Sayfa Yükleniyor...
Dünya tarihi, her dönem kendine has bir takım özellikler, farklılıklar, yenilikler ve yeni araçlarla tasarlanmakta ve şekillenmektedir. Siber uzay insan türüne yeni fırsatlar sunmakta ve yeni tehditler üretmektedir. Siber uzaydan etkin bir şekilde yararlanmayı bilen aktörler gücüne güç katarken, yararlanamayanlar daha doğrusu yeni ortama adapte olamayanlar zayıflamaya/kaybetmeye devam etmektedirler. Siber uzay uluslararası çatışmaları ve dolayısıyla uluslararası güvenlik ve stratejik ilişkileri de derinden etkilemeye devam etmektedir. Siber silahlar, siber çatışmalar hatta siber savaşlar gibi yeni kavramları literatüre ve uygulamaya soktu. Bu yeni kavramlardan birisi de yenivekâlet savaşlarıdır.
Vekâlet savaşları kavramı literatürde eski olmasına rağmen, Suriye çatışmaları ile birlikte Türkiye’de oldukça popüler bir kavram haline geldi. Vekâlet savaşları, güçlü aktörlerin belli bölgelerde stratejilerini gerçekleştirmek amacıyla başka devlet/devlet dışı aktörleri kendi adına savaştırma stratejisidir. Rakipleriyle savaşında kendisi doğrudan savaşmak yerine savaştırdığı yerel bir aktöre siyasi, diplomatik, iktisadi ve/ya askeri destek vermektir. Bu stratejinin maliyeti ve riski az, kazancı ise yüksektir. Tarihte bu strateji hep kullanılmıştır. Bugün Suriye’de merkezi hükümet dahil her bir yerel aktör neredeyse bir uluslararası aktör adına savaşmakta ve ülkenin kaynaklarını ve geleceğini yabancı aktörlerin çıkarı için tüketmektedir.
Büyük oranda internet ile özdeşleştirilen dijitalleşme, siber, siber uzay ya da siber teknoloji kavramları son yıllarda sosyal bilimlerden, fen bilimlerine, tıptan bilgisayar bilimine neredeyse her alanda yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Günden güne popülerleşen siber teknoloji, özünde ne iyi ne de kötü bir şeydir. Her araç gibi iyilik için kullanılırsa iyi sonuçlar, kötülük için kullanılırsa kötü sonuçlar alınabilmektedir. Bu nedenle, siber teknoloji siyasal alanda demokrasiyi konsolide etmek için bir araç olarak kullanılabileceği gibi, diktatörlüğün derinleşmesi ya da bir gözetim toplumu oluşturmak için için de kullanılabilmektedir.
İnternet ilk dönemlerde özgürleşmenin, demokratikleşmenin, şeffaflaşmanın, ifade özgürlüğünün ve açık bir toplum oluşturmanın aracı olarak algılanıyordu. Savaş suçlarından sansüre, gizli anlaşmalardan algı operasyonlarına milyonlarca belgeyi dünyaya açan Wikileaks, başta ABD ve İngiltere olmak üzere farklı ülkelerin online istihbarat faaliyetlerini deşifre eden Snowden olayı ve Arap Baharında sosyal medyanın oynadığı pozitif rol bu algıyı beslemekteydi. Bireyi güçlendiren, yönetimleri şeffaflaştırmaya zorlayan ve açık topluma hizmet eden bu araç ne güzel bir araçtı. Demokratların asırlarca hayalini kurduğu açık toplum ütopyası gerçekleşiyor muydu? Bu konuda oluşan küresel iyimserlik, büyük kitlelere umut veriyordu. Fakat zamanla, bu iyimser algı zayıfladı ve neredeyse internet daha geniş anlamda dijitalleşme bir gözetim/denetim
İkili ilişkilerden küresel düzeye her safhada var olan iktidar (yöneten-yönetilen) ilişkilerinde zamanla bir statüko oluşur. Ve kaçınılmaz olarak o statükoya karşı her zaman bir devrim, değişim ve dönüşüm meydana gelir. Yüzyıllardır uluslararası ilişkilerde süren devletlerin özellikle büyük güçlerin iktidarı (statükosu) önce küreselleşme süreci sonra da siber teknoloji ile zayıfladı. Küreselleşme sürecinde özel şirketler, BM, NATO ve İİT gibi uluslararası örgütler ve şimdi yani siber devrim döneminde bireyler de artık uluslararası ilişkilerde etkin oyuncular haline geldiler.
Siber devrimle birlikte insanlar önemli oranda güçlendi, fakat aynı zamanda devletler, şirketler ve uluslararası örgütler gibi diğer uluslararası aktörler de güçlendiler. Siber uzay, fiziksel dünyanın aksine mesafe ve sınırları büyük ölçüde ortadan kaldıran ve aktörün kimliğini gizleyen bir özelliğe sahiptir. Siber teknolojinin bu özellikleri beraberinde şeffaflaşmayı getirirken, aynı zamanda güçlü aktörlere yönelik ciddi bir tehdit oluşturmaya başladı. Hackerler kısa sürede gizli ilişkileri, kirli faaliyetleri ve tarihi komploları bir bir gün yüzüne çıkarmaya başladılar.
Küresel şeffaflığı temel hedef olarak belirleyen ve bu konuda en etkin web-sitesi olan Wikileaks, 2006 yılında “Biz hükümetleri –dünyaya- açarız” sloganıyla Julian Assange ve arkadaşları tarafından kuruldu. Halkın istihbarat örgütü olduklarını iddia
Orta Doğu geniş anlamda Kuzey Afrika’dan Orta Asya ve Pakistan’a kadar uzanan çoğunluğu İslam dinine mensup toplulukları ve coğrafyayı kapsayan bölgenin adıdır. Orta Doğu uluslararası ilişkiler tarihinde daha çok dinler, çatışmalar, petrol ve anti-demokratik rejimlerle anılan bir coğrafyadır. Gerçekler de algılar da bu anlamda büyük oranda örtüşmektedir.
Son yılarda bölgede diktatöryal rejimlere karşı girişilen halk hareketleri ve bazı ülkelerde ortaya çıkan demokratikleşme süreçleri, bölgenin geleceği, barışı ve istikrarı için büyük bir umut kaynağı olmuştur. Fakat bazı ülkelerde darbeye ve iç savaşa dönüşen bu girişimler beraberinde Orta Doğu ve demokratikleşme tartışmasını yeniden alevlendirmiştir.
Kimisine göre, petrol, kimisine göre İslam ve kimisine göre uluslararası sistem ve çatışmalar Orta Doğu’da demokratikleşme önünde engeldir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki demokratikleşme hem bir sistem hem de bir kültür ürünüdür. Yani kurumsal ve değerler boyutuyla demokratikleşme kültürden ve rejimlerin yapısından etkilenmektedir.
Avrupa iki dünya savaşlarını yaşamış, 100 yıl ve 30 yıl süren çatışmalar üretmesine rağmen, son 70 yılda dünyanın en demokratik bölgesi olmayı başarmış bir coğrafyadır. Yine bu demokratikleşmeyi
Müslüman Arap dünyasında 2010 yılı sonunda Tunus ile başlayan diktatörleri devirme hareketleri, uzun bir aradan sonra kaldığı yerden devam ediyor. Kimisi bu devrimleri kışa benzetirken, kimisi “Araplar devrim yapamaz” dedi ve kimisi de bu halk devrimlerinin Batının tasarımı olduğunu iddia etti. Şüphesiz bütün bu oryantalist bakış açılarının dayandığı birtakım veriler olabilir, fakat bugün gerçek şu ki Mısır’da kanlı darbe ve Libya ile Suriye’de süren iç savaşlara rağmen, Cezayir ve Sudan’da halk diktatörleri yönetimden gönderme başarısını gösterdi. Umudumuz bu iki ülkede de demokrasi ve hukukun üstünlüğünün barışçıl bir şekilde sağlanmasıdır.
Sadece Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya odaklanmamıza rağmen son yıllarda çoğu İslam dünyasında olmak üzere değişik coğrafyalarda başka diktatörler de gönüllü-zorla gitmek zorunda kaldılar. Örneğin Gabon’da 40 yılı aşkın bir süre ülkeyi demir yumrukla yöneten Bongo (1967-2009), Angola’da Santos (1979-2017), Zimbabve’de Mugabe (1980-2017), Yemen’de Salih (1978-2012), Özbekistan’da Kerimov (1991-2016), Gambiya’da Jammeh (1984-2017) ve Habeşistan’da Zenawi (1991-2012). Şimdi Sudan’da 30 yıl önce darbe yaparak iktidara gelen Omer El-Beşir gitti. Aynı zamanda o, insanlığa karşı işlediği suçlardan dolayı Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından cezalandırılmış bir kişiydi. Bu nedenle, dünyada gidebildiği ülke sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. Cezayir’de 20 yıldır yöneten hasta olmasına rağmen, 82 yaşındaki Abdülaziz Buteflika 5. Kez Cumhurbaşkanlığına aday olmak isteyince
İddiaya göre, Birinci Milenyumun başında 39 yılında Roma Krallarından Caligula, çok sevdiği atı İncitatus’u senatör yani milletvekili olarak atamış. Bu dönemde Roma İmparatorluğunda tüm yetki krallarda toplanırdı. Senato sözde halkın çıkarlarını, fakat aslında Kralın çıkarlarını ve önceliklerini koruyan bir yapı idi. Zira, senatörler Krallar tarafından atanırlardı. Fakat yönetimle ilgili kararları senatoda tartışırlardı.
Peki, Caligula bir atı neden senatör yaptı?
Söylentiler muhtelif olmakla birlikte öne çıkan iddialara göre, Caligula İncitatus’u çok ama çok seviyordu. Ona bir insan gibi bakardı ve öyle muamele ederdi. O derece ki onu kendi danışma kuruluna atadı. Diğer ve daha önemli iddia ise, Caligula tam bir despot ve diktatördü. Kendi atadığı senatörlerden oluşan Senatoyu bile kıskanacak düzeydeydi ve onları toplumda itibarsızlaştırmak için onlara eş bir hayvan atadı. Senatörlerin işe yaramadıklarını, yaptıkları işin gereksiz olduğuna inanırdı. O derece ki yaptıkları işi bir hayvanın dahi yapabileceğini halka göstermek için atını senatör yapmıştır.
Aslında burada gülünç olan ve dersler alınması gereken çok şey var. Psikologlar daha doğru kavramlarla ifade ediyorlardır, fakat şöyle bir durum
Dünya barışına giden yol çatışmadan değil, ittifaktan geçer. Soğuk Savaş’tan sonra dünyada artan iyimserlik, demokratikleşme ve küresel barış eğilimi maalesef, 11 Eylül saldırılarıyla birlikte yerini artan çatışmalara bıraktır. 1990’larda dünyada toplam 90 dolayında çatışma varken, bugün bu sayı 400’lere dayanmış durumda. Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi gibi yayınlar da dünyada bu tür bir algıyı besledi. Dünyanın dört bir yanında bunu çıkara ve oya tahvil eden bir dizi radikal ve zararlı anlayış gelişti. İnsanlık ailesini başta din olmak üzere kültür ve medeniyetin bütün fay hatları üzerinden ayrıştırmaya başladılar.
BM tarafından atılan birkaç cılız adım dışında, medeniyetleri birleştiren, kapsayıcı ve kucaklayıcı sağlam bir politika geliştirilemedi. Dünya politikası bir kısır döngü içinde suçlamalar-karşı suçlamalar ve ötekileştirme ile daha da şiddetlendi ve çatışma üretti sadece. İntikam ve “ya bizdensiniz ya da onlardan” türü hamasi ve ötekileştirici basit stratejilerle ateşe körükle gidildi her yerde. Güç kullanılarak sorunların çözüleceğine inanıldı hep. Savaş baronları zenginleşti ve onlar zenginleştikçe çatışmalar arttı. Hamaset, meydan okuma ve intikam naraları diplomasi, siyaset ve nezaketin yerini aldı. Siyasetçiler, söylemlerinin halkın üzerindeki etkisini düşünmeden sokak serserileri gibi konuşmaya başladılar. Ve onları izleyen soytarı sürüsü ise, hamasetin dibine vurarak dünyayı böldü de böldü.
Yönetmen Alan Parker’in Mississippi yanıyor filmi, 1960’larda ABD’nin bazı bölgelerinde devam eden ırkçılığı anlatıyor. Siyahlara karşı beyaz ırkçılığı, Mississippi içinde belediye, emniyet ve yargı mensuplarının da yer aldığı kurumsal bir ırkçılıktır. Irkçılığın örgütlendiği Ku Klux Klan (KKK) üyeleri siyahlara her türlü zulüm ve işkenceleri yapıyor, öldürüyor ve fakat cezalandırma şöyle dursun sistem tarafından ödüllendiriliyorlar. O zamanlar ABD’de özgürlük ve eşitliği savunan Sivil Haklar Hareketi’nden bazı üyelerin kasabada (KKK ve örgüt üyesi polisler tarafından öldürülmesi sonucu) kaybolması ile başlayan film, ırkçılığın ne kadar ahlak dışı, insanlık dışı ve aşağılık bir şey olduğunu göstermektedir.
Maalesef medeni dünya demokrasi, insan hakları ve etik değerlerin, hukukun ve küreselleşmenin bu kadar yaygınlaştığı günümüzde bile bu hastalıktan bir türlü kurtulamamaktadır. Etnik, milli, dini, ırki, rengi, cinsiyeti, felsefi düşüncesi ya da başka temellerde insanlar birbirlerini ötekileştirmekte, dışlamakta, aşağılamakta, insan dışılaştırmakta ve hatta şeytanlaştırmaktadır. Böylece, “ötekine” yapmış olduğu aşağılık ve insanlık dışı muameleyi meşrulaştırmaktadır. Bunu da maalesef, daha büyük kitlelerin yardımı ve desteği ile yapmaktadır. Eğitim yoluyla ve modern araçlarla kitlesel cehalet üretilmekte, yalan tarih, yalan haber ve algı operasyonlarıyla kitleler afyonlamaktave dünyanın dört bir yanında haşhaşi orduları üremektedir. Manipülasyon ve
Son günlerde dünya kamuoyunu meşgul eden sorunların başında Hindistan-Pakistan savaşı gelmektedir. 70 yılı aşkındır yoğun bir şekilde devam eden ve zaman zaman yıkıcı savaşlara neden olan bu çatışma, uzun zamandır dünyadaki devletlerarası doğrudan yapılan tek savaş niteliği taşımaktadır. Bu özelliği yönüyle biricik olabilir, fakat genel olarak siyasi, ekonomik, kültürel, tarihi, stratejik ve askeri nedenleri itibariyle oldukça karmaşık bir çatışmadır.
Dünya genelinde bugün 400’e yakın (385) çatışma yer almaktadır. Bunların 160’i şiddet içermemektedir. 190 kadarı az şiddet içerirken, 36’ı savaş olarak kabul edilmektedir. Bu savaşların büyük bir kısmı Ortadoğu ve Afrika kıtasında yer almaktadır. Diğerleri Asya ve Latin Amerika’da. Yani demokratikleşememiş bölgelerde. Zira demokratikleşme çatışma yönetimi açısından en önemli araçlardan bir tanesidir. Anti-demokratik rejimler ise sorunlarını kaba kuvvet ve şiddetle halletmeye çalıştıklarından çatışma üretme konusunda oldukça mahirdirler.
Yine dünya çatışmalarının çok büyük bir kısmı devletlerarası olmaktan ziyade devlet içidirler. Bu durum Soğuk Savaş sonrası çatışma trendinin başında gelmektedir. 36 savaşın 35’i bu türdendir. Yani sivil savaşlardır. Devletiçi olmayan yani devletlerarası olan tek savaş Hindistan-Pakistan savaşıdır. Hindistan ve Pakistan Britanya’nın eski sömürgeleri olup 70 yılı aşan bağımsızlık serüvenlerinde sürekli savaşmışlardır. Keşmir başta
Samuel Huntington tarafından yayımlanan “The Third Wave” (3. Dalga) isimli kitabı, dünya tarihinin en demokratik ve barışçıl kısa dönemlerinde birisi olan 1990’ların başında (1993’te) yayımlandı. Bu kitap temelde dünya tarihinde küresel çapta meyana gelen geniş boyutlu demokratikleşme hareketlerinden bahseder, özellikle 1970’lerde başlayan Üçüncü Demokrasi Dalgası üzerinde durur. Demokratikleşme hareketlerinin başladığı dönemlerin her birinin kendince özel bir takım nedenleri olsa bile, hepsinin en temel özelliği büyük teknolojik devrimleri takip etmesidir. Huntington’a göre, dünya tarihinde üç büyük demokratikleşme dalgası meydana gelmiştir. Bunlar 1828-1926 döneminde ABD, Fransa, İngiltere, Arjantin gibi ülkeler demokratikleşme sürecine girdiler. İkinci dalga olan 1945-1965 döneminde Hindistan, Almanya, İtalya, Japonya, Türkiye ve İsrail gibi ülkeler bu sürece girerken, 1970’lerde başlayan üçüncü ve geniş dalga ise Portekiz, İspanya ve Yunanistan ile başlayıp Soğuk Savaş’tan sonra Orta ve Doğu Avrupa, Uzak Doğu, Afrika ve Latin Amerika ile devam etti. Tabi bu dönemler arasında kalan zaman dilimlerinde ters dalgalar da meydana geldi (bunlar 1926-1945; 1965-1974; 2001-…). Yani bazı ülkeler demokrasiden anti-demokratik rejimlere kaydılar. Üç dönemde de demokratikleşmeyi tetikleyen faktörlerin başında uluslararası sistemde meydana gelen büyük küresel değişimlerle birlikte büyük teknolojik devrimlerin rol aldığı görülmektedir. Birinci dalga kentleşme ve sanayi devrimini takip ederken, ikinci dalga uzayın keşfi ve uydu teknolojisini, üçüncü
Tarih boyunca uluslararası ilişkilerde büyük güçler olarak bilinen devletler dünya barışı ve güvenliğinden ahlaken ve siyaseten sorumlu tutulmuşlardır. Bu görevi zaman zaman hatta büyük oranda kendi çıkarları için kullandıkları da bir gerçektir. 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler (BM) bu sorumluluğu yine büyük güçlerden oluşan Güvenlik Konseyine yüklemiştir. Son yıllarda BM ve bazı örneklerde NATO, bazen de bir ülke tek başına bir takım müdahalelerde bulunmuştur. İnsani Müdahale adı verilen bu uluslararası müdahalelerin hukuki ve siyasi statüleri hep tartışmalı olmuştur.
BM’nin kurucu anlaşması uluslararası barış ve istikrarı tehdit eden ülke, hükümet ve bölgelere askeri müdahale dahil her türlü yöntemle müdahaleyi hukuki ve meşru bulmuştur. Yoğun ve sistematik bir şekilde insan haklarını ihlal eden, insanlık suçu işleyen, kitlesel uluslararası göçe neden olan zalim ve baskıcı rejimlere karşı ki – kimisine göre terör rejimleridir- mazlum ve mağdur halkı korumak uluslararası toplumun hukuki ve ahlaki ödevidir. Bu ödev hem BM şartında hem Güvenlik Konseyi Kararlarında hem de Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda çok defa vurgulanmıştır.
Soğuk Savaş sonrası dönemde sıkça başvurulan bu yöntem uluslararası ilişkiler literatüründe önemli bir yer tutmaktadır. Müdahaleyi doğrudan sorgulayanlar olduğu gibi, yöntemlerini eleştirenler
Demokrasi kavramı kelime anlamı ve tarihsel gelişiminden bağımsız olarak halkın kendisini ilgilendiren konularda söz sahibi olmasıdır. Kendisiyle ilgili alınan kararlara katılım sağlaması. Kendi hayatı üzerinde etkin olabilmesidir. Diğer bütün boyutları teferruattır. Nihai amacı, insanı birey yapmak, özgür kılmak ve insanı kula kul olmaktan korumaktır. Yani, şirkten korumaktır aslında. İki yüzlülükten özgür kılmaktır. Takiyye ve münafıklığa yol vermemektir.
Peki, dünyada bunu sağlayan bir demokrasi var mı? Birkaç tane sayılabilir. Oysa son 200 yıldır küresel çapta bir demokratikleşme süreci yaşanıyor. Dünyanın hem coğrafi hem de nüfus sayısı açısından yarısı bir tür demokrasi sayılır. Fakat gerçekte insana insanca yaşamı sunan sadece birkaç tane…
Literatürde 500’den fazla demokrasi tanımından bahsedilir. Fakat hepsinin ortak özelliği çoğunluğun yönetimi olmasıdır. Çoğunluğun yönetimi olan demokrasi nihayetinde çoğunluğun diktasına yol açar. Ve çoğunluk her zaman insanlık için yararlı işler yapmamıştır. Çoğu zaman insana, insanlığa ve medeniyete zarar vermiştir. Çoğunlukçu demokrasi çoğulcu bir demokratik kültürü oluşturmaktan uzaktır. Tersine, katılımcı, kapsayıcı ve çoğulcu demokrasi önünde önemli bir engeldir. Dünyamız, çoğunlukçu olmayan, çoğulcu. Söylemde değil, usulde çoğulculuğu sağlayan bir demokrasiye ihtiyaç duymaktadır. Çoğunlukçu demokrasi insan
Orta Doğu Soğuk Savaş’tan sonra çatışmaların sıkça yaşandığı bir bölge oldu. Çözülmesi bir yana, günden güne yoğunluğu ve sayısı artan çatışmalar bölgeyi yeniden küresel ve yerel aktörlerin mücadele sahasına dönüştürdü. Demokrasi olmasa bile, kısmen istikrarın bulunduğu bölge, Arap baharı ile birlikte uluslararası ilişkilerde çatışma ile özdeşleşen Balkanlaşma sürecine girdi. Suriye ve Irak’ta IŞİD’in ortaya çıkmasıyla Orta Doğu bir savaş alanına dönüştü.
On binlerce insan hayatını kaybetti. Milyonlarca insan vatanından oldu. Açlık, fakirlik, insani felaketler, katliamlar, sömürüler, tecavüzler, barbarlıklar her türlü insanlık dışı muamele ve eylemler ortaya kondu. Doğru –yanlış karıştı. “Bir insanı haksız yere öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir” inancında olduğunu söyleyenler, insanları topluca katletmekte beis görmediler. Komşusunun evini, köyünü, şehrini, malını, ırzını, namusunu yağmalamakta sakınca görmediler. Allah Allah deyip, en melun şeytanlıkları yaptılar (yapıyorlar). Her biri silah aldığı güçlerin işaretiyle bir diğerini vurmayı marifet saydılar. Karmaşa o kadar yoğun ki katil kurtarıcı, işgalci yardımsever oldu. Herkes haklı, herkes masum. O zaman bu kadar zulüm ve dram neyin eseri?
Orta Doğu halklarının artık oturup düşünmesi lazım diyeceğim, fakat düşünebilseydi zaten bugün bu durumda olmazdı. 100 yıldır zalim diktatörlerin pençesinde kıvranıyor
Bu tarz soruların cevapları farklı parametreler üzerinden verilebilir. Kişinin talepleri, arzuları, ahlakı, güçle ilişkisi, “öteki” algısı, merhamet-öfke dengesi, eşitlik ve özürlük mefhumu, kültürü, okumaları, inancı, ideolojisi ve bunlarla ilişkisi gibi daha pek çok unsur bir kişinin nasıl insan olduğunu/olmadığını gösterebilir. Bu kısa yazıda kişinin nasıl bir dünya arzuladığı ve “öteki” ile ilişkisi üzerinden anlamaya çalışalım. Bu hususta bize Jeremy Bentham ve John S. Mill tarafından çokça tartışılan ve geliştirilen faydacılık teorisi çok yardımcı olabilir. Bu teori farklı disiplinlerde birbirine yakın fakat farklı çerçevede kullanılmaktadır. Biz daha çok insan hakları ve ahlak çerçevesiyle ele alacağız. İnsan hakları özünde insanlık onurunu korumayı ve insanın mutluluğu üzerine kurulu evrensel (kimisine göre de kültürel) prensiplerdir. Faydacılık anlayışı ikincisi yani insanın mutluluğunu esas alan, bireyden çok kolektif olan ve eylemleri yararlı sonuçlarıyla değerlendiren bir anlayıştır. Kişiler olarak tüm çabamız aslında mutlu olacağımız bir dünya kurmak. Bu çerçevede, arzuladığımız dünya tasavvuru çok önemli. Detaylarda aslında insan sayısı kadar farklı dünyalardan bahsetmek mümkündür. Fakat bir genelleme yapılarak iki insan/toplum türünden ve düşünce kalıbından bahsetmek mümkündür.Fazla genelleme yapılmış olsa bile hepimize bu iki gruptan birinde az ya da çok yer vardır.Bir de Albert Einstein’e atfedilen bir söze göre, “Aptallara
Uluslararası İlişkiler tarihi büyük güçlerin mücadelesi tarihidir. Diğer uluslararası aktörler istisna dışında bir dekorasyon,en fazla yardımcı aktör görevi görürler. İkinci Dünya Savaşından 1990’a kadar süren iki kutuplu Soğuk Savaş düzeni, ABD öncülündeki kapitalist Batı ile Sovyetler Birliği liderliğindeki sosyalist Doğu Bloku ülkeleri arasında ideolojik, siyasi, ekonomik ve stratejik bir çatışmalı dönemi ifade etmektedir. 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ABD tek süper güç olarak dünya sistemine yön vermeye çalıştı. 10 yıl boyunca başarılı da oldu. Dünyada daha az çatışma, daha barışçıl bir uluslararası ilişkiler, daha az savunma ve savaş harcamaları, daha çok demokratikleşme ve iyimserlik meydana geldi. Fakat Junior Bush ile birlikte küresel düzen güvenlikçi bir girdaba zorlandı. Küresel terör senaryolarıyla İslam kriminalize edildi. Çatışmalar körüklendi. 1990’larda dünyada toplam 100’e yakın çatışma var iken, bugün bu sayı 400 civarındadır.
Bill Clinton’un yumuşak güç ve demokratikleşme yöntemi yerini Bush’un tek taraflı, müdahaleci ve güce dayalı sistemine bıraktı. Kaba kuvvet yenik düştü. ABD’nin küresel hegemonyası zayıfladı. Bu süreçte Rusya Federasyonu ekonomik ve politik olarak toparlandı ve Sovyet Hinterlandını kısmen kontrol atına aldı. Aynı zamanda, Çin ekonomik büyüme alanında büyük başarılar elde etti ve dünyanın
Dünya tarihinde zaman zaman krizler, çatışmalar ve gerilemeler yaşanır. Bütün bu sorunlu dönemleri aynı faktörlere bağlamak biraz işin kolaycılığına kaçmak olur. Her dönemin kendine has özellikleri, dinamikleri ve nedenleri vardır. Bugün küresel çapta bir buhran ya da kriz olduğu konusunda dünyada bir mutabakat var. Peki bugünkü krizin nedenleri neler? Ekonomik, siyasi, kültürel mi yoksa ahlaki mi? Soğuk Savaş sonrası dönemin ilk 10 yılında dünya çapında yaklaşık 100 çatışma varken, bugün çatışma sayısı 400’e ulaşmıştır. Aynı dönemde, küresel çapta bir demokratikleşme süreci yaşanırken, bugün dünya çapında demokrasiden uzaklaşma ve baskıcı rejimlere kayma eğilimi ağır basmaktadır. Dünya barışı için hem girişimler hem de umutlar varken, bugün dünya savaşı konuşulmaktadır. Kitle imha silahlarının sınırlandırılması, silahsızlanmanın yaygınlaştırılması konuşulurken, bugün siber silahlar gibi yeni yeni silahlar geliştirilmekte ve küresel çapta silahlanma yarışı kızışmaktadır. O zamanlar dünyayı daha güzel bir yer haline getirmek için uğraşan K. Annan, B. Clinton ve M. Robinson gibi küresel liderler varken, bugün küresel krizler çıkarmaya çalışan Trump, Putin ve Modi gibi politikacılar var. Kısacası, bugün dünya daha zengin ve daha teknolojik fakat daha az barışçıl ve daha az yaşanabilir bir yer.
Soğuk Savaş sonrası 10 yıllık dönemin siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler çalışmalarının en popüler kavramı küreselleşme idi. Küreselleşme çok boyutlu bir kavram. Hem siyasi, ekonomik, kültürel ve teknolojik boyutları var hem de ideolojik ve ahlaki boyutları var. Küresel çapta insanlararası, topluluklararası ve devletlerarası çok yönlü ilişkilerin yoğunluk kazanması sürecidir. Tarih boyunca bu tür ilişkiler hep var olmuştur, fakat 20. yüzyılın sonlarında bu ilişkiler çok boyutlu olarak hız ve yoğunluk kazandı. Küreselleşme hayatın her alanını etkilemeye başladı. Kalkınmadan, demokratikleşmeye, çatışmadan, zenginleşmeye kadar…
Küreselleşme siyasal anlamda demokratikleşme, insan hakları, liberalleşme, fakirlikle mücadele, barış ve kalkınma gibi pozitif kavramları da içermekteydi ve hala bunları içermektedir. Fukuyama’nın Tarihin Sonu ve Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezleri en çok tartışılan konulardı. Dünyada şiddet içeren ve içermeyen çatışma sayısı 100’ün altına düşmüştü. (Bugün bu sayı 400 civarında). Fakat Bush Doktrini dedikleri güvenlikçi, yayılmacı, şiddet ve savaş doktrini dünyayı yeniden çatışma ve savaş alanına çevirdi. 2008’de Robert Kagan’ın Tarihin Geri Dönüşü ve Rüyaların Sonu benzeri tezler üretildi. Batıda yabancı düşmanlığı, İslamofobya, milliyetçilik ve yerlilik arttı. Savaş harcamaları tüm dünyada yükseldi. Çin ve Rusya gibi baskıcı rejimler yükseldi. Yapılan araştırmalarda tüm dünyada son 15 yılda
İnsan hakları, insanın onurlu, haysiyetli ve insana yakışır bir hayat yaşaması için geliştirilmiş bir takım ilkelerdir. Bu ilkelerin tarihi, sosyal, ekonomik, kültürel, dini ve hukuki boyutları vardır. Fakat insan haklarının en temel özelliği ahlaki ilkeler olmasıdır. Faziletli ve adaletli bir toplumu hedefleyen insan hakları, tüm bireylerin onurlu ve özgür yaşamasını amaçlamaktadır. Bugün insan haklarının geldiği nokta, teoride bile olsa büyük bir başarıdır. Bu teori zamanla pratiğe daha iyi dökülecektir. Fakat bunun için tüm bireylere, kurumlara ve karar alıcılara görevler düşmektedir.
Uluslararası insan hakları hukukuna göre, insan haklarını koruyan ve ihlal eden tek aktör devlettir. Fakat devletle sınırlı bu anlayışın insan haklarını koruyamadığı küreselleşme ve dijitalleşme ile daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bir takım siyasi ve ekonomik ihlallerin yanında, kadın hakları, çocuk hakları, göçmen işçi hakları ve engelli hakları gibi tematik hak konularında ihlali yapanların büyük oranda bireyler ya da özel yapılar olduğu görülmektedir.
İnsan hakları ihlallerini bir tek faktörle açıklamak oldukça zordur. Bu kadar çok boyutlu olan hakların ihlal nedenleri de o kadar çoktur. Fakat bazı faktörler öne çıkabilmektedir. Buna örnek
Son yılarda dijitalleşme ile birlikte hayatın her alanı gibi, uluslararası ilişkiler de bu süreçten etkilendi ve etkilenmeye devam ediyor. Bireyler, özel şirketler ve uluslararası örgütler gibi devlet-dışı aktörler güçlenirken, siber çatışmalar da yeni yeni güvenlik sorunları üretmeye başladı. Özünde sınırlar ve toprak ilkesi (ülkesellik) üzerine kurulu olan uluslararası sistem, sınırları ve ülkeselliği ortadan kaldıran siber çağda nasıl şekillenecek? Zaten zayıf olan uluslararası hukuk nereye evrilecek? Uluslararası ilişkilerin yönetişiminde ve istikrarında önemli rol oynayan diplomasi, büyük güçler, uluslararası örgütler ve uluslararası hukuk gibi kurumlardan yoksun olan siber uzay anarşiyi derinleştiriyor mu?
Uluslararası ilişkilerin mevcut binlerce yıllık gelenek ve kurumsal yapısına rağmen, hala sorunlu bir alan olması bir yana, siber uzay bütün bu yerleşik kalıpları da zayıflatıyor, bir kısmını etkisiz eleman haline getiriyor ve uluslararası ilişkileri daha karmaşık ve bilinmez bir alan haline getiriyor. Uluslararası ilişkileri anlamamıza yardımcı olan geleneksel uluslararası ilişkiler teorilerini yetersiz kılıyor. İstisnalar dışında, sadece devleti muhatap alan, onları özne kabul eden ve oldukça boşluklarla dolu ve zayıf olan uluslararası hukuk, daha da işlevsiz bir konuma geliyor. Zira siber uzay mevcut teknolojik altyapı ile devlet-merkezli bir yapı değil. Daha ziyade çok-paydaşlı bir
Algı, kişinin kendisini, olayları, başkasını, dünyayı ve gelişmeleri anlama, anlamlandırma ve yorumlama yöntemi olarak tanımlanabilir. Dünyayı okuma kodlarımızı oluşturur algı. Herkesin kodları farklı olduğundan aynı olayı insanlar farklı şekilde okuyor, okuyabiliyor. Algıyı etkileyen birçok faktör var fakat bunların başında inançlar, değerler, çıkarlar, tecrübeler, anılar, insanlar, eğitim, zaman, mekân ve koşullar gelir. Özellikle çıkarlar, inanç ve tecrübeler en belirleyici unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bir konuda bir algıdan bahsetmek için öncelikle o konu hakkında doğru-yanlış bir bilgiye ihtiyaç duyulur. Bilgi veri üzerine inşa edilir. Verinin kimden, nasıl alındığı diğer faktörlerle birleşerek o konu hakkında bir algı oluşturur. Siber uzay çağı, bilgi çağı olarak da bilinir. Zira, siber uzay bilgi ve iletişim araçlarının özünü teşkil ettiği bir alandır. Bu nedenle, siber uzay kanalıyla arzulandığı şekilde algı inşa süreçleri daha işlevseldir. Bunun farkında olan karar-alma mekanizmaları bu kanalı kullanmak için ellerindeki tüm imkanları kullanırlar. Yanlış veri yaymaktan, doğru veriye ulaşımı engellemeye, sahte bilgi üretmekten, doğru bilgiyi yayanları cezalandırmaya kadar bir dizi önlem alırlar.
Bu konuda, örnek olarak uluslararası ilişkileri ele almak mümkün. Uluslararası ilişkiler
İnsan hakları düşüncesi insanlık tarihi kadar eski olmasına rağmen, uluslararası ilişkilere konu olmasının 70 yıllık kısa bir hikayesi vardır. Bu kısa zamanda, dünyada yaygın kabul görmüş, hukuk ve uygulamada kendisine yer bulmuş ve tüm insanlığın onur ve prestij kaynağı olmuştur. İnsan hakları insanın insan olarak yaşayabilmesi için, insan onurunu korumayı amaçlayan evrensel ahlaki ilkelerdir. İnsanları baskıcı ve totaliter ahlaksız yönetimlerin zulmüne karşı korumak ister. Bu nedenle, uluslararası koruma mekanizmalarına sahiptir. Küreselleşme süreci ile yayılması ve korunması daha kolay hale gelmiştir. İnternet de benzer bir kolaylaştırıcı rol oynamıştır.
Bugün tartışmalı da olsa internete erişimin bir insan hakkı olduğu, internet hakları ya da bilişim hakları adı altında yeni yeni hakların ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Aynı zamanda ifade ve örgütlenme özgürlüğünün sınırlarının olabildiğince geliştiği bir ortamdayız. Dünyanın herhangi bir yerindeki bir insan hakları ihlali, bir anda tüm dünyaya yayılabilmekte ve dünya kamuoyu tarafından tepkilerle karşılaşmaktadır. İnsan hakları ihlalcilerinin daha önce gizlice ve güven için işledikleri suçlar, yeni teknolojiler sayesinde o kadar kolayca işlenememektedir. İşlense bile kısa zamanda ortaya çıkarılabilmektedir. Bu teknolojiler aynı zamanda, suç ve suçluyla mücadelede de önemli bir rol oynamaktadır.
Yaz aylarında kırsal kesimlerinde yoğun çatışmaların yaşandığı İdlib, eylül ortasında Soçi’de Rusya ve Türkiye arasında varılan anlaşma üzerine bir aydır sakin bir dönem geçiriyor. İdlib’de konaklanan milyonlarca insan rahat bir nefes aldı. Fakat, bu sessizlik fırtına öncesi sessizlik olabilir. Esad rejimi ve Rusya eninde sonunda İdlib’i almak için harekete geçecektir: kanlı veya kansız. Bunu bilen bölge halkı, İdlib’ten komşu bölgelere göç etmeye devam ediyor.
BM yetkilileri bu süreçte çeşitli platformlarda endişelerini dile getirdiler. Soçi mutabakatı gereğince 15 Ekim’e kadar bölge radikal terör gruplarından ve ağır silahlardan arındırılmış olacaktı. Bu yönde önemli mesafeler kat edildi, fakat 15 Ekim’de Tahrir El Şam hiçbir şekilde silahlarını teslim etmeyeceklerini ve savaşa devam edeceklerini duyurdu.
BM’nin Suriye Özel temsilcisi Stafan de Mistura’nın ekibinden Jan Egeland, Soçi mutabakatının süresinin uzatılmasını talep ettiklerini ve tarafların bu konuda istekli olduklarını söyledi. Fakat bu uzlaşının ne kadar devam edeceği konusu başka bir endişe kaynağı. BM sivillerin hayatından endişe ederken, çatışmazlık döneminde fazla bir gayret gösterdiğini söylemek zor. Barışçıl çözüm için bu dönemleri iyi değerlendirmesi gereken BM, daha ziyade sorunların zirve yaptığı dönemlerde aktif
Teknoloji geliştikçe insanlar doğayı kontrol etmeye başladılar. Fakat teknoloji daha da geliştikçe bu defa insanlar da kontrol edilmeye başlandı. Siber teknoloji sayesinde insanın her nefesi kontrol edilebilir duruma geldi. Fakat daha büyük tehlike insan beyninin hacklenmesi ve bu sayede okunabilmesi, hatta silinebilmesi ya da yeni bilgilerle doldurulup zombileleştirilebilmesidir.
Teknolojik gelişmeler birçok şeyi mümkün kılabiliyor. Beyin okumak veya bir takım ipuçlarıyla kişinin düşüncesini tahmin etmek bugün psikologların, nörologların uyguladıkları yöntemler. Beyin dalgalarının kontrol edilebilmesi, denetlenmesi ve yönlendirilmesinin ise yakın gelecekte mümkün olabileceği tartışılıyor. Bu tartışma ve ihtimal beraberinde bir dizi ahlaki ve hukuki sorunu da doğuracaktır. Zira, bugün özel hayatın gizliliği hakkından bahsediliyorken, düşünce gizliliği, beynin korunması ve psikolojik bütünlüğün korunması gibi yeni yeni sorun alanlarıyla karşılaşacağız. Peki, beynin hacklenmesi ne demek?
Belki de cevabı en çok merak edilen sorudur. Beynin hacklenmesi beynin tamamen ele geçirilerek yeniden şekillenmesi mi? Yeniden formatlanması mı? Var olan bilgilerin bir kısmının ya da tamamının silinmesi mi? Yoksa gerektiğinde istendiği eylemlerin yaptırılması mı? Yani zombileştirilmesi mi? Yoksa bazı düşüncelere inandırılması mı?
BM Genel Kurulu 73. Oturumu 18 Eylül 2018’de başladı. Dokuz iş günü devam eden oturumlarda nükleer silahlardan, hastalıklarla mücadeleye, yerel sorunlardan küresel sorunlara bir dizi toplantı, yüzlerce görüşme, onlarca tartışma yapıldı. Bu yılki BMGK toplantı teması Herkes İçin BM: Küresel Liderlik ve İstikrarlı, Hakkaniyetli ve Barışçıl Toplum İçin Paylaşılan Sorumluluklar” idi. Başlık oldukça isabetli olmuş. Küresel çapta çatışmaların arttığı, demokrasinin gerilediği, bölünmelerin ve kutuplaşmaların derinleştiği bir dönemde BM’nin aktif bir rol üstlenmesi, küresel liderlik krizinin üstesinden gelinmesi ve 21. Yüzyıla yakışır bir dünya toplumunun oluşmasına katkı yapılması gerekli ve yerinde olacaktı.
Yine bu yıl 24 Eylülde yapılan Yüksek Düzey Genel Oturum ise Nelson Mandela’nın anısına Küresel Barış temasıyla Nelson Mandela Zirvesi olarak isimlendirildi. Bu çerçevede yapılan çalışmalar sonucu tüm üye ülkelerin kabul ettiği bir deklarasyon yayımlandı. 26 maddeden oluşan deklarasyon Mandela’nın ülkesi ve dünya barışı için yaptığı güzel işler, bunun dünya liderlerine ve toplumuna örnek oluşturması ve bu anlayışın yaygınlaştırılması gerektiği vurgulandı.
Bu yıl üzerinde durulan diğer konular ise nükleer silahların sınırlandırılması, hastalıklarla mücadele, kalkınma ve iklim oldu. Fakat maalesef bu konular