset nihayetinde kaynak bölüşüm çatışmasına dönüşür. Sonuç olarak siyaset demokratik olamayan, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını yerleştiremeyen Üçüncü Dünya Ülkelerinde ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve çatışmacı bir araç haline gelmektedir.
Son yıllarda


Yükselen Otokrasiler ve 'Tarihin Sonu'nun Sonu!

Doğu Bloku ülkelerinde meydana gelen reform hareketleri ve Soğuk Savaşın son bulması sürecinde uluslararası ilişkilerde oluşan olumlu hava Fukuyama’ya Tarihin Sonu tezini yazdırdı. Ona göre tarih boyunca ve özellikle Soğuk Savaş döneminde yıkılmak istenen liberalizm galip gelmiş ve bundan sonra da hep hâkim ideoloji, anlayış ve sistem olacaktı. Sonunda tüm dünya liberal demokrasi olacak, insan hakları ve özgürlükler yaygınlaşacak ve sürekli barış sağlanacaktı. Radikalizm, dini fanatizm ve milliyetçilik kısmen direnç gösterse de engel olamayacaklarını iddia etmekteydi.
Oldukça ses getiren bu tez, ilk dönemlerde ciddi destek bulmasına rağmen, zamanla karşıt yaklaşımlar geliştirildi, hatta uluslararası ilişkilerde hava tam tersine dönüşerek otokrasiler çağına yelken açıldı. Bugün o gün olma yolunca ciddi bir mesafe almış durumda.
1996’da Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi, Soğuk Savaş sonrası dönemde çatışma temellerinin kültür ve medeniyet olacağını ileri sürdü. Fukuyama küresel barıştan bahsederken Huntington çatışmalardan bahsediyordu. Bu tez de çok tartışıldı, fakat bugün bakıldığında daha doğru bir okumaya benziyor. Zira 1990’larda dünya çapında meydana gelen çatışmalar 100’ün altında iken bugün bu rakam 400’ün üzerindedir. Başka bir ifade ile, o günden bugüne küresel çatışmalar dört kat


Özgürlük ve Kalkınma

Özgürlük ve kalkınma kavramları son yıllarda daha sık birlikte kullanılır oldu. Geleneksel olarak ekonomik büyüme ile özdeşleştirilen kalkınma 20. Yüzyılın sonlarına doğru ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi boyutları olan çok kapsamlı bir kavram olarak tanımlanmaya başlandı. BM tarafından 1986’da kabul edilen Kalkınma Hakkı Deklarasyonu giriş paragrafı şu tespiti yapmaktadır: Kalkınmanın ve insanların potansiyelini tam olarak kullanmanın önündeki büyük engellerden birisi insanların sivil, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel haklarının reddidir. Bütün insan temel hak ve özgürlükleri birbiriyle ilintili ve ayrılmaz bir bütündür. Kalkınmanın sağlanabilmesi için bütün sivil, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların korunması, geliştirilmesi ve uygulanması gerekmektedir.
Kalkınma insanların her türlü korkudan emin olması ve asgari tüm ihtiyaçlarının karşılanması demektir. Adaletin ve toplumsal barışın temelini oluşturur kalkınma. John Rawls’a göre de, adil bir toplum kurabilmek için sivil, siyasal ve ekonomik, sosyal ve kültürel tüm insan haklarının sağlanması gerekir. Nobel ödüllü kalkınma uzmanı Amartya Sen kalkınmanın önündeki en büyük engelin özgürlüğün yoksunluğu olduğunu söylemektedir. “Kalkınma Olarak Özgürlük” isimli eserinde özgürlük yoksa kalkınmanın da olamayacağını iddia eder. Bu çerçevede, literatürde genel olarak, temel hak ve özgürlüklerin sağlanması, hukukun üstünlüğü ve demokratik standartların karşılanması sivil ve siyasal kalkınmaya, eğitim ve


Arap Baharında Üçüncü Raund

Orta Doğu’da dikta rejimlere karşı 2010 yılının başında başlatılan halk hareketleri ya da devrimleri bir yıl kadar sorunsuz ve başarılı bir şekilde devam etti. Önce Tunus, sonra Mısır’da tiranlar kaybetti ve görece demokratik yönetimler kuruldu. Libya’da tiran gitti, fakat diğerlerinde olduğu gibi, bir istikrar kurulamadı. O zamanlar Arap Baharı’nın domino etkisinden fazlaca bahsediliyordu. Orta Asya toplumları bile ümitlenmişlerdi bu süreç sonunda demokratikleşeceklerine. Fakat süreç Suriye’ye gelince hem ülkenin demografik, kültürel ve siyasi yapısı hem de ülkenin bölgesel ve küresel siyasetteki öneminden dolayı süreçte bir duraklama başladı. Bu aslında ilk raunddu.
Suriye’de sürecin duraklaması devrimin görece başarılı olduğu ülkelere de etkisi oldu. Tiranları bertaraf eden ülkelerde çoğulcu, kapsayıcı ve hoşgörülü bir demokratik yönetim yerine Tunus dışındakilerde mezhepçi, tarikatçı ve kabileci anlayışlar geçtiler. Bunların sürdürülebilirliği oldukça zordu. Aynı zamanda, Irak ve Suriye’de oldukça öfkeli ve şiddet yanlışı radikal gruplar ortaya çıkmaya başladı. O zamana kadar küresel şiddetin patronu sayılan El-Kaide bile bu yoğun, ahlak ve vicdan sınırlarını zorlayan şiddetten şikâyet eder oldu. Daha önce halk devrimlerini destekleyen Batı ülkeleri hem devrimin olduğu ülkelerde istedikleri gibi seküler bir rejimin kurulamaması, hem de Irak ve Suriye’de ortaya çıkan


Ahmak Bilimi ve Ahmaklık Normu Üzerine

National Georgraphic Channel’de ve online olarak farklı sitelerde farklı kişi ve dillerde videoları verilen Ahmak Bilimi çoğunlukla akla, mantığa, bilime ve doğa ilkelerine aykırı yapılan bazı hareketler sonucu kişilerin düştükleri zor durumları ve yaptıkları bazı hataları eğlenceli bir üslupla anlatmaya çalışan popular bir program. Ve aslında bu bir programdan öte, hayatın ta kendisi. İstisna olarak görülüyor olabilir, fakat yerine göre, oldukça yaygın ve hakim bir paradigma olabiliyor.
Ahmak kelimesi, kavramı, algısı toplumda günlük dilde yoğun kullanılan canlı ve dinamik bir kelimedir. Türkçe sözlükte “Aklını gereği gibi kullanamayan, bön, budala, aptal” ya da akmak, sızmak gibi anlamlara geldiği yazılmaktadır. Günlük dilde ahmakla özdeş olarak idiot ya da ebleh ve ablak kelimeleri de kullanılmaktadır. Bu kadar dinamik ve yaygın bir kavram nasıl istisna olabilir? İnsanlar genelde etrafında bol bulunan durum ve nesnelere farklı farklı adlar verirler.
Ahmak Bilimi programı veri sıkıntısı çekmiyor, çünkü ahmaklık en çok meydana gelen, tekrar eden, yeniden doğan ve sürdürülebilen şeylerden biridir. Her zaman ve her mekanda farklı şekillerde ahmaklıklara rastlamak mümkün. Hatta birçok defa ahmaklık yapanın diğerlerini ahmaklıkla


Eğitim Şart Değil, İyi Bir Eğitim Şart!

Akademik yılın başlaması nedeniyle, herkes eğitimle ilgili fikrini beyan etme konusunda Twitter ve Facebook başta olmak üzere, sosyal medya platformlarında bir yarış halindedir. Herkes heybesinde ne varsa onu ortaya koyuyor. Hz. İsa’ya kötü söz söyleyenlere Hz. İsa iyi sözle cevap verirmiş. Yanınkiler “sen de onlara misliyle cevap versen” demişler. O da “Herkes sahip olduğu şeyi satar” demiş. Yani onların yanında kötülük var onu satıyorlar, bende ise iyilik… Her alanda aslında bu iş böyledir. Neyse asıl konumuza gelelim: Eğitim.
Bazı kavramlar insanlar tarafından iyi, güzel, doğru ve hakikat olarak algılanırlar. İyiliği ve doğruluğu verili olarak kabul edilir. Örneğin demokrasi, barış, ahlak gibi. Eğitim de bu tür bir kavramdır. Eğitim deyince herkes peşinen iyi bir eğitim anlamaktadır. Oysa katil yetiştirmek için de eğitim lazım. Irkçılık da eğitimle öğretilir. Şekil 1-A’da görüldüğü gibi, kitlesel cehalet sadece eğitimle mümkündür. Başka bir ifade ile eğitim bir araçtır. Onu nasıl kullanırsan öne göre bir sonuç alırsın. İyi bir eğitimle iyi insan, kötü bir eğitimle kötü insan yetiştirilebilir. Eğitim tarih boyunca toplumları şekillendirmek için kullanışlı bir araç olmuştur. Kimisi makbul vatandaş üretmek için, kimisi militan üretmek için, kimisi fedai yetiştirmek için, kimisi bilim insanı


Suriye Barışı Yakın mı?

Arap Baharı’nın son halkası ve oyun bozucu bileşeni olan Suriye çatışmaları Mart 2011’den günümüze hız kesmeden hatta katlanarak, yeni aktörler, yeni süreçler, yeni çatışmalar ve yeni ittifaklarla ülkeyi harabeye çevirmeye devam ediyor. 20. yüzyılın en uzun savaşı olan İran-Irak savaşı 8 yıl sürmüştü. 20. yüzyıl maalesef iyimserlikle başladı ve fakat savaş ve çatışmaların yoğunlaştığı bir süreçle devam ediyor. Suriye küresel çatışma ve savaşların odak noktası haline geldi. Zira bugün Suriye’de yerel aktörlerin dışında bölgesel ülkeler ve küresel aktörler de kıyasıya bir güç mücadelesi içindeler. Barış çalışmalarının temel ilkelerinden birisidir: Bir çatışma uzadıkça yeni aktörler ve yeni süreçler doğurur ve bu da barış süreçlerini zora sokar. Suriye çatışmaları dikkate alındığında barışın sadece zor değil, oldukça zor olduğu görünmektedir.
Ülkenin 1/3’ü dünyada mülteci olmuş durumda. Diğer 1/3’ü de ülke içinde ve fakat yerinden edilmiş. Ekonomisi bitmiş, şehirler harap, yüzbinlerce can kaybı. Etnik ve dini gruplar arasında güven yok olmuş. Yolsuzluk, hırsızlık, fidye, talan ve soygun günlük ekonomik  faaliyetler haline gelmiş. Ülke dünyanın her tarafından gelmiş olan şiddet örgütlerinin talimhane alanına dönüşmüş. Bu da yetmemiş bölgedeki her ülke ve küresel aktörler kendileri için savaşan militan gruplar


İnternet Çağı, İletişim Çağı mıdır?

İletişim kısaca duygu, düşünce, bilgi ve haber alışverişi olarak tanımlanır. Özellikle televizyon, telefon ve internetin yaygınlaşmasıyla içinde yaşadığımız bu döneme iletişim çağı denmektedir. Kimisi bilgi çağını da kullanmaktadır. Teknik olarak doğru bir tanımlama olmasına rağmen, özellikle kişiler arası anlamlı bir iletişim söz konusu olduğunda bütün bu araçların zaman zaman negatif etkilerinden de bahsedilebilir.
Bugün özellikle nesnelerin interneti (IoT) yani akıllı araçların ortaya çıkması. Başka bir ifade ile araçların kolaylıkla birbirleriyle iletişim kurması ve internetin yaygınlaşmasıyla birlikte insanlar kolay bir şekilde haberleşebilmekte, bilgiye kolay ve ucuz erişebilmekte, duygu ve düşüncelerini rahatlıkla yayabilmektedir. İnsanlar dünyanın öbür ucunda bulunan yakınlarıyla canlı ve görüntülü görüşme imkânına sahip. Zaman ve mekân engeli tanımaksızın istedikleri zaman arkadaşlarıyla ve çevresindeki diğer insanlarla bağlantı kurabilmektedir. Sosyal medya platformları sayesinde arkadaşlarının günlük yaşamları hakkında, gezmeleri, eğlenceleri ve diğer gelişmelerden aniden haberdar olabilmektedir. Alışveriş, hediyeleşme, sosyalleşme dahil bir dizi iş ve ilişkilerimiz online platformlara taşınmış durumdadır. Hatta ülke yöneticileri dış dünya hakkında kolayca bilgiye ulaşabilmektedir Diplomasi bile kısmen Twitter üzerinde yürütülmektedir. Siber diplomasi bugünün gerçeklerindendir. Bütün bunlar günümüzü iletişim ve bilgi çağı olarak tanımlamak için yeterli bir nedendir aslında.
Fakat


Taş Kalpli

Taş Kalpli diye çevrilen DasKalteHerz (Soğuk Kalp),JohannesNaber’in yönettiği 2016 Almanya yapımı bir filmdir. Hırslı ve açgözlü kişiliklerin kendilerine ve çevrelerine verdiği zararları anlatır. Temelde iyi olan bazı kasaba sakinleri, ormanda yaşayan gizemli bir kişiye (Hollandalı Michael – Mişel) uğrayıp kalplerini taş ile değiştirirler. Ve bambaşka hırlı, açgözlü, doyumsuz ve zalim olurlar. Eski kişilikleri gider, yerine yeni biri gelir. Ve zenginlik için ormanı kesmek dâhil her türlü kötülüğü yaparlar.
Çok iyi kalpli, diğergam ve fakir olan küçük ormancı Peter Munk, kasabanın ileri gelenlerinden birisinin kızı olan Lizbeth’eaşıktır. Ona kavuşmak için zengin ve güçlü olmak ister.  Bu nedenle, ormanın derinliklerine kaçar. Orada Hollandalı Mişel’le tanışır ve fakat kalbini değiştirmez. Hollandalı Mişel ona “git, nasıl olsa yine geri geleceksin” der. Sonra yine ormanda bazı gizemli varlıklarla yolu kesişir ve üç dilek hakkı elde eder. Bunlar çok zengin olmak, iyi dansçı olmak ve kasabadaki en iyi cam kulübesine sahip olmak. Geri gelir ve zengindir, iyi dansçıdır fakat zamanla sihrin etkisi gider ve yine eski duruma düşer. Bu defa kalıcı bir zenginlik için Hollandalı Mişel’e gider ve kalbini değiştirir. Mişel onu Amsterdam’a bir yolculuğa gönderir, orada kereste


Uluslararası Hukuk ve Uluslararası Barış

Barış ve hukuk kavramları birbiriyle ilintili kavramlardır. Aralarında nedensellik, paralellik, doğru orantılılık ve hatta korelasyona kadar uzanan çok boyutlu ve derin bir ilişki var. Yani hukuk olmazsa barış, barış olmazsa hukuk olmaz. Hukukilik arttıkça barış artar, barış azaldıkça hukuku uygulama şansı azalır. Bu ilişki iki kişilik ilişkilerde olduğu gibi, ailede, bir köyde, bir kentte, bir ülkede, bir gezegende ve nihayetinde tüm evrende böyledir. Ahlakı ve hukuku gözardı eden bazı teorilerin iddiasının aksine, Hukuk toplumsal barışta ne kadar önemli ise, uluslararası ilişkilerde de o kadar önemlidir. Barış çalışmalarında, önceki yazılarımda da belirtildiği gibi, toplumların barış kapasitesini belirleyen beş temel unsurun başında hukukun sayılması bunun açık bir göstergesidir.
Uluslararası ilişkiler Britanya Okulunun iddia ettiğinin dahi ötesinde toplumsal bir yapıya sahiptir. Yani bütün aktörleri kapsayan bir uluslararası camia ya da cemaatten bahsedilebilir. Bu nedenle, karşılıklı bağımlı olan yani sosyal olan bu aktörlerin ilişkilerini belirleyen hukuk ve ahlak ilkelerine ihtiyaç duyulur. Zaten bin yıllardır şekillenen ve sürekli gelişen uluslararası gelenek, teamül, genel ilkeler ve hukuk vardır. Fakat maalesef bu hukuku ihlal edeni cezalandıracak toplumsal bir yapı olmadığından – yoksa yaratıcı, doğa, zaman, mekan, tarih ve çevre zamanı gelince canlarına


Yükseköğretimin Kalite Sorunları-3:Üniversiteler

Önceki yazıda akademik ilanların kişiye özel verilmesi düzeyinde detaylı ve ilgisiz kişilerin dahi işe alınması üzerinde durulmuştu. Bu yazıda üniversitelerin kaynak yetersizliği, kadroların zayıf ve eksik olması ile birçok yerde öğrenci sayılarının fazlalığı tartışılacaktır.
Her alanda olduğu gibi, eğitim ve özellikle yükseköğretimde finansal kaynaklar önemli. Altyapıdan araştırmayaherşey bir maliyet gerektiriyor. Üniversite bütçeleri araştırma, altyapı ve diğer hizmetler dikkate alındığında oldukça düşük. Türkiye’de toplamda 130 devlet üniversitesi var ve bu üniversitelerde 3 milyon 300 bin öğrenci (özelde ise 600 civarında öğrenci var) eğitim görmektedir. Toplamda özeller dahil tüm üniversitelerde 158 bin akademisyen var. Bunun 70 bini öğretim üyesidir.
Türkiye’de bütün devlet üniversitelerinin bütçesi 36 milyar TL, yani 6 milyar doların biraz üzerindedir. ABD’de Harvard üniversitesi 23 bin öğrenci ve 2500 akademisyenle hizmet verirken, tek başına 2018 yılı bütçesi 47 milyar dolardır. Başka bir ifade ile Harvard tek başına tüm üniversitelerimizden neredeyse 8 katı bütçeye sahiptir. Üniversite bazında hesaplanacaksa ODTÜ öğrenci sayısı (27 bin) ve akademisyen sayısı (2.131) itibariyle Harvard’a yakın. ODTÜ’nün bütçesi 543 milyon TL yani bir milyon dolar etmektedir.  ABD’de 4000’in üzerinde


Yükseköğretimin Kalite Sorunları - 2: Kurumlar

Bu konu ile ilgili geçen hafta yazılan yazıda akademisyenlerin işe alınma, atanma ve yükseltme süreç ve kriterleri üzerinde durulmuştu. Bu süreç ve kriterlerin bir rekabet ortamını oluşturmaktan uzak olduğu ve dolayısıyla kalite yerine kişisel, ideolojik ve siyasal ilişkiler sonucunda kalitesiz hatta çok ama çok yetersiz bazı kişilerin üniversitelerde yüksek ünvan ve yetkilerle donatılması tartışılmıştı. Bu yazıda ise, yükseköğretim kurumlarının yapısı ve fonksiyonlarının bu gayri adil sisteme etkileri ve kalite sorununu nasıl doğurdukları tartışılacaktır. Yükseköğretim kurumları, öncelikle YÖK, ÖSYM ve üniversitelerdir. ÖSYM üniversiteye girişte ve sonrasında sınavları yapan bir kurum olarak, bir takım eleştirilere maruz kalmaktadır. Soruların çalınması, seçme kriterlerinin ve yöntemlerinin yetersiz olması ve soru hazırlama süreci dahil iç işleyişinin şeffaf olmaması başlıca eleştiriler arasındadır. Söz konusu eleştirilere rağmen, üniversite giriş sınavına 2,5 milyon adayın girmesi ve üniversite sonrası sınavlara toplamda çok daha fazla kişinin sınavlardan geçmesi ve buna mukabil seçeneklerin az olması dikkate alındığında, hem sınav organizasyonundaki başarısı hem de bu denli çeşitli ve çok olan sınavları zamanında yapabilmesi başlı başına bir başarıdır. Yükseköğretim kurumları arasında fonksiyonları az olabilir, fakat sorunları da görece az olan bir kurum olarak görülmektedir. Mevcut eleştiriler dikkate alınarak reforme edilmesinde yarar vardır. YÖK ise, yükseköğretimin


Yükseköğretimin Kalite Sorunları - 1: Akademisyenler

Türkiye yükseköğretiminin akademisyenlerden altyapıya, finanstan yönetime ciddi sorunları var. Bu sorunların bir kısmı yapısal ve uzun vadeli önlemlerle giderilebilir, fakat bazıları oldukça yüzeysel olup basit önlemlerle düzeltilebilir. Son yıllarca açılan onlarca yeni üniversite var olan sorunlara yenilerini ekledi.
Bu kısa yazıda yükseköğretimde önemli bir sorun olan akademisyenlerin kalitesizliği, gayri ciddiliği, yetersizliği ve liyakate dayalı olmayan atama ve yükseltme prosedürlerine ilişkin bazı noktalara değinmek istiyorum. Yükseköğretimde kaliteyi yakalamak istiyorsak başkasını suçlamadan önce biz akademisyenler öncelikle bir özeleştiri yapmalıyız. Türkiye’de her şeye rağmen ekonomik, teknik ve altyapı imkanları açısından dünyanın birçok ülkesinde göre büyük avantajlara sahibiz. Birtakım akademik özgürlük sorunlarımız var, fakat sahip olduğumuz birçok imkana rağmen, dünya bilim alanında önemli başarılarımız yok. Örneğin, neden, dünya üniversitelerinde yaygın olarak okutulan makale ve kitaplar üretemiyoruz? Yeni bilimsel gelişmelere neden öncülük edemiyoruz? Yeni buluş, patent ve üretimde neden gerilerdeyiz?
Bunun için farklı birçok neden sayılabilir, fakat benim gözlemlediğim kadarıyla birkaç tane saymak istiyorum. Birincisi, üniversitelerimizde kalite ve birikimden ziyade ciddi bir ideolojik ve siyasal yapılanma göze çarpmaktadır. Üniversitelerde karar alma mekanizmasında yer alan şahıslar, işe aldıkları akademisyenlerin kalitesinden çok, bağlantılarına, ideolojik


İnsan Hakları, İnsan ve Vicdan

İnsan hakları, insanı merkeze alan, insanlık onuruna yakışır bir yaşam öngören ve baskıya karşı insanı korumayı amaçlayan ahlaki, insani, evrensel ilkelerdir. İnsan hakları herhangi bir insan için değil, bütün insan ferdi içindir. İnsan hakları bütün insanları ahlaken eşit görür ve eşit muameleyi hak ettiğini düşünür.
Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, “Bütün insanlar insanlık onuru ve hakları bakımından eşit ve özgür doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşçe davranmalıdırlar” demektedir. Öncelikle insan onur sahibi bir varlıktır.
Ne demek onur sahibi? Değerli, saygıyı hak eden, insan olması hasebiyle dokunulamaz hakları olan varlıktır. Kur’an-ı Kerim İsra 70. ayette “Biz Ademoğlunu onurlu kıldık... ve yarattıklarımızdan çoğundan üstün kıldık” demektedir. Yani onur aynı zamanda insana bir üstünlük de sağlamaktadır. Yani üst değer.
Sadece insan hakları ve beşeri bilimler değil, Yaratıcımız insanı onurlu yarattığını, ona değer verdiğini söylüyor. İnsan haklarını geçtim, Allah’a inandığını söyleyenler, Allah’ın değer verdiği insana sırf insan olduğu için ne kadar değer veriyor veya veriyor mu? Allah’a inandığını söyleyenler, kurdukları bir takım sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal yapıları kutsayarak, onlar için ve onların hatırına insan haklarını ihlal ediyor


Demokratik Olmayan Toplumların Barış Kapasitesi Sorunu

Toplumsal ilişkiler, farklı girdilerin etkisiyle ya barışçıl ya da çatışmalı olabilir. Çatışmacı bir kültüre sahip toplumlarda ilişkiler daha fazla çatışmacı bir eğilim izlerken, barışçıl kültürlerde barışçıl ilişkilerin daha fazla olduğu görülmektedir. Türkiye toplumuna bakıldığında tarihsel ve siyasal kültür hatta sivil kültür bile çatışma temelli bir anlayışa dayanıyor. Bu nedenle, sorunlarını barışçıl yollarla çözmek yerine çatışma ile çözmeyi yeğlemektedir. Hatta çatışma gerektirmeyen rekabeti bile çatışma zeminine çekerek onunla baş etmeyi tercih etmektedir. Bu çatışmacı kültür belki tarihin belli dönemlerinde fayda sağlamış gibi görünse bile, günümüzde artık miadını doldurmuştur. Fakat çatışmacı toplumlarda aktörler bunun farkında değiller gibi.
Çatışmacı kültürün etkisinde olan toplumlarda da doğal olarak barışçıl ilişkilerin gelişmesine katkı yapan aktörler vardır. Bu aktörler belki çatışmayı engelleme kapasitesine sahip değiller fakat barışçıl ilişkilerin gelişmesine kendi güçleri mesabesinde katkı yapabilirler. Gruplar arası barışın inşasında önemli rol alan bu aktörler bireyler olabileceği gibi kurumlar da olabilirler. Bunların başında evrensel ilkeler ve hakkaniyet ölçüsünde işleyen bir adalet sistemi, tarafsız kolluk ve polis teşkilatı, öğretmenler, akademisyenler, din görevlileri, sanatçılar, yaşlılar ve sivil toplum kuruluşlarıdır. Bu aktörlerin barış temelli söylem ve eylemleri bir toplumun barış kapasitesini ve sürdürülebilir bir barış


Uluslararası İnsan Hakları Fetret Devri'nde mi?

İnsanlık tarihi kadar eski olan, insanın insanca yaşaması, adalet ve ahlak gibi insani ve vicdani kavramları içeren insan hakları mefhumu, 1945 yılında BM Şartı ile Uluslararası Hukukuna resmen ve 1948 yılında Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ile de fiilen girmiş oldu. Hammurabbi Kanunlarında katı bir şekilde uygulanan adil yargılanma ve mülkiyet hakkı, Kiros Silindirinde öne çıkan köleliğin yasaklanması ile din ve vicdan özgürlüğü, Medine vesikasında ifade edilen eşit vatandaşlık ve çok kültürlülük, Veda Hutbesinde öne çıkan eşitlik ve kadın hakları ve MagnaCarta’da büyük bir kısmı dile getirilen bir mirasa ve insanlık tecrübesi ve birikimine dayalı bir anlayıştır. İbn-i Sina, İbn-i Rüşt, Thomas Acquinas, J. Locke ve Kant gibi filozofların katkıları, 1686 İngiltere’de ve 1789 Fransa’da meydana gelen devrimler ve onların beslediği 19. yy’da işçi hareketleri, köle karşıtı hareketler, kadın hareketleri, demokratik katılım talepleri, 20. yy başında halkların kendi kaderini tayin etme hakkı ile hızlandı ve nihayetinde 1945-48 yıllarında somut bir hukuki belgeye dönüşebildi.
Son 70 yılda dünya çapında muazzam bir gelişme ve kabul gören insan hak ve özgürlükleri, Soğuk Savaş Sonrası 10 yılda küresel çapta altın devrini yaşadı. 11 Eylül saldırıları ile birlikte dünyada maalesef insan hakları ve özelde insanlık